ATSIZ’A “ŞEREF’İNİ” GÖMDÜREN KADIN

 

Ruh Adam, Nihal Atsız’ın yazdığı ve 1972’de yayınlanan bir romandır. Atsız’ın yayınlanmış son romanı olma özelliğini taşıyan bu eser, hiç şüphesiz, başka birçok açıdan da değerlidir.

 

Meseleye Atsız’ın romanları üzerinden bakacak olursak; geçmişte geçmeyen tek romanı olduğu görülür. Romanın bugünde geçtiği bahsi de şüphelidir. Yarınki bir zamanda geçtiği de tam olarak söylenemez. Bu durum Atsız’ın zaman algısıyla yakından ilgilidir. Atsız’a göre; “dün-bugün-yarın” yoktur. Hepsi bir bütündür. Bu zaman anlayışını en net ortaya koyan eseri de Ruh Adam’dır.

 

Yine Atsız’ın edebiyatı üzerinden bakıldığında, ana hikayenin süresi normal sayılabilir. “Gerçek” hikayenin süresi ise dikkat çekici derecede uzundur. Mete zamanında başlayan gerçek hikaye kıyamete kadar sürer. Yani, Türk milletiyle yaşıttır.

 

Kitabın Türk edebiyatı açısından önemi ise post-modern tarzda yazılmış olmasındadır. Daha sonrasında bu tarz kitaplar çokça yazılıp okunsa da, Atsız Ruh Adam’ı yazdığında post-modernizm Türkiye’de tam anlamıyla bilinmiyordu. (Peyami Safa ve Safiye Erol’la beraber bu akımın ilk başarılı örneklerini Nihal Atsız vermiştir.)

 

Atsız’ın kitaplarında gerçek hayattan karakterler bulunması sık görülen bir durumdur. Fakat tarihi şahsiyetlerin değil, Atsız’ın hayatında yer almış kişilerin –üstelik gerçek karakterlerine uygun olarak– yer aldığı tek romanı da Ruh Adam’dır.

 

Bu “gerçek” karakterlerin kimler oldukları sorusu roman yayınlandığı günden bu yana merak edilmiştir. Atsız hayattayken kendisine de sorulmuş, Atsız da bazı ipuçları bırakmıştır.

 

Başta Altan Deliorman olmak üzere birçok Türkçü, romandaki karakterlerin gerçek hayatta kim olduklarını araştırmış, ciddi bir kısmını da bulmuştur.

 

Romanda şu ana dek tespit edilemeyen tek karakter ise Güntülü’dür.

 

Yazının ana konusu olan Güntülü’ye geçmeden önce kısa bir Ruh Adam hatırlatması yapmak zaruridir. Bu kısa özetin ardından toplu bir bakışla kimin kim olduğuna, oradan da Güntülü bahsine geçeceğiz.

 

 

Ruh Adam romanı, 9 veya 10. asra ait bir Uygur masalıyla başlar.

 

Kamlançu ülkesinde geçen bu romanda evli bir askerin “parlak bakışlı, ay yüzlü bir kıza” aşık oluşu anlatılır. Evli olan asker Yüzbaşı Burkay, aşık olduğu kadın ise Açığma-Kün’dür.

 

Yüzbaşı Buruk Ay, “gün doğumunu” (Açığma-Kün) bir çam ağacının altında görmüş ve ona tutulmuştu. Fakat kadın 41. gün kayboldu.

 

Unutmak çabaları boşa gitti. Hasta oldu. Evdeşinin yardım çabaları sonucu, çirkin bir büyücü geldi ve Yüzbaşıyı şeytan Kilimbi’ye götürdü.

 

Burkay derdini Kilimbi’ye açtı. Kilimbi, onu şeytanların başı Madar’a götürdü. Madar eğer evdeşini Ejderler Kağanı Naranta’ya kurban ederse, Açığma-Kün’ü kaybettiği yerde bulacağını söyledi.

 

Burkay, evdeşini kurban etti. Kadın ölürken Tanrı’ya yalvardı: Burkay’ın ruhu “kıyamete kadar dünyaya her gelişinde ıztırap içinde çalkalansın” dedi. Tanrı kabul etti.

 

Burkay, Açığma-Kün’ü kaybettiği çam ağacına yaslanırken buldu. Onu eş edindi. Fakat derdi bitmedi, kadını her gün daha çok sevdi.

 

Çirkin büyücü yine geldi ve onu Madar’a götürdü. Madar “Kadın da seni seviyorum derse bundan kurtulursun” dedi.

 

Burkay, yıllarca “Beni seviyor musun?” diye sordu. Kadın ona ne diyeceğini unutturdu. Burkay büyük ızdıraplar içinde öldü. Ölürken yine sordu. Kadın “Izdırap çekiyorum” dedi fakat “seviyorum” demedi.

 

Burkay’ın acısı ölerek dinmedi. Her baharda çam ağacının yanına gelip “Izdırap çekiyorum. Beni seviyor musun?” diyor, o günden bugüne bin yıl geçtiği halde, Açığma-Kün “Sus,sus bende ızdırap çekiyorum” diyor fakat “Ben de seni seviyorum” demiyor.

 

Bu masalı günümüz Türkçesine çeviren edebiyat öğretmeni Ayşe Pusat, kocası Selim Pusat’a masal hakkındaki görüşlerini sordu. Selim Pusat masalı basit bulmuştu. Bir askerin yasayı çiğnemesini mazur göremiyordu. Tartışırlarken Ayşe masal hakkında bir bilgi daha verdi. Buna göre; masal yazıya geçtiğinde bin yıllık belki daha eskiydi. Bu da masaldaki olayların belki de Mete zamanında geçmiş olabileceği anlamına geliyordu.

 

Selim Pusat’ın dikkatini çekmişti.

 

Selim Pusat, babası ve dedesi de asker olan bir yüzbaşıydı. Harp Akademisi son sınıf öğrencisiyken derste krallık taraftarı olduğunu açıklamış ve tutuklanmıştı. Arkadaşı Yüzbaşı Şeref’te kendisiyle aynı şeyleri savunmuş, o da tevkif olunmuştu. “Dışarıdan destek alarak rejimi devirmek ve yerine krallığı ikame etmekle, vatana ihanetle” suçlandılar. Önce müebbet hapis cezası aldılar sonra Yargıtay cezayı bozdu. Yasalara saygısızlık etmekten 2 sene hapis yatıp tahliye oldular. Fakat isimleri gazetelerde “vatan haini” diye anılır olmuştu.

 

Çıktıktan kısa süre sonra Yüzbaşı Şeref intihar etti. Selim, Şeref’in mezarının başına üzerinde “Arkadaşım Şeref” yazan bir tahta dikti.

 

Selim askerliğe iman ediyordu. Haksız yere mesleğinin elinden alınması onu dış dünyaya kapatmıştı. Çok fazla içki içmeye başladı. İnsanlardan iğreniyor, pek kimsenin olmadığı saatler dışında, evden çıkmıyordu. Kendisinin önceki çağlarda da yaşadığına dair belirsiz bir his duyuyordu. Evde yalnızca harp tarihiyle alakalı kitaplar okuyor, eskiden şiir de yazmış olduğu halde artık dikkatini savaş sanatı haricinde bir şey çekmiyordu.

 

Selim vatana ihanetle suçlanınca Ayşe’de meslekten men edilmişti. Selim’in tutuklanmasının ardından çok çile çekmişlerdi.

 

Ayşe Pusat dindar bir kadındı. Kocasının içinde bulunduğu durumu anlıyor, onun için üzülüyor fakat elinden bir şey gelmiyordu. Selim’le ortak kalan belki de tek noktaları, çocukları, Tosun’du.

 

Ayşe çileli geçen 3 yılın ardından meslekten men edildiği lisedeki görevine iade edilmişti.

 

Ayşe’yi yeniden göreve başladığı okulunda en iyi karşılayanlar üç kişilik kız grubuydu. Nurkan, Aydolu ve Güntülü ismindeki bu kızlar fen şubesinde okuyan lise son sınıf öğrencileriydi.

Ayşe, Nurkan ve Aydolu’yu önceden tanıyordu. Meslekten men edilmeden önce onlara hocalık yapmıştı.

 

Aydolu, bir mühendisin kızıydı. İyi derecede piyano çalabilen Nurkan ise bir tüccarın kızıydı.

 

Güntülü ismi Farsçaydı. Yeşil gözlü bu güzel ve genç kız okula sonradan gelmişti. Aydolu ve Nurkan’la iyi arkadaş olmuşlardı. Ayşe’nin de derste tarttığı üzere Güntülü’nün edebiyat bilgisi ve edebi zevki hayli yüksekti.

 

 

Selim yağmurlu bir gecede Çamlı Koru’da yürüyordu. Esrarlı bir kadın sesinin kendisine şiir okuduğunu duydu. Kimin okuduğunu anlamak için etrafına bakındığında tahta kanepede oturan genç bir kadın gördü. Kadına şiiri tekrar ettirdi fakat o ses bu ses değildi.

 

Bu kadın Ayşe Pusat’ın eski öğrencisi Leyla Mutlak’tı. Tarih öğretmenliği yapıyordu. Şehzade Mustafa’nın boğdurulmayan oğlunun soyundan geliyordu. Tahtın son varisiydi. Diğer ismi ise Hanzade idi.

 

Dışarıdan apartman görünümünde olan bir konakta yaşıyordu. Annesi 10 yaşındayken ölmüş, babasını yalnız resimlerden tanımıştı. Kendisini Gülsafa Kalfa isimli bir kadın büyütmüştü.

 

Karşıdaki sokak lambasının altında gördüğü Yek‘den çekindiği için Selim Pusat’a yaklaşmıştı.

 

Yek, şeytan demekti. Selim Pusat’la tüm roman boyunca karşılaşacak olan bu insan müsveddesi; mendebur kılıklı, aksak, kambur birisiydi. Yüzü çirkindi. Selim Pusat’la Çamlı Koru’da karşılacak ve ona “kendisinden 25 yaş küçük bir kıza aşık olacağını” ve “Leyla Mutlak’ın tahtın varisi olduğunu” ard arda söyleyecekti. Selim, onu önceleri deli sanıyordu. Fakat bilmediği şey onların tanışmalarının bu zamanda Çamlı Koru’da değil çok daha eski bir zamanda olduğuydu…

 

Selim Pusat yarım saat önce evinin önünden geçen Yek’den 3 saat evvel Erzurum’dan çekilmiş bir telgraf aldı. Burada Leyla’nın gerçek adının Hanzade olduğu belirtiliyordu.

 

Selim, Yek veya Leyla’yı bulmak umuduyla gittiği Çamlı Koru’da eski arkadaşlarından Kurmay Yarbay Tahsin’i buldu. Tahsin, Selim’e Neşriyat Şubesinde askeri evrakı tashih işini önerdi ve Selim hemen kabul etti.

 

Selim Tashih Komisyonunda çalışmaya başladı. Burada aslen Yahudi dönmesi olan Profesör Osman Fişer’le karşılaştı. Fişer, Hitler’den kaçarak Türkiye’ye gelmişti. Doğu dilleri uzmanı olan bu adamın suratı tıpkı Yek’e benziyordu.

 

 

Daha önce Pusatlar’ın evinde tanışmış olan Güntülü ve Selim Pusat sohbet ederek yürüyorlardı. Bir kır gezisindeydiler. Planı Ayşe yapmış, iki öğretmen arkadaşını, Nurkan, Aydolu ve Güntülü’yü davet etmişti. Tabii Selim’i de getirmişti. Selim Pusat nerede olduğunun farkında değildi. Kendine geldiğinde Güntülü ile birlikte Çamlı Koru’ya doğru yürüyorlardı. Diğerleri arkada kalmışlardı. Selim, Güntülü’den şiir okumasını istedi. Güntülü “o geceki” esrarlı sesle o şiiri okudu. Selim şiiri kimin yazdığını sorunca “Siz yazdınız.” dedi. Ne zaman yazıldığı bahsi açılınca “Bin yıl önce” diye cevap verdi. Ardından Selim’in Mete ordusunda bir yüzbaşı olduğunu söyledi. Selim Güntülü’nün kim olduğunu sordu. Güntülü cevap verdi: “Ok atılmayanlardan birisi…”

 

Selim çok içtiği bir gün Nurkan’ın evinin önüne geldi. Nurkan piyanodan Eski Arkadaşlar Marşı’nı çalıyordu. Selim marşı dinledikten sonra eve yönelmişken yere kapaklandı. Kendisini yerden kaldıran Yek oldu. Selim’e asker olduğunu söyledi. Bu mendeburun asker olması fikri Selim’i sinirlendirdi.

 

Selim başı yaralı olduğu halde eve geldi. Eve gelince ateşi yükseldi. Ayşe, komşuları sayılan bir doktor getirdi. Bu doktorun adı Selim Key’di. Key, “çok iyi” demekti. Selim Key’in siması da Yek’e benziyordu. Selim’i muayene ettikten sonra ruhi bir buhranda bulunduğunu, bu buhranın aşk olduğunu söyledi.

 

Selim ertesi gün daha iyiydi. Fakat işe gitmediğinden durumunu tetkik için bir doktor görevlendirilmişti. Bu doktor binbaşı Cezmi Oğuz idi. Cezmi, Selim’le aynı birlikte görev yapmıştı. Selim’i tetkik ederek bir hafta rapor verdi. İçkiyi bırakmasını tenbihledi. Ardından Selim’in zorlamasıyla aşk üzerine konuştular. Cezmi Oğuz sohbetin sonunda “Askerliğe bu derece bağlı sen bile, kendinden 25 yaş küçük bir kıza aşık olabilirsin.” dedi.

 

Selim Güntülü’ye olan aşkını çözmüş fakat bunun ne zaman başladığını çözememişti. Gece vakti albümden Güntülü’nün resmine bakarken bir el sayfayı değiştirdi. Bu Şeref’ti. Şeref Selim’e “iki bin yıl önce Mete ordusunda subay olduklarını ve Selim’in sevgilisine ok atmadığı için idam edildiğini” söyledi. Arada Güntülü’nün soyunu bilmediğine dair bir şeyde söyledi. Böylece düğüm çözüldü. Selim, Güntülü’yü Mete zamanından tanıyordu.

 

Selim 15 gün izin almış ve divan edebiyatı okumaya başlamıştı. Sonunda bir şiir yazdı. (Geri Gelen Mektup) Şiir geri gönderildi. Selim şiiri bir mektupla Güntülü’ye postaladığını unutmuştu. Mektup geri gelince şaşırdı ve kızdı.

 

Güntülü şiiri arkadaşlarına da göstermişti. Aydolu bunu Selim Pusat’a Pusat’ın evinde söylemişti. Güntülü, mektubu yırtmanın hakaret olduğunu düşünerek geri göndermeye karar vermişti. (O gün Güntülü akrabalarını ziyarete gittiği için eve gelenler arasında yoktu.)

 

 

Selim Pusat Yasak Aşk suçundan Büyük Mahkeme’ye çıkarıldı. Orada melekler, peygamberler onu suçlu buldu. Türk büyükleri, babası, dedesi ve arkadaşı Şeref onu suçlu buldu. Annesi hariç herkes onu suçlu buldu.

 

Cengiz tanıklık ederken “Sevdiği kız soyu sopu belirsiz birisi” dedi.

 

Büyük Mahkemede yargılanan Selim Pusat, Yüzbaşı Kubudak’la vuruşmak cezasına çarptırıldı. Kubudak, Cengiz ordusunda bir yüzbaşıydı. Kırgız prensesine aşık olmuş, derdine derman bulamayınca intihar etmişti.

 

Kubudak’la buluşmayı Yek ayarladı. Çamlı Koru’da dövüşeceklerdi. Fakat Yek de kılıcını çekti. Prenses Leyla’nın muhafızı olan ve kendisini Prensesin nişanlısı olarak tanıtan kişi de kılıcını çekti. Şeref de öyle… Ve Selim Pusat’ın gençliği… Sonunda 5 kişi Kubudak’ın vücudunda birleşti ve vuruşma başladı. Selim yaralandı.

 

Leyla’yı gördüğü tahta kanepede Güntülü oturuyordu. Elinde bir bardak su vardı. Fakat Güntülü Prenses bahsini duymuş ve kızmıştı. “Ben rakib kabul etmem. Bir prenses bile olsa…” dedi ve elindeki suyu yere boşaltarak gitti.

 

Selim vuruşmadan sonra gözünü hastanede açtı. Evde bunaldığından Prensese gitmek istedi. Evin kapısını Gülsafa Kalfa açtı fakat kendisini Safa diye tanıttı. Selim Prensesi sorunca “Gitti” cevabını aldı. Evin kapısında prensesin nişanlısı olan muhafızla karşılaştı. O da nereye gittiğini bilmiyordu. Sorular cevapsız kalmıştı.

 

Ayşe eve geldiğinde Selim yoktu. Tosun’a sordu. Tosun “babasının yukarıdan geldiğini ve kendisi subay olunca tekrar geleceğini” söyleyerek gittiğini anlattı. “Yukarıdan” dediği resim çerçevesiydi. Ayşe çerçeveye baktığında yalnız çerçevenin kaldığını Selim’in resminin yok olduğunu gördü.

 

Atsız, Selim Pusat’ın hikayesini burada bitirmekle beraber romana son bir bölüm daha eklemişti.

 

Haziran ayında bir kız lisesinde ders yılı sonu töreni yapılıyordu. Ülker isimli kız bir ağacın kenarında duruyor, kimseyle konuşmuyordu. Uzaklardan bir ses duyduğunu söylüyordu. Emine ve Beyhan ona yaklaştılar. Beyhan’ı baş muavin çağırdı ve gitti. Emine, Ülker’in soyunun nereye dayandığını sordu. O da aile kütüğüne göre Kamlançu dedi. Bugünkü Moğolistan’da bir yer. Emine edebiyatla yakından ilgiliydi ve yakın zamanda bir Uygur masalı okumuştu. Duyduğu sesin ne olduğunu sordu. Ülker cevap verdi: Bir erkek, ”Izdırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun? diye ağlıyor, bir kadın da buna “Sus sus, ben de ızdırap çekiyorum” diye cevap veriyordu.

 

Post-modern bir romanın “kısa özeti” böyle oluyor. Hakiki lezzet arayanlara -eğer hala okumadılarsa- Ruh Adam romanını öneriyoruz.

Güntülü hariç tüm karakterlerin belli olduğunu söylemiştik. Bu noktada Altan Deliorman’ı bir daha anmalıyız. Çünkü bu karakterlerin çoğunu o tespit etti. Şeref ve Kubudak’ı, bizzat Atsız, bir mektupla açıkladı. Lafı açılmışken Atsız’ın mektuplarını yayınlayan Yücel Hacaloğlu’nu da analım. En geniş Atsız biyografisine imza koyan Ahmet B. Ercilasun’u da unutmayalım. Tabii Atsız’ın edebi tahlilini yapan Cihan Özdemir’i de hatırlatalım.

 

Yazının kaynakçasını içinde belirttikten sonra kim kimdir bahsini açabiliriz.

 

Atsız 9 Mart 1973’te İsmail Hakkı Gökhun’a yazdığı mektupta şöyle der: “Bu roman, yaşanmış bir romandır. Hemen hemen bütün şahıslar gerçektir. Yalnız Şeref, şerefi; Kubudak ihtirası temsil ediyor. Kubudak, Moğolca ihtiras demektir…”

 

26 Ocak 1973’te Yücel Hacaloğlu’na mektubunda ise şunları yazıyor: “Romandaki şahısların hiçbiri muhayyel değil. Yalnız bir iki yerde, iki kişi tek şahıs veya bir kişi, iki üç şahıs olarak gösterilmiştir. Vak’alar da sahihtir ama çoğu temsili olarak anlatılmıştır…”

 

Atsız’ın “bir kişi iki üç şahıs olarak gösterilmiştir” dediği kişi, Oskar Rescher’dir. Hitler’in zulmünden kaçan bir oryantalist olan Oskar, aynı zamanda Yahudi dönmesidir. İsmini Osman Reşer olarak değiştirmiştir. Darülfünun’da Atsız’a da Arap edebiyatı dersleri vermiştir.

 

Osman Reşer, sık sık Atsız’ın görev yaptığı Süleymaniye Kütüphanesinde çalışan birisidir. Romanda; Yek, Selim Key ve Osman Fişer olarak gösterilir. Altan Deliorman’a göre “gerçekten Yek tipine benziyordu”.

 

“İki kişinin tek şahıs” olarak görüldüğü iki karakter vardır. İlki, Selim Pusat’ın oğlu Tosun’dur. İsmi Atsız’ın küçük oğlu Buğra ile benzeşir. Birazdan göreceğimiz üzere roman yazıldığında Buğra’nın yaşıyla Tosun’un yaşı da birbirini tutar. (Buğra Atsız 1946 doğumludur.) Fakat Selim cezaevindeyken var olması, Atsız’ın büyük oğlu Yağmur’dan da “Tosun” olarak bahsettiğini gösterir. Denilebilir ki, Tosun karakteri, çoğunlukla Buğra Atsız’a benzemekle beraber, Buğra-Yağmur Atsız ikilisinin tek şahıs olarak görünümüdür.

 

Selim Pusat’ın arkadaşı Kurmay Yarbay Tahsin’de de iki kişiden izler vardır. Bunlar; Tahsin Demiray ve Tahsin Banguoğlu’dur. Her ikisi de Atsız’ın eski arkadaşlarıdır. Demiray; 1947-49 arası Türkiye Yayınevi’nde Atsız’a iş vermiştir. Banguoğlu ise Milli Eğitim Bakanı olduğu 1949’da Atsız’ı Süleymaniye Kütüphanesi’ne yerleştirmiştir. Yüzbaşı Selim Pusat’tan rütbe olarak yukarıda olması, Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu olma ihtimalini artırır. Fakat karakter; Tahsin Demiray ve Tahsin Banguoğlu’nun tek şahıs olarak resmedilmiş halidir.

 

Eski Milli Eğitim Bakanı Tahin Banguoğlu

 

Atsız 8 Haziran 1973’te Turan Kekevi’ye yazdığı mektupta; “Güntülü ve Aydolu birer gerçektir ve gerçek isimleri de romandaki isimlerine yakındır. O romanda hayal olan pek az şey var. Hakikatler biraz sembolik biçimde yazılmıştır.” diyor.

 

Burada Nurkan’dan bahsetmemesi Nurkan’ın kurgu olabileceğini gösteriyor. Yahut Nurkan, içinde Güntülü ve Aydolu’dan parçalar barındıran bir “yarı-kurgu” karakter.

 

Aydolu’nun gerçek ismi ise Aysel. Yağmur Atsız’ın kitabından öğrendiğimize göre; 1940’ların sonunda Atsızlar’ın evine gelen Erenköy Kız Lisesi mezunlarından. Bedriye Atsız’ın öğrencisi. Yağmur Atsız “Aysel abla” olarak bahsettiğine göre evlerine birden fazla kez gelmiş olmalıdır.

 

Cezmi Oğuz, Cezmi Türk’tür. Atsız’ın Askeri Tıbbiye’den arkadaşıdır. Atsız’la dostlukları çok eskiye dayanır.

 

Leyla Mutlak, Hanzade Sultan’dır. Hanedana mensubiyeti Şehzade Mustafa’ya dayandırılarak kurguya eklenmiştir. Romanda diğer isminin “Hanzade” olduğu belirtilmiştir.

 

Kitapta “asaleti” temsil eden Hanzade Sultan

 

Yağmur Atsız’dan öğrendiğimize göre, Atsız 1952’de Osmanoğulları ailesinin kadın mensupları yurda döndüğünde aileyle alakadar olmuştur. Osmanoğulları üzerine bir kitap yazmak için görüşmelerde bulunmuştur.

 

Elimizde tam bir kanıt olmasa da, Atsız büyük ölçüde Hanzade Sultan ile tanışmıştır.

 

Ayşe Pusat; Bedriye Atsız’dır. Gerçek hayatta tarih öğretmeni olan Bedriye Hanım romanda edebiyat öğretmenidir. Öğretmenlik yaptığı okulun adı, Erenköy Kız Lisesi’dir. 1944 tevkifatında bu lisedeki görevinden uzaklaştırılarak bakanlık emrine alınmıştır. Arkadaşlarını ve öğrencilerini eve davet etmesi bahsi gerçeklerle uyuşur. Ayşe Pusat’ın çevresi, Bedriye Atsız’ın çevresiyle ciddi benzerlikler gösterir.

 

Bedriye Atsız’ın, eşi Nihal Atsız’la olan bir fotoğrafı 

 

Romanın baş karakterleri haricinde tüm karakterlere göz attık. Gelelim Selim Pusat bahsine. Selim Pusat ismi ilk kez 8 Haziran 1951 tarihli Orkun dergisinin 36. sayısında ortaya çıkıyor. Müteselsil sayılarda Selim Pusat yazmaya devam ediyor. 1959’da Büyük Doğu’da neşredilen “Z Vitamini” isimli romanın altında Selim Pusat imzası görülüyor. Selim Pusat tasnif memurluğunda çalışıyor fakat öncesinde gürültülü bir davada “vatan haini” olarak yargılanmış. Ayşe Pusat’ın kocası oluşu, görevden uzaklaştırılması, hastalıkları ve tabii aşkıyla Selim Pusat, Nihal Atsız’dır.

 

Hüseyin Nihal Atsız

 

Orkun’un 44. sayısında “Atsız’ın intişar etmemiş bir romanından alınmıştır.” notu düşülerek bir şiir yayınlanır. (3 Ağustos 1951) Şiir başlıksızdır. Biz bu şiiri 21 yıl sonra yayınlanacak Ruh Adam romanındaki “Geri Gelen Mektup” olarak biliriz.

 

Atsız’ın başta Adile Ayda olmak üzere birçok tanıdığına yazdığı mektuplardan romanı çok önceden yazdığı anlaşılıyor. Bican Ercilasun, romandaki gerçek şahsiyetler dolayısıyla yayımının geciktirildiğini ve hukuki bazı değişikliklerin ardından 1972’de yayınlandığını söylüyor. Ardından romanın yazım yılı olarak 1949-50 arasını tespit ediyor.

 

1944’te hapse girip 45’te çıkması, 45-46 arası Bozkurtların Ölümü’nü yazışı, 47-49 arasında Türkiye Yayınevi’nde yoğun mesai yapması ve peş peşe kitaplar yayınlaması, bizi 1949’a getiriyor. 1951’de “yayınlanmamış bir romandan” alınarak yayınlanan şiir, romanın 1949-50 arası yazılıp bitirildiğini gösteriyor.

 

Bu dönem Erenköy Kız Lisesi mezunlarının Atsızlar’ın evine geldiği dönemdir. Yine Atsız bu süreçte hastalıklarla boğuşmaktadır. 1950 sonlarında yakalandığı dizanterinin belirtileri arasında şiddetli ateş ve halsizlik vardır.

 

Selim Pusat’ın ve romanın yazılış tarihinin tespit edilmiş olması, bizi Güntülü’yü aramaya çıkarabilir. Romandan ve mektuplardan çıkan sonuçlarla bir Güntülü profili oluşturabiliyoruz. Buna göre Güntülü:

 

1- Büyük Atsız’ı kendisine aşık ettiyse çok güzel olmalıdır.

 

2- Yeşil gözlüdür.

 

3- Romanın kaleme alındığı 1949-50 arasında Erenköy Kız Lisesi’nde bulunmuş olmalıdır.

 

4- Atsız’dan 25 veya 25’e yuvarlanacak bir yaş kadar küçük olmalıdır.

 

5- Kanı, saf Türk kanı değildir. ( Romanda Güntülü’nün soyismi verilmez. Şeref ve Cengiz Han Güntülü’yü “soyu sopu belli olmamakla” suçlar.)

 

“İlginç” olarak tarif edilebilecek bir araştırma devresinin ardından, bir isim tespit ettim. İsim yukarıdaki tanıma hemen tamamen uyuyor, üstelik başka ipuçları bulmaya da yardımcı oluyordu. Yukarıda sayılan 5 noktaya ek olarak 3 kanıt daha bulmaya yarayan bu isim, yani Güntülü, Günseli BAŞAR’dır.

 

1952 Avrupa Güzeli Günseli Başar

 

1- Günseli Başar; 1951 Türkiye, 1952 Avrupa güzelimizdir.

 

 

2- Göz rengi yeşildir.

 

 

 

 (Günseli Başar’ın renkli fotoğrafında gözlerinin rengi net olarak seçiliyor.)

 

 

3- 1950 -51 arasında üniversiteye başladığına göre 1949-50 döneminde lisede olmalıdır. Erenköy Kız Lisesi mezunudur.

 

4- 1932 doğumlu olan Günseli Başar, Atsız’dan 27 yaş küçüktür.

( 25 rakamının yuvarlama olduğunu düşünüyorum. Tam sayı verip de 27 deseydi adrese teslim olacaktı. Bu durumda bu kadar sembolizme ne gerek olurdu?)

 

5- Anne tarafı Rumelili baba tarafı Gürcü olan Günseli Başar, “saf Türk” değildi. (Romanda asaleti temsil eden Leyla Mutlak’la kıyas edilememesinin sebebi “yüzde yüz Türk” olmayışıydı.)

 

Şimdi “ek kanıtlara” geçelim.

 

6- Atsız’ın Günseli’ye ilgisi muhakkaktı. Günseli’nin tavrını tam olarak bilemiyoruz. Fakat romanda anlatıldığı kadar dolu bir insan olan Günseli Hanımın kendisinden yaşça büyük erkeklerle ilişki kurmaktan çekinmediğini biliyoruz. (İki kez evlenen Günseli Başar’ın ilk kocası kendisinden 18 yaş büyüktü.)

 

7- Atsız Turan Kekevi’ye mektubunda “Güntülü ve Aydolu birer gerçektir ve isimleri de romandaki isimlerine yakındır.” diyor. Güntülü ve Günseli söyleyiş ve anlam olarak yakınlık gösteriyor.

 

Son kanıtımı ortaya atarak çekiliyorum. Bununla birlikte toplam 8 oluyor. Birisi dokuz kanıtla ortaya çıkıp başka isim sunmadıkça Güntülü, Günseli Başar’dır.

 

Son kanıt Geri Gelen Mektup’tan bir dörtlük:

 

“Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse

Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse

Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,

Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse…”

 

Dördüncü mısradaki “yeşil göz” vurgusunu zaten yaptın diyeceksiniz. Bunu ayrı kanıt değil, gelecek olanı güçlendirmek için yaptım. Çünkü; Atsız bu dörtlükte “Güntülü’nün” kimliğini vermiştir.

 

Hatta romanın başındaki Uygur masalında…

 

Burada dikkat edilmesi gereken dördüncü değil, ilk mısradır.

Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse”

 

Günseli; günışığı anlamına gelir…

 

 

Bu vesileyle fikir kubbemiz Nihal Atsız’ı ve 2013’te vefat eden Günseli Başar’ı rahmetle anıyorum.

 

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!

 

 

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Semih Ayna

1996’da doğdu.

Latest posts by Semih Ayna (see all)


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

“ATSIZ’A “ŞEREF’İNİ” GÖMDÜREN KADIN” için 2 yanıt

  1. Yarkın avatarı
    Yarkın

    Çok başarılı bir çözümleme, fikrimce ilgili hocalarımıza ulaştırılması gerekiyor. Tebrik ederim.

  2. YASİN UÇAR avatarı
    YASİN UÇAR

    Kitabı okudugumda çok etkilendim atsızın geri gelen mektup adlı şiirini daha once biliyordum bu yuzden romanın atsızın kendisıyle ilgili olabileceğini dusundum sizin yaptığınız cozumlemeylede doğruladım güzel bi iş çıkarmışsınız elinize saglık