Cengiz Dağcı ile Son Röportaj

İsa Kocakaplan’ın Ocak 2009 tarihinde Cengiz Dağcı ile gerçekleştirdiği ve Türk Yurdu dergisinin Kasım 2019 sayısında; o günü, izlenim ve hislerini de işin içine katarak kaleme aldığı yazısını siz değerleri okurlarla paylaşmak istiyorum.

 

‘‘Bu konuşma 19 ve 21 Ocak 2009 tarihlerinde Cengiz Dağcı’nın Londra Southfields’teki evinde yapıldı. Üzerinden 10 yıl geçti. Bu sürede Dağcı vefat etti (22 Eylül 2011) ve sağlığında kavuşamadığı yurduna, Kırım’ın Kızıltaş’ının anne toprağına vefatı ile kavuştu (2 Ekim 2011).

 

Onunla konuştuğumuz ev yerinde duruyor, ancak o evde Cengiz Dağcı’nın hatıraları yok artık. Varisleri tarafından ev elden çıkarıldı. Cengiz Dağcı’nın bu evdeki hatıraları ve izleri fotoğraflarda ve bu röportajda kaldı.

 

1991 yılından itibaren Kırım Türklerine sıcak kucağını açıyor diye umutlandığımız Kırım da Rusya’nın soğuk ve acımasız pençeleri arasında şimdi. Bu kadim Türk yurdunun çileli insanları ve onların yaşatmaya çalıştıkları sıcak yuvalarının yansıları da Cengiz Dağcı’nın romanlarında saklı.

 

Bu röportaj o eserlerin yeniden okunmasına ve gençlerimizin yüreklerinde Kırım ateşinin alevlenmesine katkı sunar inşallah…

 

Cengiz Dağcı ile buluşma günü

 

19 Ocak 2009 Pazartesi… Bugün, yıllardır romanlarını ve diğer kitaplarını okuduğum, hakkında yazılar yazdığım, konuşmalar yaptığım Cengiz Dağcı ile buluşma günü. Saat 11.00 sularında kendisini arıyorum. “Aaa! İsa Kocakaplan, nerdesin?” diyen hafif hayret ifadeli, ama dinç sesi, yine telefonda çınlıyor. Otelde olduğumu, ona gelmek üzere yola çıkacağımı söylüyorum. “Yarım saat sonra buradasın.” diyor. “Southfields” istasyonuna geldiğinde beni ara, kapıyı açayım.” “Tamam, ararım.” diyorum. Telefonu kapattıktan sonra, fotoğraf makinesini, video-kamerayı kontrol ediyorum. Pilini, şarj kablosunu gözden geçiriyorum. Bir aksilik çıkmasını istemiyorum.

 

Muhsin Karabay anlatmıştı. Cengiz Dağcı’nın evine gitmiş, makineye yedek kaset alamadığı için görüşmenin büyük bölümünü kaydedememiş. Bunun Muhsin için ne büyük azap olduğunu onu tanıyanlar bilir. Ziyaret ettiği kişi saatlerce konuşsun, Muhsin onun sözünü hiç kesmeden kayıt işini sürdürür. Cengiz Dağcı’ya gittiğinde yaşadığı aksiliği, bana yana yakıla anlattı ve mutlaka tedbirli davranmamı istedi. Ben de bu konuda kılı kırk yarıyorum. Makinenin pilinin şarjı dolu. Ama konuşma uzun sürerse ve şarj yetmezse ne yaparım? Onun için şarj kablosunu yanımda bulundurmam gerekiyor. Lakin bu fişler İngilizlerin prizlerine uymuyor. Fişler iki kollu, İngilizlerin prizleri üç delikli. Bunun için bir adaptöre ihtiyaç var. Allahtan Çağrı’ya söylemiştim. O gelirken, bana kendi kullandığı adaptörü getirdi. Edinburgh’a dönünce kendisi yeni bir tane alacak. O adaptörü kaç kere denedim. Prize taktım, ardından makinenin fişini adaptöre taktım ve şarj edip etmediğini kontrol ettim. Çok şükür, her şey yolunda idi.

 

Şimdi otelden çıkacak, karşı kaldırımda hemen bizim hizamızda bulunan durağa geçecek ve bizi South Kensington İstasyonuna götürecek otobüse binecektik. Bindik. Zaten mesafe kısa, üç durak. Yolcu kalabalık olmadığı için 5 dakikada istasyona varıyoruz. Cengiz Dağcı’nın evi Wimbledon tenis kortlarına yakın bir yerde. Batıya doğru gideceğiz. Haftalık kartlarımızı okutarak istasyon turnikelerinden giriyoruz. İki kat aşağıya iniyoruz. Metro istasyonunun westband tarafına geçiyoruz. Orada bulunan levhadan istasyonları kontrol ediyorum. Evet, işte Southfields orada yazılı. Batıya iki hat var. Birisi Richmond treni. Biz ona binmeyeceğiz. Wimbledon’a giden trene bineceğiz. İlk gelen Richmond treni, ona binmiyoruz. İki üç dakika sonra bir tren daha geliyor. Önünde sarı ışıklı Wimbledon yazısı var. Bu bizimki. Perona yanaşıyor. Vagona giriyoruz. Yer var. Oturuyoruz. Gözümüz kapı üzerinde yazılı istasyon isimlerinde. Üç istasyon batıya doğru gittikten sonra Earl’s Court istasyonundan güneye döneceğiz. 6 istasyon sonra Southfields’e ulaşacağız. Metro, bu güzergâhta genelde yer üstünden gidiyor. Pencereden hızla geçen evlere, sokaklara, caddelere bakıyorum. Dik çatılı, tuğladan yapılmış İngiliz evleri. Hepsi aynı elden çıkmış gibi. İkinci Dünya Savaşında yıkılan Londra’nın tarihi çehresi hiç kaybolmamış. İstanbul’un mimari düzensizliği orada yok. Sokaklar cetvelle çizilmiş gibi, evler bitişik nizam, ama önlerinde ve arkalarında bahçeleri var. Evet, puslu bir gökyüzü var, ama etrafta yeşillik daha baskın. İşte Earl’s Court’a geldik. Burası, büyük bir istasyon. Tren ve çeşitli yönlere aktarmalar buradan yapılıyor. Şimdi güneye döneceğiz. West Brompton, Fulham Broadway, Parsons Green, Putney Bridge, East Putney ve nihayet Southfields… Putney Bridge, Times nehri üzerinde büyük bir köprü. Çelik karkaslardan oluşuyor. Bu köprüden gürültü ile geçiyoruz. Thames’in suları bulanık. Yolun iki tarafında geniş düzlükler ve düzenli yerleşimler var. Sokaklar ve evler bir örnek. Biraz aşırı bir düzen anlayışı mı bu acaba? Olsun, ilk bakışta göze hoş görünüyor ve insanı rahatlatıyor. East Putney istasyonunu geçiyoruz. Belki 5 dakika sonra Southfields’te olacağız. İşte nihayet tren yavaşlıyor ve duruyor. Perona ayak basıyoruz.

 

Burası küçük ve tenha bir istasyon. Merdivenler nispeten az. Bir solukta çıkıyoruz. Şimdi istasyonun önündeyiz. Etrafıma bakınıyorum. İstasyonun kare şeklinde kapısı ve sivri çark örtülü bir çatısı var. Sırtım kapıya dönük. Sol taraftaki caddeye (Replingham Road) geçip yürür ve sağdan ikinci sokağa saparsam, Cengiz Dağcı’nın evinin sokağını bulmuş olurum. Heythorp Street, 104 numara… İnternetten kaç kere bu sokağa gelmiştim. İstasyonun önündeki küçük meydandan karşıya geçiyorum. Cadde boyunca 15-20 metre kadar yürüyorum. İşte, sağdan ikinci sokağın girişi burası. Tabelaya bakıyorum: Heythorp sokağı yazıyor. Rahat bir nefes alıyorum. Şimdi 104 numarayı bulana kadar yürümeliyim. Yürüyorum… Yaklaşık 8-10 dakika yürüdükten sonra bembeyaz kapılı, bembeyaz panjurlu, kırmızı tuğlalı, diğer evlerden daha genişçe yer kaplayan bir evin önünde duruyorum. Ve kapının ziline basıyorum. Kısa bir an sonra kapı açılıyor. Kucağında 6 aylık bir bebekle sarışın, ince, güzel bir hanım görünüyor. “Cengiz Dağcı’nın evi burası mı?” diye soruyorum. “Hayır.” diyor. Evin kapı numarasına bakmak aklıma geliyor. Kapıdaki numara 105. Cengiz Dağcı’nın evi ise 104 numara. Bu genç anneden özür diliyorum. “Önemli değil.” diyor ve güler yüzle tekrar evine çekiliyor. Hemen yolun karşı kaldırımına geçiyorum. Çift numaralı evler orada. Biraz geriye doğru yürümemiz gerekiyor.

 

Cengiz Dağcı’nın evi

 

Ve işte kırmızı tuğladan, beyaz çerçeveli pencereleri ve kahverengi kapısı ile 104 numaralı ev karşımızda. Evin bitişiğindeki diğer evler beyaz boyalı. Sadece Cengiz Dağcı’nın evi kırmızı tuğlalı cephesiyle, arayanlara sanki: “Ben buradayım.” diye sesleniyor. İçerde ışık yanıyor. Kapı aralık. Evin önündeki ufak bahçe, solda demir bir giriş kapısı ve tuğla duvarla sınırlı. Evin önünde gümrah ve hayli uzamış bir ardıç ağacı var. İçeri girince mutfak olduğunu öğreneceğim yerin penceresini, hatta ikinci katta bulunan yatak odasının penceresini de bütünüyle kapatıyor. Zile basıyorum. Biraz bekledikten sonra, aralık kapıyı itip hole giriyorum. Bu arada Cengiz Dağcı da içerinden çıkıp holde görünüyor.

 

Yarabbi sana şükürler olsun… 1970’li yıllarda adını öğrendiğim, eserlerini okumaya başladığım ve bugüne kadar kendisinden asla kopamadığım, gurbetteki bu Türk romancısı ile işte nihayet karşı karşıyayım. Elinde eğri boyunlu sarı bastonu, üzerinde kolları sıvalı açık yeşil gömleği, lacivert pantolonu ile karşımda bir asır duruyor. Yumuk gözleri, değirmi yüzü, gür kaşları ve tatlı gülümsemesiyle “ Hoş geldin İsa Kocakaplan.” diyor. İçeriye buyur ediyor. Önce ellerinden öpüyorum. Bu eller, yıllar yılı onun beyninden binlerce sayfalık 25 kitap sağdı. Londra’da bir Türk adası olan evinden Türkiye’ye, Türkiye Türkçesinde binlerce kelime ile binlerce defa merhaba dedi. Yurtdışına gidişinin ikinci yılında Türkçeyi unutanlara inat, 65 yıl boyunca ne yazdı ise Türkiye Türkçesi ile yazdı. Türkçemizin zenginleşmesi için, Londra’dan sanat eserleri hâlinde Türkçe demetleri gönderdi İstanbul’a. Bizim Türkçeyi budamakla uğraştığımız yıllarda, o çizgisini hiç değiştirmedi. Mübarek Türkçeyi Varlık’ta iken de Ötüken’de iken de anne sütü lezzetiyle kullanmaya, yazmaya, konuşmaya devam etti. İyi derecede İngilizce, Rusça; orta derecede Almanca ve Lehçe bilen bu adam, ana dili Kırım Tatarcası olan bu güzel insan, dünyaya mesajını Türkiye Türkçesi ile vermeyi tercih etti.

 

Dağcı 20. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye Türkçesini en istikrarlı, en tabii ve derin bir aşkla kendiliğinden kullanan yazardır. Bir dil ödülü verilecekse, o konuda ilk düşünülecek yazar Cengiz Dağcı’dır. Biz yaklaşık 50 yıl boyunca öz ve üvey Türkçe diye çekişirken, o bu tartışmalara girmeye asla tenezzül etmedi ve Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, yabancı bir diyarda, kozasını Türkiye Türkçesi ile ördü.

 

İşte ben bu dil kahramanının yıllarını geçirdiği mabedindeyim. Birlikte salona geçiyoruz…

 

Buradaki bitişik nizam evler ikişer katlı. Her iki ev birbirinin simetriğini oluşturuyor. Giriş kapıları birbiri ile komşu, üç metre boyunda 1,5 metre eninde bir giriş holünden sonra, soldaki binada sola, sağdakinde de sağa dönülerek mutfağa ve evin arka tarafında bulunan büyükçe salona giriliyor. Her evin önünde yaklaşık 5×2 metre ebadında küçük bir bahçe bulunuyor. Bahçe duvarları, demir bahçe kapıları neredeyse bir örnek. Arkadaki salon, evin geniş bahçesine bakıyor. Salonun arka bahçe tarafında kapı boyunda iki kanatlı iki pencere var, aynı zamanda kapı vazifesini görüyorlar. Bunlardan herhangi birini açıp bahçeye çıkabilirsiniz. Arka bahçeye çıkışta, yine giriş kapısının önünde olduğu gibi bir veranda var. Zemini beton. Tam ortada bulunan bir kapı yerinden bahçeye geçiliyor. Bahçe bakımsız. Sarmaşıklar her tarafı işgal etmiş, ağaçların dalları budakları uzamış, yayılmış. Bahçenin zemini otlarla kaplı. Cengiz Dağcı’nın uzun süredir buraya çıkmadığı belli. Evin içi nispeten daha derli toplu. Etrafta cips kutuları var. Kimi kapalı, kimi açık. Demek ki açlığını bunlarla bastırıyor Dağcı. Kendisine kızının veya torununun gelip gelmediğini soruyorum. “Frank haftada bir geliyor.” diyor. Frank Posner, Cengiz Dağcı’nın damadı. Taksicilik yapıyormuş. Müzik öğretmeni olan Arzu-Ursula ile aralarında 8 yaş fark varmış. Arzu 1945 doğumlu olduğuna göre, Frank 1953 doğumlu. Frank haftada bir gelip, ev ve bahçe ile ilgileniyormuş. Tabii bir iki saatlik sürede etraf ne kadar toparlanabilirse, o kadar oluyor. Bir de Cengiz Dağcı’yı taksisiyle Regina’nın mezarına götürüyormuş Frank.[1]

 

Cengiz Dağcı için her şeyden önemlisi bu. Sürekli Regina ile yaşıyor. Sağlığında da ölümünden sonra da Regina onun hayatını bütün varlığı ile dolduruyor. Haftada veya on beş günde bir onun mezarını ziyaret etmek, Dağcı için hayatın en anlamlı ritüeli hâline gelmiş. Evin alt katındayız. Girişteki mutfağın duvarları, oradan arka tarafa salona geçerken gördüğüm şöminenin üzerindeki raf ve duvarlar, her yer Regina’nın fotoğrafları ile dolu. Salonun duvarlarını süsleyen panolar, koltukların üzerindeki örtüler, yastık kılıfları, yere serili kilimler, hepsi Regina’nın hünerli ellerinden çıkmış. Mutfakla salonu, üst kata çıkan dik merdiven ayırıyor. Yukarıda iki oda ve banyo bulunuyor. Cengiz Dağcı’nın yatak odası üst katta, mutfağın üzerine denk geliyor ve tabii sokağa bakıyor. Penceresinden gümrah ardıç ağacı görülüyor. Dağcı, 90 yaşındaki Dağcı, her gün uyanınca bu merdivenden aşağı, salona iniyor, oturuyor, televizyon seyrediyor; gece yarısına yakın bir vakitte, yine bu 20 basamaklı merdiveni tırmanarak, kendi deyimi ile “yatmalığa” çıkıyor. Yatmalığın karşısında arka bahçeye bakan bir oda daha bulunuyor.

 

Salonun bahçeye bakan sol köşesinde, Dağcı’nın zarif bir çalışma masası duruyor. Etrafı açık 4 ayaklı, ortada büyükçe bir çekmece ve yanlarda üst üste 2’şer çekmeceli şık bir çalışma masası bu. Masanın hemen sol yanına Regina’nın oturduğu koltuk yerleştirilmiş. Cengiz Dağcı, Regina’nın ölümünden sonra kızına ve torunlarına, bu koltuğa oturmamalarını rica etmiş. Ben galiba oturdum… Kamerayı ayarlarken bir süre o koltukta oturduğumu sanıyorum. Ama bana bir şey demedi.

 

Yıllar boyu Regina bu koltukta el işlerini ördü, hemen yanı başında, sol tarafında Cengiz Dağcı hayal atını düş ülkesine sürerek, Türkçe rüyalar gördü. Bu evde Regina o kadar canlı ve evi öylesine dolduruyor ki… Kim gelirse gelsin, Dağcı ile görüşmeye Regina ile başlamak mecburiyetinde hisseder kendini. Bizimki kendiliğinden öyle oldu. Yatmalığa çıkan merdivenin hemen izdüşümünde bulunan üçlü koltukta Cengiz Dağcı oturuyor. Koltuk, karşıdaki duvarın dibindeki televizyona ve onun ötesindeki bahçeye bakıyor. Onun oturma yeri burası.

 

Mutlu yıllarım Regina ile geçti

 

Ben kamerayı ayarlarken, Ayten de Cengiz Dağcı ile bu koltukta sohbete dalıyor. Cengiz Dağcı Ayten’e Regina’yı anlatıyor:

 

– Eşimin ismi Regina’dır. “Cengiz, ben kilisede evlenmek istiyorum.” dedi.  Dedim “ Sen kilisede evlenmek istiyorsun, ama ben Müslüman’ım. Ben dinimi değiştirmem.”  O zamanlar Landeck’te bir rahip vardı. Çok iyi bir adamdı. Ona durumu anlattık. Vatikan’a bir mektup yazarak sordu. Ve Vatikan’dan olumlu haber geldi. Ben dinimi değiştirmeksizin kilisede evlendim. 1945 yılıydı.”

 

Dağcı geçmişteki olayları neredeyse saati saatine hatırlıyor. Hâlihazırla ilgili bir takım unutkanlıklar oluyor, ama bu son derece normal, çünkü bu çileli adamın yaşı 90’a ulaşmış. Regina ile nasıl tanıştıklarını heyecanla anlatmaya başlıyor. 1944 yılıdır. Türkistan ordusunda subaydır. Birliği, Fransa’nın İspanya sınırına yakın bir yere taşınmıştır. Cengiz Dağcı, buradan ayrılıp Kırım’a dönmek ister. İsteği kabul edilir. Maceralı bir yolculuktan sonra Varşova’ya kadar gelmeyi başarır. Sonrasını kendisinden dinleyelim:

 

– Varşova’ya geldik. Orada büyük bir bina vardı. İçerisinde çeşitli milletlerden insanlar vardı. Onlar da hepsi kendi vatanlarına gidiyorlardı. Ermeniler, Gürcistanlılar, Makedonyalılar bir binanın içerisinde kalıyordu. Bana dediler ki: “ Güney Ukrayna’da daha savaş sürüyor. Yol kapalıdır. Yol açılsın. Sen o zaman gidersin Kırım’a.” Bekledik… Bekledik… Yol açılmadı. O zaman işte… Yakınımızda küçük bir lokanta vardı. Benim eşimin annesi işletiyordu. Oraya gittik. Orada kapının yanında bir masa, masanın yanında Rusça kitaplar. Baktım genç bir hanım Rusça öğreniyor. Benim o zamanlar Rusçam çok yahşi idi. Ona Yesenin’in bir şiirini Rusça ezbere okudum. “Ooo! Siz Rus’sunuz.” dedi. “Yok” dedim. “Ben Kırım Tatarıyım.” Sonra tanıştık.

 

Kırım yolu açılmayınca, bu tanışmadan bir süre sonra Dağcı Berlin’e döner. O, döndükten sonra Varşova’da Almanlara karşı büyük bir ayaklanma çıkar (1 Ağustos 1944). Almanlar Varşova’yı, taş taş üstünde bırakmamacasına bombalarlar. Varşova halkını da işçi olarak Berlin’e sürerler. Bu felâketten çıkan tek olumlu sonuç Dağcı ile Regina’nın buluşmaları olur:

 

– Evet, ben Berlin’e geldim. Yaş Türkistan gazetesinde çalışmaya başladım. Ağustos ayında Varşova’da Almanlara karşı büyük bir isyan çıkmıştı. Alman hava kuvvetleri aşağıyı dümdüz yapmıştı. Bombalamışlardı.  Varşova’nın ortasından Vistül nehri geçiyordu. Nehrin öteki tarafında (doğu) Ruslar vardı. Ruslar hiç yardım etmediler. Polonyalıları sevmezlerdi. Polonyalılar da Rusları sevmezlerdi. Onlar seyirci olarak baktılar. Sonra Almanlar, içerde kalanları Varşova’dan çıkardılar.

 

Regina da o zaman Varşova’dan çıkarılanlardandı. Berlin’e geldi. Almanlar, mecburi iş vererek çalıştırıyorlardı. Regina’nın geldiğinden haberim yoktu. Onların belli olmasını sağlamak için “P” harfli işaretleri göğüslerinin üstünde taşıtırlardı. Regina zeki bir kadındı. O, giysisine onu sadece iğnelemiş ve dışarı çıktığında onu söker, onlara yasak olduğu hâlde sinemaya giderdi. O, uyanıktı.

 

Ben de işte o zamanlar Yaş Türkistan gazetesinde çalışıyordum. Regina, sokaklarda Asyalı kimselere sorarmış: “ Sizler, Cengiz Dağcı’yı tanır mısınız?” diye. Onlar da “Yok tanımayız.” derlermiş. Çok sonra biri “ Orada bir Yaş Türkistan gazetesi var. Git oraya sor. Belki onlar tanıyorlardır.” demiş.

 

Odamda çalışıyordum. Biri geldi, “ Sen Cengiz Dağcı mısın? Seni aşağıda genç bir hanım arıyor.” dedi. “ Evet benim. Ama ben hiç genç bir hanım tanımıyorum.” dedim.  İndim aşağıya ki, merdivenin üstünde Regina’m duruyor. O günden sonra artık hiç birbirimizden ayrılmadık. O sıralar Ruslar da yaklaşıyorlardı. Berlin’e 2 Şubat’ta çok büyük bir bombardıman olmuştu. 1945’te harbin sonunda 2000 Amerikan ve İngiliz uçağı bombardıman yapmışlardı. O gece Regina benim yanımdaydı. Hep beraberdik. Regina, “ Cengiz, Ruslar yaklaşıyor. Sen Berlin’den çıkmalısın.” dedi. Ben onsuz hiçbir yere gitmeyeceğimi söyledim. O da “ Tamam beraber gideriz.” dedi.

 

2 Şubat 1945’te yapılan bombardımanın ertesi günü, Dağcı ile Regina Berlin’den ayrılırlar. Regina, annesini Berlin’de bırakır. İkisi trenle Berlin’den Dresten’e geçerler. Onlar ayrıldıktan sonra, müttefik uçakları Dresten’i de bombalarlar. Tren onları Viyana istasyonuna kadar getirir. Dağcı burada, 7-8 kadının istasyonun bir köşesinde oturduklarını ve Tatarca konuştuklarını görür. Daha sonrası, Regina ve Dağcı’yı Avusturya’daki Landeck mülteci kampına götürecek hikâyeyi oluşturur. Dağcı bunları anlatırken o günleri yaşarcasına, heyecan içindedir:

 

– Oturan hanımlara “ Siz Kırımlı mısınız? Ne yapıyorsunuz burada ?” dedim. Onlar: “ Evet. Biz Kırımlıyız. Eşlerimizi Almanlar aldılar. Demiryollarında çalıştırıyorlar. Onları bekliyoruz.” dediler. Ruslar, Viyana’ya yaklaşıyorlardı.  Benim de yahşi bir Almancam vardır. Epeyce iyidir. Gittim anlattım Alman başkanlarından olanlara:“ Bunların eşleri demiryollarında çalışıyormuş. Ruslar yaklaştığı için korkuyorlar.” dedim. İzin aldım. Kocalarını geri getirdim. Sevindiler.

 

Viyana’dan trene bindik. İnsburg’a gittik. Orada birkaç tünel vardı. Tünelden çıkarken 2-3 Amerikan uçağı trene saldırdılar. Şimdi de diyorlar ya “Friendly fire/ dost ateşi…” Amerikalılar görüyorlardı trenin içinde muhacirler, Kırım Türkleri, Makedonyalılar, Gürcüler, Ermeniler olduğunu. Biz o gün 12 ölü verdik. Regina İnsburg’a gitti diğerleriyle, ben Avusturya’da kaldım. İyi insanlardı. Kendi mezarlıklarının yanında yer verdiler. Oraya ölüleri gömdük. Sonra ben de İnsburg’a gittim. Regina ile buluştuk. Nereye gideceğimizi kararlaştırdık. İsviçre hududu yakındı. İsviçre’ye gitmeye karar verdik. 20-25 kilometre yolu yayan gittik. Yolun yanında terk edilmiş barakalar vardı. Orada uyuduk. Ertesi gün ben çıktım yola, sigara izmariti aradım içmek için. Amerikalılar yetişip, bizi gördüler. Nereye gittiğimizi sordular. Biz, İsviçre’ye gideceğimizi söyledik. Onlar bunu kabul etmeyerek, bizi muhacir kampına, Avusturya’ya İnsburg’a getirdiler. Landeck muhacir kampına.

 

Orada iki kamp vardı. Biri Rusya’ya gitmek isteyen Rusların kampı, diğeri Rusya’ya gitmek istemeyenlerin kampıydı. Gitmek istemeyenlerin arasında 3 baraka Kırım Türkleri vardı. Zavallılar Rusya’ya gitmekten korkuyorlardı.  Ve hep “ Biz Türk’üz, Rus değiliz.” diyorlardı. Amerikalılar da şaşırıyorlardı bu kadar Türk’ün burada ne işi var diye. Ve İsviçre’deki konsolosluğa bildirdiler. İsviçre sefarethanesinden adam gönderildi ki tespit edilsin kim oldukları. Türkiye’ye kabul edildiler. Hanımım Polonyalı olduğundan, ben Polonyalıların tarafında kaldım.

 

Hatta arkadaşım Zöhre Hanım[2] bana kırılmıştı o tarafı seçtiğim için; ama benle irtibatını hiç kesmedi. Mektuplaştık. Türkiye’ye gidince, bana oradan sanat mecmuaları ve kitaplar göndermeye başladı. Varlık dergisini göndermeye başladı.

 

Burada Zöhre Hanımdan bahsederken Dağcı’nın gözlerinin ışıldadığını görüyoruz. Belli ki Zöhre Hanımın ona ilgisinden memnun. Erkeklik gururunu okşuyor bu hatırlayış. Kendisine Zöhre Hanımın soyadını ve onunla nasıl tanıştıklarını soruyorum. Cengiz Dağcı kesik kesik anlatıyor:

 

– Mülteci kampında tanıştık. Fakat daha önce ben Polonyalı eşim Regina’yı tanıyordum. Sonra Zühre Hanımla tanıştık. Eşim Regina o zamanlar arkadaşımdı. O beni Berlin’de aradı buldu. Zühre arkadaşım hayal kırıklığına uğradı. Fakat Zühre Hanım benimle ilgisini hiç kesmedi. Tükiye’ye gidince de ilgisini hiç kesmedi. Ankara’ya gitti. Oradan bana mecmualar, Varlık dergisi ve başka dergiler gönderiyordu. Benimle hiç alakasını kesmedi. Adresimi biliyordu. Ben de ona cevap veriyordum.

 

– Peki, Regina bunları biliyor muydu? Dağcı rahatça cevap veriyor:

 

– Regina bir şey demiyordu. Ben Regina’yı sevince, Zöhre Hanım biraz hayal kırıklığına uğradı.

 

Sonra Regina’nın onun hayatındaki yerini anlatmasına yardım edecek sorular soruyorum. 1946’da Edinburgh’a gelişleri, çektikleri sıkıntılar…

 

1953 yılında Fulham Road’da “Anabelle” isimli bir lokanta açışı, onun hayatında dönüm noktası olur. Cengiz Dağcı Anabelle lokantasını 2000 sterline alır, 1974’te 6000 sterline satar. Bu parayla Kew Garden’de, istasyonun yanı başındaki Pogoda lokantasını satın alır. Burayı 6 yıl işlettikten sonra 1980 yılında 14.000 sterline satar. Emeklilik hayatına ve yazılarının başına döner.

 

Aslında 1978 yılından itibaren yazarlığı bir durgunluk dönemine girmiştir. Londra Mektupları isimli eserinde, sık sık yazamamaktan şikâyet eder. Halûk (içindeki ikinci kişilik, ilham kaynağı) onu terk etmiştir. Eline kalem kâğıt alıp saatlerce beklediği hâlde, tek satır yazamadan masasından kalktığı zamanlar olur. Bu da onu yazı yazmaktan bir süre uzaklaştırır. Kendisini bahçe işlerine verir. Sabahtan akşama toprakla, ağaçla, çiçekle uğraşır. 1972 yılında çıkan Üşüyen Sokak romanından sonra yazdığı bölük pörçük mektup ve hikâyeler Halûk’un Defterinden ve Londra Mektupları isimli eserini oluşturur. Bu eserdeki metinler 1973-1980 yılları arasında kaleme alınmıştır. Dağcı’nın suskunluğu 1988 yılında birbiri ardına yayımlanan üç kitap ile bozulur: Anneme Mektuplar, Benim Gibi Biri, Yansılar 1. Hatta bunlardan Anneme Mektuplar isimli eseri, Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü’nü alır. “Peki siz bu kadar kitap yazarken Regina sıkılmıyor muydu?” diye soruyorum. Neticede, Regina Türkçe bilmiyor ve yazılanları anlamıyor:

 

– Sıkılıyordu… Sıkılıyordu… Şimdi ben kendime şaşırıyorum. Nasıl oldu da ben bu kadar, bunları yazabildim diye. Bütün gece oturup, yazıyordum. Regina aşağı gelip beni zorla yatağa çağırıyordu. Ben dindar değildim. Yalnız yaşlılığımda Allah’a çok şükrediyorum. Bana bu kadar kuvvet verdi.

 

Kendisini teselli için değil, gerçeği söylüyorum ona: Evet, siz o kadar sıkıntıların içinden geçtiniz. O kamplardan sağ çıkmak mucize zaten. O şartlarda, karda, kışta, soğukta, barakalarda bin bir türlü hâl var. Bu, bir mucize. Demek ki sizin bunları yazmanız içinmiş, Allah’ın size bu kadar yardım etmesi. Siz Allah’a, vatanınıza ve milletdaşlarınıza borcunuzu böylelikle ödediniz.

 

Derken 1988 yılı geliyor. Regina’nın kalbinden ameliyat olduğu yıl… Ameliyattan sonra bu güzel Polonyalı kadın, Dağcı’nın ayrılmaz parçası olan Regina, bakıma muhtaç hâle gelir. Cengiz Dağcı Regina’nın 13 Ocak 1998 tarihinde vefatına kadar, onun yanı başındadır. O zahmetli yılları, gözleri dolarak hatırlıyor. Bir taraftan da mutludur:

 

– Ameliyatla 8-9 yıl Regina’nın hayatını uzattılar. Ama yoğun bir bakıma ihtiyacı vardı. Ben ona bakıyordum. Benim en mutlu yıllarım ona bakmakla geçti. 9 sene baktım. Regina çok güzel bir hanımdı. Benim en mutlu yıllarım, ona kendi elimle baktığım yıllardır.

 

Cengiz Dağcı Türkiye’ye kırgın mı?

 

Bu cümleler üzerine bizim de gözlerimiz doluyor. Sözü başka bir vadiye taşımak hepimizi rahatlatabilir. “ Türkiye’ye kırgın mısınız?” diye sormak geçiyor içimden. 1947 yılında Türkiye’nin Londra Konsolosluğuna müracaat ederek Türkiye’ye gitmek istediğini söyleyişi, elçilik görevlisinin Türkiye’de yakını bulunup bulunmadığını sorması, Cengiz Dağcı’nın “Türkiye’deki herkes benim yakınım.” şeklindeki cevabının kabul görmeyişi ve içine düştüğü karamsarlık, terk edilmişlik atmosferi, zihnimden bir bir geçiyor. Bunun için Dağcı’nın Türkiye’ye kırgın olduğu yaygın bir kanaattir. Sonunda soruyu soruyorum:

 

– Derler ki, “ Cengiz Dağcı Türkiye’ye kırgın mı?” 1947’de konsolosluktaki hadisede sizi Londra’dan Türkiye’ye göndermemişlerdi. Kırgınlık varsa, ondan dolayı mı?

 

– Yok, ondan değil. Bizim halkımızın 18 Mayıs 1944’teki topyekûn sürgünü beni sarsmıştı. Milletler Meclisinde Bolivyalı biri soru sormuştu. “Niçin bu Kırım Türkleri sürüldüler?” Türk delegeleri hiç seslerini çıkarmadılar. Bizim milletimizin çoğu Türkiye’ye göç etti. Türkiye bu sürgünün nedenini hiç sormadı. Ondan dolayı gerçekten kırgınım. Biz aynı milletiz.

 

Cengiz Dağcı, gözümde daha da büyüyor. 90 yaşındaki bu adam, yabancı bir toprakta Türkçe kök salan bu çınar, şahsi düşünmüyordu. Eserlerinde nasıl milletinin acılarını anlatmışsa, işte Türkiye’ye kırgınlığında da milletinin çektiği sıkıntıyı, uğradığı zulmü öne çıkarıyordu. Devam etti:

 

– Ben 1946’da Landeck mülteci kampında iken Kırımlı Türklerle beraber Türkiye’ye gidebilirdim. Oradaki 400’e yakın Kırımlının hepsi Türkiye’ye gitti. Aralarında biraz önce sözünü ettiğimiz Zöhre Hanım da vardı. Ben Regina ile evli olduğum için Polonyalıların kampında idim. Onlarla beraber İngiltere’ye gittim.

 

Yine soruyorum:

 

– Siz Türkiye’ye gitmeyi hiç düşünmediniz mi?

 

– Yok. Benim için geç oldu.

 

– Genç olsaydınız gider miydiniz? Meselâ 60 yaşında olsaydınız?

 

– O zamanlar imkânlar olsaydı giderdim. Bize o zamanlar çok işler yaptırıyorlardı. Kızımızı eğitmek istiyorduk. Lokanta işimiz vardı.

 

Sonraki konuşmalarımızda, kalp rahatsızlığı olduğu için doktorların uçağa binmesine izin vermediklerini söyledi. Zaten çok istediği hâlde Kırım’a da bu yüzden gidemiyordu.

 

Dağcı’nın Şairliği

 

Biraz da eserlerinden söz açıyoruz Dağcı’nın. Yazmaya Akmesçit’te daha ortaokulda iken başlamıştı.  Rus yazarlarından etkilenip etkilenmediğini soruyorum. Meselâ Dostoyevski’den etkilenmiş miydi?

 

– Ben, zannedersem etkilendim. Ortaokulda iken. Bizim enstitüde bize öğretmenimiz Dostoyevski’den okuturdu. Öğretmenimiz hanımdı. Kazan Türklerindendi… O Dostoyevski’den bir parça okuyordu bana. O kadar gerçekçi yağmur tasviri vardı ki çok etkilendim. Güneşli bir gündü, ama pencereye yağmur damlaları değdiğini hissettiriyordu. O kadar tasviri kuvvetli idi. Evet, ben etkilendim Rus edebiyatından.

 

Ben önce şair olarak başladım. Kırım- Tatar genç şairi olarak bilinirim.

 

Bahçesaray’daki Kırım Hanlarının sarayını gezdikten sonra yazdığı “Söyleyin Duvarlar” isimli şiire getiriyor sözü. Edebiyat Dergisinde yayınlandığında tanıyamadığı şiirine:

 

– Bazı şeyleri değiştirmişler. Meselâ Bahçesaray’a gitmiştim. Hansarayı’nı görmüştüm. Bende çok büyük bir etki bıraktı. Geri döndüğümde bir şiir yazdım. Uzunca bir şiirdi.  “Söyleyin Duvarlar”  diye bir şiir yazmıştım. O zamanlarda Yazarlar Birliği sekreteri Şamil Alâeddin idi. -Zannedersem onu getirdiler. Orta Asya’dan Kırım’a. Kırım’da öldü zannedersem.- O, “Söyleyin Duvarlar” şiirini okudu. “Cengiz, biz bu şiiri basamayız.” dedi. Ben de “ O zaman müsveddeyi bana geri verin.” dedim. Onlar da “Azerbaycan-Bakü’de basarlar. Burada biz basamayız. Ama bir kopyası bizde kalsın.” dediler. Bir kopyası onlarda kaldı.

 

Gelecek ayın başında Edebiyat Dergisi çıktı. Şiir yayınlanmıştı. Ama o kadar çok değiştirmişlerdi ki, ben kendi şiirimi tanıyamadım.

 

O günlerde Sovyet ihtilalini övmeyen, o ideolojiyi işlemeyen şiirlerin basılmadığını, hatta böyle eskiyi, millî kültür unsurlarını işleyen şiir yazmanın, ölümü istemekle eş değer olduğunu söylüyor. Zaten bir süre sonra Komünist Partisi temsilcisinin, Cengiz Dağcı’yı ağaçlar, mezarlıklar, duvarlar hakkında şiir yazıyor, devrimle hiç ilgilenmiyor diye tenkit etmesi onun şiiri bırakmasına sebep olacaktır.

 

Dağcı’nın Romancılığı

 

Cengiz Dağcı’yı Türkiye’de tanıtan eserleri Sadık Turan’ın Hatıraları adıyla yazdığı, ama daha sonra Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam adlarıyla yayınlanan romanlarıdır.

 

” Zöhre Hanım Ömer Seyfettin hikâyelerini gönderdi mi size? Burada okudunuz mu yani… Siz Korkunç Yıllar’ı esir kampındayken mi yazmaya başladınız?” diye soruyorum:

 

– Evet. “ Korkunç Yıllar’ın hepsi, Kırım-Tatar Lehçesi ile yazılmış 7 defterde idi. O defterleri muhafaza etmedim. Zöhre Hanım, Türkiye’den bana sanat mecmuaları ve Varlık dergisi gönderiyordu. Onları okuyunca, bunları anlamazlar diye, ben 7 defteri de Türkiye Türkçesi’ne çevirdim. Eski bir daktilo aldım. Onunla yazdım. O daktilo şimdi damadımda. 500 sayfadan fazla daktilo ile yazdım. Korktum kaybolur hepsi diye, önce Türkiye’ye kitabı göndermedim. “Arkadaşım Maksut” diye kısa bir hikâye yazıp gönderdim. 5 kopya ile çeşitli yerlere gönderdim. Varlık yayınlarından Yaşar Nabi imzalı bir mektup geldi. “ Sizin hikâyenizi okudum. Merak ettim. Elinizden geldiği kadar Türkiye Türkçesi ile yazmaya çalışmışsınız. Fakat arada fark var. Onu Ziya Osman Saba’nın düzeltmesi lazım.” diyordu. “Onu bir tarafa bırakınız. Size bir romanımı göndereyim” dedim. Tekrar “ Ziya Osman Saba’nın elinden geçmeli. Fakat bu roman uzundur, onu 2 cilt olarak yayınlamak istiyoruz” dediler.

 

1956 ve 1957 yıllarında“Korkunç Yıllar” ve “ Yurdunu Kaybeden Adam” eserlerimi Türkiye Türkçesiyle basılmış olarak gördüğüm zaman, benim dil problemim ortadan kalkmıştı.

 

Bundan sonra Cengiz Dağcı’nın eserleri art arda gelecektir. 1972 yılına kadar 9 roman yayınlar.

 

Romanlarını sadece hafızasına ve hatıralarına dayanarak mı yazıyordu acaba? Karakterler ne kadar gerçek hayattan alınmaydı? Gerçekçilik akımı ile bağı ne ölçüdeydi Cengiz Dağcı’nın? Romanlarını yazarken bir araştırmaya ihtiyaç duyuyor muydu? Bütün bunları konuşurken, “ Bu konuda Londra Mektupları’nda ip uçları bulabilirsiniz.” dedi. Kitabı elime alıyorum. O Topraklar Bizimdi romanı hakkında şu cümleler gözüme ilişiyor:

 

“Onlar da İnsandı romanım yayımlanmadan çok önce başlamıştım O Topraklar Bizimdi üstünde çalışmalarıma. Kırım’da geçen olayları kapsayan bölümleri tamamlayınca, önceleri hiç göze almadığım güçlükle çıkıp dikiliyorlardı karşıma. Selim Çilingirov’un yaşam serüvenlerini, sıkı sıkıya gerçekler üzerine dayatmam gerekiyordu. Gerçeklerden koptuğu takdirde yitirecekti roman gerçek önemini benim için. Yararlanacağım kaynak ve malzeme bulmam için nereye başvuracağımı bilmiyordum.  İhtiyacını duyduğum bilgi ve malzemesiz romanı sürdürmem olanaksızdı. Eserin daktilo edilmiş yüz elli sayfalık kısmı bir yıla yakın bir süre çekmecede kaldı.

 

Eseri sürdüremeyişimin üzüntüsü içindeydim Ali Sahanoviç isimli bir Kafkasyalının, Londra’da Pilsudski Enstitüsünde çalıştığını öğrendiğim günlerde.  Gittim içimi açtım Ali Sahanoviç’e. Elimden tutup beni yöneticisi olduğu enstitünün kitaplığına götürdü. “İşte” dedi, “Senin yerin burası.”

 

Romanı sürdürebilmem için gerekliliğini iliklerimde hissettiğim malzemeler, özellikle romanda tasarlamış olduğum olayların geçeceği yerleri en küçük ayrıntıları ile tanımlayan haritalar. Büyük bir heyecanla tekrar başladım O Topraklar Bizimdi üzerinde çalışmalarıma.” (s. 221-222).

 

Dağcı, sanat anlayışı konusunda da şunları söylüyor:

 

“ Kişinin kafasında ve ruhunda taşıdığı bir dünyayı – bu dünya cinlerin, perilerin, iyi veya kötü insanların dünyası da olabilir- dışarıya, gün ışığına çıkarmasından, çıkarabilmesinden başka bir şey değildir sanat benim için. O dünya öylesine büyük bir güçle sanatçının içine yerleşir ki terk etmez hiç gerçek sanatçıyı. Sanatıyla yaşar. Her yerde. İşinin başında, ibadet yerlerinde… Sanatıyla uyur, sanatıyla uyanır. Terk ettiği hâllerde sanatçının kişiliği gerçek bir tragedyaya sürüklenebilir.” (s. 175)

 

Peki okumayı sevdiği yazarlardan bir kaçının ismini söyler mi?

 

“ Yabancılardan Aleksandr Soljenitsin, Franz Kafka, Thomas Mann, Marcel Proust, Levi Tolstoy, Henry Fielding’in kitaplarını okudum. Tanıştığım, evimde misafir ettiğim Türk yazarları da var. Lütfi Özkök, Selahattin Batu, Suut Kemal Yetkin, Yaşar Nabi Nayır, Osman Türkay evimde misafir ettiğim kişilerdir.”

 

Cengiz Dağcı, yazarlığının ikinci devresi diyebileceğimiz 1988- 2001 yılları arasına, 8 roman 8 anı kitabı sığdırır. Acaba kafasında daha yazmayı düşündüğü eserler var mı?

 

– Yok yok. Yazarlar vardır. Devamlı yazıyorlar. Yazılacak şeyler yazıldı. Söylenecek şeyler söylendi. Fazlası artık lafazanlık olur.

 

– Peki, televizyonda haberleri seyrediyor musunuz?

 

– Tabii. İngiliz haberlerini.

 

– Afganistan, Irak, Filistin savaşları hakkında ne düşünüyorsunuz? Dünya durumu hakkındaki düşünceleriniz neler? Siz Almanların pek çok Yahudiyi öldürdüklerini esir kamplarında gördünüz.

 

– Müslüman dünyası sesini hiç çıkarmıyor. Yahudilerin Batı dünyasından sesleri hep duyuluyor. Fakat bizim sesimiz duyulmuyor.

 

Konuşmamız bir süre dağınık gidiyor.

 

– Elinizde müsveddesi olan romanlarınız var mı?

 

– Yok.

 

– Yazıyorsunuz, gönderiyorsunuz ve atıyorsunuz. Saklamıyorsunuz yani?

 

– Evet.

 

–  Peki gelen mektupları saklar mısınız? Resimlerinizi muhafaza eder misiniz?

 

–  Evet birkaç mektup var. Resimleri de saklarım.

 

–  Kolunuzda Ay-yıldızlı bir dövme var.

 

–  16-17 yaşlarında Kırım’da yapmıştım. Annem çok kızmıştı.

 

–  Annenizi çok özlüyorsunuz tabii. Romanlarınızda çok bahsediyorsunuz.

 

– Annem uzunca yaşadı. Babam berberdi. Sürgüne dayanamadı. Babam genç yaşında öldü. Zannedersem 60 yaşında…

 

–  1944 yılında sürgün edildi.

 

–  Evet. Onun için büyük bir şeydi.

 

– Hapse attılar onu kendi üzüm bağında çalışırken, asma yaprağını seviyordu. Onu bir anlatır mısınız? Çok duygusal bir hadise.

 

– 1930 ortalarında. O yıllarda sadece bizim milletimiz değil Baltıklılar da, Ukraynalılar da çok zor hayat yaşadılar. Sürgün yaşadılar. Hapishaneye atıldılar. O zamanlarda kolhozlar kuruyorlardı. Ata babamızdan kalmış üzüm bağlarını öperek ağlıyormuş. Biri bildirmiş devlete, ama kimse bilmiyor. Hapse atmışlar. Sonra Akmesçit’e götürmüşler. Fakat önemli bir suç değildi. Birkaç hafta tuttuktan sonra serbest bıraktılar. Fakat zavallı kendi köyüne dönmeye korkmuş.  Akmesçit’te kalmış. Aileyi de oraya çağırmış. Önce beni çağırmıştı. Çünkü beni okula yerleştirmesi gerekiyordu.

 

–  Bir kız kardeşiniz Kırım’a dönmüş.

 

– 8 kardeşten geriye bir ben bir de Ayşe var şimdi.

 

Konuşmamız Kırım’ın güncel tarafına doğru kayıyor:

 

– Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan sonraki süreçte 1.800.000 Kırım Türk’ü Romanya’ya, Türkiye’ye ve çeşitli yerlere göç etmiş.

 

– Daha sonra İsmail Bey Gaspıralı geldi. Onlar seslendiler milletimize. “ Nereden geldiniz. Nereye gidiyorsunuz. Anavatan topraklarınızı bırakıp nereye gidiyorsunuz?” diye. Onlar biraz durdurdular. Sonunda da Kırım’a Rusları gönderdiler.

 

– Şimdi, bu kadar sene burada yaşadınız. Cengiz Dağcı tekrar dönse yirmi yaşına, aynı hayatı yaşamak ister miydi?

 

– Bugüne kadar çok zor işler yaptım. Esir kampları benim hayatımdaki acı zamanlar. Almanların esir kamplarında yaptıklarını, zulümlerini hiç unutamam. Yahudi ahalisine yaptıklarını hiç unutamam.

 

– Zaman zaman aklınıza geliyordur.

 

– Evet, o zamanlar aklıma geliyor. Sonra Londra’ya geldik. Çok uğraştık. Çocuk okuttuk, büyüttük. Çok sıkıntı çektim. Hayır, aynı hayatı tekrar yaşamak istemem.

 

Kırım’ın büyük insanları

 

– Siz buradayken de Kırım hep gözünüzün önünde. Ben Kırım’a hiç gitmedim. Meselâ Kızıltaş, Memiş’in bayırı, Tübya kırları, Ayı dağı, Gelinkaya, bunlar hep gözümün önünde. Bunlar hep sizin romanlarınızdan. Kuşkaya’nın orada ölüyor ya Bekir. Ruslar yol yaparken dinamit koyuyorlar. Onlar hep benim aklımda. İneği var, adı Macik. Hani siz dediniz ya “ Dostoyevski’yi okurken, güneşli bir havada yağmur tasvir ediyordu. Baktım yağmur yağıyor gibi oldu.” Aynı sizin romanlarınız da bende o tesiri yaptı. Gitsem Kızıltaş’a Kazanski’nin evini bulurum. Tabii, kalmışsa. Sizin romanlarınızdaki sahneler çok canlı. Kırım artık bir yandan da Kırım Türkleri ile doluyor. Sürgünden anavatanlarına dönüyorlar. Kırım konusunda onlar da söz sahibi olacaklar herhâlde.

 

– Cemiloğlu’nun dediği gibi “ Kırım’la ilgili herhangi bir mesele Kırım Tatarları olmadan çözülemez.”

 

– Tabii şimdi oraya belli bir nüfus birikti. Evler yapıyorlar. Türkiye’den yardımlar gidiyor. Yani orada bayağı bir yerleşme faaliyeti var. Şimdi Kırım’a dönmek için yasak kalktı. Dönüyorlar.

 

Bugüne kadar onların sesini siz duyurdunuz. Bu bakımdan ben sizinle Londra’da buluşup konuşmaktan dolayı çok mutluyum. Londra’da bir milletin sesini duyuran bir Cengiz Dağcı var. Elbette başka isimler de var. Ahmet İhsan Kırımlı vardır. Onun oğlu Hakan Kırımlı, onlar da çok uğraştı. Kırım dernekleri çok uğraştılar. “Emel” diye bir dergi çıkıyor. Ama onların hiç biri sizin romanlarınızın yaptığı tesiri göstermedi. Yani sizin romanlarınız, Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar da İnsandı, O Topraklar Bizimdi, Badem Dalına Asılı Bebekler, çok büyük etki yaptı. Siz bunları yazmasaydınız, Kırım’daki kolhozlaşma nasıl oldu? Milletlerin toprakları nasıl alındı? Evler nasıl müsadere edildi? Çocuklar nasıl gördü bunları? Onların ruhlarında nasıl fırtınalar koptu? Bunları kimse anlatmayacaktı. Siz anlattınız.

 

– Bizim Kırım tarihinde en büyükler ne Cengiz Dağcı, ne İsmail Beğ Gaspıralı, ne başkaları… En büyük onlar, o geri dönenlerdir. Önemli olan insanlar o geri dönenlerdir. Onların çoğu önemlidir. Hepsi Orta Asya’da doğdular. Orta Asya’da büyüdüler. Ve onlar Kırım’ı unutmadılar ve Kırım’a döndüler. Şimdi onlar döndüler. Büyük zorluklar yaşansa da Kırım’a kök salıyorlar. Geride kalanlar da vardır. Ama ilerde durum değişince kalanlar da dönerler.’’

 

Ben böylesi bir ilgiyi hak ettim mi?

Cengiz Dağcı’ya İstanbul Kültür Üniversitesi Rektörünün armağanı olarak, Atatürk portresi işlemeli bir tabak hediye ediyorum. Ötüken Yayınevinin teşekkür mektubunu ve gönderdikleri bir miktar telif takdim ediyorum. Kendisi hakkında benim hazırladığım “Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı” isimli çalışmayı imzalıyorum. Çok duygulanıyor. Yeni rektörümüz Prof. Dr. Dursun Koçer ile önceki rektörümüz Prof. Dr. Tamer Koçel’e ve bana birer kitabını imzalıyor Cengiz Dağcı ve bu sırada defalarca soruyor:

– Ben böylesi bir ilgiyi hak ettim mi?

Ona şu cümleleri söyleyebiliyorum:

– Böylesi bir ilginin çok daha fazlasını hak ettiniz. Çünkü Türkiye’de Kırım’dan, dış Türklerden kimsenin haberi olmadığı bir dönemde, onları sizin kitaplarınız Türkiye’ye tanıttı. Türk okuyucusunun okumasını sağladı. Türkiye’de 1000 tane kitabı 10 senede satamayan yazarlar var. Sizin kitaplarınız 1956’dan 2009’a kadar hâlâ okunuyor. Hiçbir reklamınız olmadan hem de. Buna rağmen okunuyor kitaplarınız. Onları siz gönlünüzden yazdınız. Sabahlara kadar çalışarak yazdınız. Bu hizmet kıyamete kadar unutulmaz. Sizin adınıza bir doktora tezi yapıldı. Tezi Kırıkkale Üniversitesi’nden Doç. Dr. İbrahim Şahin yaptı. “Cengiz Dağcı Hayatı ve Eserleri” ismiyle. Eserleriniz üzerinde yüksek lisans ve mezuniyet tezleri de yapılıyor. Siz daha fazlasını hak ettiniz. Bu romanlarınız senaryo hâline getirilip filme çekilmeli meselâ. Dizi filmler yapılmalı. Siz II. Dünya Savaşı’nda Türklüğün bir yanının yandığını, öldüğünü dünyaya duyurdunuz. Kırım Türklerinin feryadını sizin eserleriniz olmasaydı kimse duymayacaktı, duyurmayacaktı.

Dağcı’dan son birkaç cümle söylemesini istiyorum. O yine gönlündekini tekrarlıyor:

– Benim için Kırım’da en önemli olan şey sürgünden Kırım’a dönen Kırım Türkleridir. Onların çoğu Kırım’ın 5000 km. uzağında doğup büyümüş. Fakat Kırım’ı hiçbir zaman unutmamışlar. Bizim en büyük insanlarımız vatandan 5000 km. uzakta doğup büyüyen, ama Kırım’a geri dönen gençlerdir. Yalnız bunu söyleyebilirim. Ben o kitapları bir yazar olarak kendim için veya adım duyulsun diye yazmadım. Kırım’daki halkımızı, topyekûn Kırım’ın 5000 kilometre uzağına sürgün yapmaları, benim için büyük bir sarsıntı oldu. Bu eserler de çoğu o sarsıntının neticesinde meydana geldi.

Cengiz Dağcı’dan biraz sonra ayrılacağız. Ama bunu gönlümüz hiç istemiyor. Dağınık sorular ve bunlara cevaplar arka arkaya sıralanıyor:

–  Bir gününüz burada nasıl geçiyor?  Cengiz Dağcı’nın Londra’daki bir günü…

– Ben biraz geç kalkıyorum.  Akşamları geç yatıyorum.  Bu soruları sormayalım…

– Peki sormayalım. Sokağa gezmek için çıkıyor musunuz?

– Tabii ki yanımızdaki Wimbledon’a gidiyorum. Orada, arada sırada bir çay içiyorum. Metro ile gidiyorum. Buradan Southfelds’ten biniyorum. Ama epey zamandır gitmedim.

–  Şimdi gidelim mi?

– Hayır. Size Kırım müziği dinleteyim.

– Çocuklar söylüyor değil mi?

– Seslerini çocuklara benzetiyorlar.

– Sizin bir kediniz vardı. Ankara Radyo’sunu dinliyordu. O kedi bu evde yaşadı mı?

– Evet yaşadı.

– Nerde otururdu?

– Koltuğun üstünde.

– Gözünüzde katarakt mı var? Ameliyat olmayı düşünmediniz mi?

– Evet, düşündüm. Yapacaklardı. Bana söylediler. Hatta hastaneye aldılar. Ameliyat masasına yatırdılar. Sonra doktorlar geldiler. “Sizi ameliyat yapamayız. Narkoza dayanamazsınız.” dediler.

– Şimdi lokal uyuşturma ile yapıyorlar. Sadece göz tarafına iğne vuruyorlar.

– Yok, benim görme yeteneğim iyidir. Sadece okuyamıyorum.

– Polonya Havacılar Kulübüne hâlâ gidiyor musunuz?

– Evet gidiyorum. Hammersmith’de.

– Buraya uzak değil mi?

– Metro ile aktarma yapıyorum. Ama epey zamandır gitmiyorum.

– Orası da romanlarınızda çok geçiyor. “Polonya Havacılık Kulübü” diye Yansılar’da geçiyordu. Peki, Regina’nın mezarı nerede? Buraya yakın mı?

– Richmond tarafında.

– Epey uzak gidebiliyor musunuz?

– Damadım götürüyor. Benim mutlu yıllarım Regina ile geçti.

 

Yalnız, mahzun ve onurlu

Cengiz Dağcı’nın en mutlu yılları Regina ile geçti. Regina sağken birbirlerine güvendiler, birbirlerine dayandılar, birbirlerini sevdiler. Birbirlerine alan açtılar. Regina el işlemelerini yaptı, Cengiz Dağcı hayal atın binip Kırım’a gitti. İkisi de bir ipek böceği gibi kozalarını ördüler. İşte, Regina’nın el işleri evin her yerini süslüyor. Salondaki dik merdivenden yukarıya çıkıyorum. Duvarlar yine resimler ve el işleri ile süslü. Merdivenin hemen dibinde bir sehpa üzerinde, tuşları ve rakamları iri bir telefon duruyor. Cengiz Dağcı acil durumlarda bu telefondan arama yapabiliyor. Kitap okuyamıyor, ama bu tuşlardaki rakamları görebilir. Yine sehpanın üzerinde bir kâğıt parçası, iri rakamlarla damadı Frank Posner’in telefon numarası yazılı. Bu koca evde, bu koca adam yalnız başına yaşıyor. Kitapları ile binler-ce beyinde şimşekler çaktıran, hüzünler uyandıran bu mahzun adam, toprağından, yurdundan ayrı düşmüş bu köklü çınar, kaybolmamak için direniyor. Her gece o dik merdivenlerden yukarı çıkıyor, yatmalığına gidiyor. Her sabah salona inerek yeni bir hayata başlıyor. Londra’da kendine kurduğu dünyada, Londra’ya yabancı, ama kendine tanıdık olan dünyada, Regina ile annesi ile Gurzuf ile Kızıltaş ile birlikte yaşıyor. Oranın insanları ile uyuyup, ertesi sabah yine onlarla uyanıyor.

 

***

 

Dağcı ile son görüşmemiz 21 Ocak 2009 Çarşamba günü oldu. Bizi kapıya kadar uğurladı. Yüzündeki tebessüm pırıl pırıldı. 22 Ocak Perşembe akşamı Kuzey Londra’da Cengiz Dağcı hakkında bir konuşma yaptım. Gittiğim dernekteki dinleyiciler Cengiz Dağcı’yı tanımıyorlardı. Londra’da böyle bir yazarın yaşadığından haberleri yoktu. Bir saat kadar karşılıklı dertleştik. Kendilerini bu yabancı ülkede geçindirebilmek için var güçleri ile çalışıyorlardı. Ama akıllarında hep Türkiye var.

Türkiye’nin hâli ne olacak? Sıkıntılarından nasıl kurtulacak? Vatanlarından binlerce kilometre uzaktaki bu güzel insanlar, kendi dertlerini unutmuş, Türkiye ile dertleniyorlardı. Ben de onlara “Asıl siz ne olacaksınız? Varlığınızı bu yabancı şehirde, yabancı ülkede nasıl sürdüreceksiniz? Türkiye bir şekilde kendini kurtarır. Siz kaybolmaktan nasıl kurtulacaksınız? Hadi siz Türkiye ile bağlantılısınız. Orada hatıralarınız var. Gidip geliyorsunuz belki… Ama çocuklarınız, torunlarınız ne olacak? Onlar bu bağlantıyı sürdürebilecekler mi? Onun için geleneksel sanatlarla ilgili, Türk müziği ile ilgili kurslar açın, etkinlikler düzenleyin, sık sık bir araya gelmek için bahaneler yaratın.” dedim. Sonra Cengiz Dağcı’yı örnek gösterdim onlara. Türkçesi sayesinde, dili sayesinde kendisine Londra’da bir dünya kurabilmişti. Ama bu, yalnız bir dünya idi. Ve kendisiyle beraber bitecekti. Bunun devamlı olması için bir arada yaşayan, kültürü birbirine akıtan bir topluluk olmak gerektiğini anlattım. Konuşmadan sonra Cengiz Dağcı ile ilgileneceklerini söylediler. Hakikaten sözlerini tuttular. Birkaç kişi Dağcı’yı gidip evinde ziyaret etmişler. Gönlünü almışlar. Ne zaman isterse severek yardımına koşacaklarını söylemişler. Bunları duyunca güzelliğe, yardımlaşmaya vesile olmanın hazzını tattım. “Dünyada ve ahirette vatandaşlarım benim”

 

***

 

Şimdi 2019 yılı sonbaharında bu röportajı tekrar okurken gözlerim nemleniyor. Dağcı ve eserlerindeki Kırımlıların ruhları zihnimde bir tayflar geçidi oluşturuyorlar. Dağcı’nın 22 Eylül 2011 tarihinde vefatı ve 2 Ekim 2011 tarihinde nâşının Yalta’nın Kızıltaş köyünde anne toprağa kavuşması bizde ne güzel umutlar uyandırmıştı. 1991 yılından itibaren Kırım Türklerinin sosyal, siyasal ve kültürel anlamda Kırım’da sağladıkları ilerlemeler de bu umutlarımızı güçlendirmişti. Bu süreçte Cengiz Dağcı’nın eserleri Kırım’da okunmaya başlandı. Adına sempozyumlar düzenlendi. Kütüphaneler oluşturuldu. Fakat bu hareketli yıllar fazla sürmedi.

16 Mart 2014 tarihinde Kırım’da Rusya’nın organize ettiği bir referandum yapıldı. Referanduma %83 oranında katılım gerçekleşti.  Kırım’da %96.77, Sivastopol’da ise % 95.6 oranında Rusya’ya bağlanmak yönünde oy kullanıldı. Bu sonuçlar üzerine Kırım Parlamentosu resmen Rusya’ya bağlanma talebini iletti. Rusya devlet başkanı Vladimir Putin 18 Mart 2014 tarihinde Rusya’nın   Kırım’ı ilhakını onaylayan imzayı attı ve Kırım, Rusya tarafından tekrar ele geçirildi.

Bu gelişmenin ardından 27 Mart 2014 tarihinde BM Güvenlik Konseyi, Kırım referandumunun yasal olmadığını belirten bir karar çıkardı. ABD ve AB tarafından Rusya’ya karşı yaptırım kararları alındı. Ancak bütün bunlar Rusya’ya geri adım attıramadı. Kırım Türklerinin lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun Kırım’a girişi yasaklandı. Kırım Türklerinin üzerinde baskıların gittikçe arttığı bir dönem başladı.

Kırım davasını yine Cengiz Dağcı’nın kitapları canlı tutacak. Her yeni gelen neslin yüreğinde bu meşaleyi yine onlar tutuşturacak.

  1. doğum yılında, Kırım sevgisini ebediyen yaşatacak olan Cengiz Dağcı’yı rahmetle anıyorum.”

 

 

***

 

 

Ve ben de bu vesile ile büyük usta ve hayatını Kırım’a Kırım Türklüğüne adayan Cengiz Dağcı’yı saygı ve rahmetle yad ediyorum. Özgür ve bağımsız Kırım’da buluşmak dileği ile…

 

 

 

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.