İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da kalıcı barışı sağlama çabaları belirmeye başladı. Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman, 9 Mayıs 1950 tarihinde Avrupa Devletlerini, kömür ve çelik üretiminde alınan kararları bağımsız ve uluslarüstü bir kuruma devretmeye davet etti. Schuman’a göre, Avrupa’da bir barışın kurulabilmesi için Fransa ve Almanya arasında yüzyıllardır süregelen çekişmenin son bulması için, söz konusu kurumun gözetiminde, ortak kömür ve çelik üretimini sağlamak ve bu örgütlenmeyi tüm Avrupa devletlerinin katılımına açık tutmak gerekiyordu. Schuman Deklarasyonunun bir sonucu olarak, 1951 yılında, Belçika, Federal Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda’dan oluşan 6 üye ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) kuruldu. Böylece Avrupa’da kalıcı barış hedefine yönelik en önemli atılmış oldu. Aynı zamanda ilk defa ülkeler egemenliklerinin bir kısmını başka bir kuruma devrediyorlardı. Sonrasında altı üye ülke, serbest piyasa gereklerinden dolayı işgücü, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımına dayanan bir anlaşma ile Avrupa Ekonomik Topluluğunu kurdular(Roma Anlaşması). Buradaki amaç da AET ile ortak pazarın kurulması ve sonunda siyasal bütünlüğe gidilmesiydi. 1967 yılında AET ve AKÇT’nin birleştirilmesi ile “Avrupa Toplulukları” kurulmuş oldu ve AB’ye giden en önemli adım atılmış oldu. 1968 yılına gelindiğinde ise üyeler arasında gümrük vergileri kaldırıldı ve gümrük birliği de sağlanmış oldu. Kurucu üyelerin bu başarısı topluluğun genişlemesinin önünü açmış oldu. İlk olarak, Birleşik Krallık, İrlanda ve Danimarka topluluk üyeliğine başvurdular. De Gaulle Fransa’sının 1963 ve 1967’de İngiltere’yi iki kez veto etmesinden sonra 1973’te BK topluluğa üye oldu. Böylece Topluluğun ilk genişleme dalgası gerçekleşmiş oldu. 1993 yılında Maastricht Anlaşması ile üç sütunlu Avrupa Birliği yapısı oluşturuldu. Bu yapının ilk sütununu Avrupa Toplulukları (AKÇT, AET ve EURATOM), ikinci sütununu “Ortak Dışişleri Güvenlik Politikası”, üçüncü sütununu ise “Adalet ve İçişleri” oluşturuyordu. Ayrıca bu anlaşma AT’nin AB olması yolunda son adım olarak anılmaktadır(TC DİB ABB, 16.10.2020, www.ab.gov.tr).
1993’te diğer adı Avrupa Birliği Anlaşması olan anlaşma ile birlikte yerkürenin en büyük uluslararası entegrasyon yapısı doğmuş oldu. Öyle ki, tarihte eşi benzeri görülmemiş olan bu yapı her zaman şüpheyle yaklaşılmasına rağmen, tarihi boyunca her anlamda gelişmeye devam etmiştir. Ancak, son yıllarca sıkça söz edilen Brexit, Birliğin geleceği hakkında bir takım sorunları akla getirmiştir. Brexit, Birleşik Krallığın Birlik’ten ayrılması ve bu sürece verilen ad olarak karşımıza çıkmaktadır. Biz de bu çalışmada AB ve Brexit konusuna değineceğiz.
AB-Birleşik Krallık İlişkisi Tarihi
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa anakarasında bir birliğin egemen olması düşüncesine en fazla yarar sağlayan ülke muhtemelen İngiltere’dir. Burada örnek olarak Winston Churcill’in 1946 yılında Zürih’te yaptığı konuşma verilebilir. Bu konuşmada Churcill kıtada bir birlikten bahsederken, Birleşik Krallığı bu birliğin tamamen dışarısında, egemen bir devlet olarak bırakmıştır. İngiliz bürokrasisinin de düşüncesini yansıtan bu tutum sonraları Birleşik Krallığın AT’ye bakışı önemli ölçüde biçimlendirmiştir. Bu hususta BK, 1955 Messina Konferansında kurulması düşünülen devletler üstü AET yerine, daha çok hükümetler arası çalışacak bir serbest ticaret anlaşması yapılmasını savunmuştur. Birkaç ülke hükümeti bu düşünceyi desteklerken, çoğunluk AET gibi bir yapının tarafında olmuşlardır. Sonrasında İngiltere’nin desteğiyle Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi yedi üye ülke(İngiltere, İzlanda, Portekiz, Avusturya, Norveç, Danimarka, İsviçre) ile oluşturulmuştur. Ancak Avrupa’daki bütünleşmenin farkına varan BK, daha fazla bu duruma kayıtsız kalamadı ve 1963’te AET’ye ilk başvurusunu yaptı(Saygın ve Ultan, s.72-74).
İlk başvuru ve sonrasında 1967’de gelen ikinci başvuruda BK, De Gaulle Fransası tarafından reddedilmiştir. Buradaki en temel nedenler BK-ABD yakınlığı ve II. Savaş sırasında İngiltere’nin Fransız gemilerini batırmasıdır(Saygın ve Ultan, s.75). 1969’da De Gaulle’ün Fransa cumhurbaşkanlığıı bırakması sonrasında, BK 1973 yılında Topluluğa üye olabilmiştir. Dolayısıyla İngiltere’nin AB üyeliği pek kolay olmamıştır. Ancak buna rağmen üyelikten sadece iki yıl sonra 1975’te birlikte kalıp kalmama konusunda halkoylaması yapılmıştır. Bu oylamada halkın yüzde altmış üçü kalmaktan yana oy kullanmıştır(Ayaz, s.2). BK için AB’de kalmakla ilgili en önemli endişe egemenliğin üst kurum olarak birlik organlarına devredilmesiydi. Bu yolla egemen devlet vasfının kaybedileceği endişesi BK’yı her zaman AB konusunda ikilemde bırakmıştır.
Bu ikileme rağmen 1973’te gerçekleşen üyelik devrim niteliğinde sayılmış, hatta 1688’de Westminster modeli anayasal monarşinin ortaya çıkışı kadar önemli bir olay olarak görülmüştür. Öyle ki, Topluluğa üyeliği ardından anayasal düzende radikal değişimler yaşanmıştır. En önemli nokta Westminster modelinin en önemli organı olan parlamentonun egemenlik haklarını uluslarüstü kurumlarla paylaşmaya başlamasıdır. Bu duruma genel olarak “Avrupa şüpheciliği” denilmektedir. İngiliz milliyetçiliği bu şüpheyi oldukça beslemektedir. Ada siyaseti açısından Birliğe katılımla geçen sancılı süreç 1980’lerde de bu “katılımın” sürekli halde sorgulanması ile devam etmiştir. Demir Leydi Margaret Thatcher’in iktidara gelmesiyle birlikte Birleşik Krallık siyasetine Avrupa karşıtlığı ile yeniden yükselen bir İngiliz milliyetçiği egemen olmaya başlamıştır. Demir Leydi, Avrupa siyasal ve iktisadi bütünleşmesinin Fransa ve Almanya çıkarlarını gözeten bir yapı amaçladığını savunmaktadır. Aynı zamanda bu durumun Birleşik Krallığın uluslararası alandaki çıkarlarını baltaladığını her fırsatta dile getirmiştir(Ayaz, s.3).
Birliğin o yıllardaki ana tartışma konusu olan Avrupa Para Sistemi ve Tek Pazar oluşturma sürecine İngiltere başından beri karşı çıkmıştır. Dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher bu politikaların mantığına karşı olduğu gibi İngiltere’nin de çıkarına olmadığını düşünüyordu. Thatcher 1980 yılında gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Dublin zirvesinde İngiltere’nin AB bütçesine yaptığı katkıda revizyona gidilmesini dile getirdi. Thatcher’in ısrarla bu konu üzerinde durması ilk meyvelerini 1984 yılı Haziran ayında gerçekleştirilen Fountainebleau Zirvesi’nde almıştır. BU zirvede dönemin 10 üye devleti (Almanya, Belçika, Danimarka, Fransa, İngiltere, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve Yunanistan) İngiltere’nin topluluk bütçesine yaptığı katkıda azaltmaya gidilmesi konusunda görüş birliğine varmıştır. Bu noktada Thatcher, sert Avrupa şüpheciliğinden uzaklaşmış, yumuşak Avrupa şüpheciliğini takip ederek İngiltere’nin haklarını daha fazla elde etmesi gerektiğini savunmuştur. İngiltere’de Avrupa şüpheciliği yanlıları için diğer bir önemli nokta da Thatcher tarafından 1988 Bruges’de yapılan konuşmadır. Bu konuşmada Thatcher, iç siyasette de bir takım gelişmelerden dolayı arkasına aldığı destekle birlikte, açıkça siyasi bütünleşme ve daha fazla derinleşmeye karşı oldukları dile getirmiştir. Yine bu konuşmada Thatcher; “Bizler, devleti, Brüksel’de yeni bir güç için mücadele eden süper Avrupa devletini oluşturarak eski sınırlarını Avrupa seviyesinde tekrar kurabilmesi için küçültmedik” diyerek yıllarca etkisini sürdürecek bir demeç vermiştir(Ayaz, s.5).
Thatcher’den sonra iş başı yapan bir başka Muhafazakâr Partili John Major AB’ye karşı çok daha pozitif bir siyaseti tercih etmiş ve AB ile Birleşik Krallık ilişkilerini geliştirmiştir. John Major göreve geldiği dönemde Avrupa bütünleşme projesi de tarihi bir anlaşmaya doğru ilerlerken, oluşacak yeni anlaşmanın müzakereleri gerçekleşmekteydi. 1991’de gerçekleşen Maastricht Zirvesi, iktisadi ve mali birlik çerçevesinde Topluluğun gelişmesi konulu bir toplantıyken, Başnakan Major Birleşik Krallık yararına avantaj sağlamak amacıyla hareket etmiştir. Major döneminde eski sert Avrupa şüpheciliği yerini ılımlı politikalara bıraksa da BK çıkarı yine de esas olmuştur. Yani hiçbir zaman Birleşik Krallık, diğer üye ülkeler kadar “Avrupalı” olmamıştır.
Thatcher ve Major’un Muhafazakar Parti hükümetleri döneminde uzun süre iktidardan uzak kalan İşçi Partililer, 1997 yılında Tony Blair önderliğinde iktidarı elde ettiler. On yedi yıllık Muhafazakar Parti iktidarı sonrası, böylece sonlanmış ve on üç yıllık İşçi Partisi dönemi başlamıştır. Bu dönem oldukça çalkantılı geçmiştir. Çünkü İşçi Partililer kendi içlerinde büyük tartışma ve ayrılıklara düşmüşlerdir. Ayrılığa düştükleri en önemli konu da Avrupa Birliği ile bütünleşme konusu olmuştur.
Blair hükümeti ile birlikte sosyal politikalar kapsamında yumuşama olsa da parasal ve iktisadi birlik konusunda taviz verilmemiş, eskiden olduğu gibi şüpheci tutum devam etmiştir. İktisadi ve parasal birlik konusunda en belirgin nokta şüphesiz avro noktasıdır. Bu noktada dönemin Maliye Bakanı Gordon Brown’un rolünden de bahsetmek gerekmektedir. Başlangıçta Avro ile ilgili ılımlı bir tavır sergileyen Brown’un, avroya geçiş için kriterleri ortaya koyması ile, tavrında değişim yaşandığı görülmüştür. 1999 yılında Brown, avronun uyumlaşma, esneklik, yatırımların, işsizliğin ve finansal piyasaların üzerindeki olumlu etkisi olmadan İngiltere’nin avroya geçemeyeceğini belirtmiştir(Saygın ve Ultan, s.83-84).
Avro konusu sadece ekonomik bir başlıkmış gibi göünse de, tam bütünleşme sürecinde aşılması gereken en önemli sorun olarak gösterilmektedir. Bu sorun aşılamadığı için,BK ortak savunma işbirliği alanında lider ülke olamamıştır. Aslında Birleşik Krallığın her zaman anakara ülkelerinden soyut kalmasının temelinde bu sorun yatıyor da diyebiliriz. Çünkü bu küçük gibi görünen sorun aslında çok büyük sorunları tetiklemiştir.
Diğer yandan, zaten egemenlik devri gerektiren birçok ortaklığa kuşkuyla bakan Birleşik Krallık, Birlik’teki liderlik şansını da kaybedince tamamen kuşkulu tavır sergilemiştir. Fransa ile en baştan bu yana Birlik içerisinde uyuşmazlık yaşayan BK, ortak güvenlik ve savunma alanında da ayrılığa düşmüştür. Fransa’ya göre, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” NATO’dan bağımsız olmalıydı. Birleşik Krallık ise iki aygıtın ayrı tutulmaması gerektiğini savunuyordu. Bu hususta ABD ile ilişkilerine önem veren ve AGSP’nin NATO ve ABD’den bağımsız olmaması konusunda görüş bildiren Blair hükümeti çoğu kez AB çıkarlarını hiçe saymakla suçlanmıştır(Saygın ve Ultan, s.86-87).
Ancak tüm bunlara rağmen BK-AB ilişkileri açısından önemli yer tutan St.Malo Zirvesi ile Amsterdam ve Nice Antlaşmalarının müzakereleri ve imzalanması süreçlerinde Başbakan Blair’in Avrupacı bir yaklaşıma sahip olduğu da söylenebilir. Tony Blair’in savunma ve güvenlik politikalarında göstermiş olduğu Avrupacı tutum İngiltere’nin Birliğin en önem verdiği alanlardan ortak para politikasına katılmamış olmasından dolayı AB içerisinde edinmek istediği liderlik rolünün erozyona uğramış olmasından kaynaklı olduğu söylenebilir. Ancak Avrupalılar için erozyona uğrayan İngiliz etkisi ve rolü St. Malo sürecinin ardından da toparlanamamıştır. Birleşik Krallık ABD Başkanı Bush’un “Terörle Savaş” konseptini desteklemiştir. Avrupa Birliği politikaları ve Avrupa şüpheciliğinin azaltılması konusunda önemli ilerlemeler kaydeden Blair’in siyasi kariyeri, olumlu sayılan tüm gelişmelere rağmen Irak Savaş ile gölgelenmiştir(Ayaz, s.7).
Yukarıda anlatılanlara baktığımızda BK-ABD-AB üçgeninde bir ilişki olduğunu görüyoruz. Kimilerine göre Brexit’in temelini de bu üçlü ilişki yumağı oluşturuyor. Öyle ki, Birleşik Krallık her dönemde AB’ye karşı olan şüpheci yaklaşımı nedeniyle AB’yi ABD ile dengeleme politikası gütmüştür. Bu da hem iç siyasette tutarsızlıklara yol açmış hem de AB üye ülkeleri ile ada arasında soyutlanmanın olmasını sağlamıştır. Ve bu ilişki denkleminde BK genelde ABD tarafına daha yakın olmuştur(Ayaz, s.8-9).
Tony Blair hükümetinden sonra eski Maliye Bakanı Gordon Brown 2007 yılında Başbakanlık koltuğuna oturdu. Brown halefi Blair’den farklı olarak AB ile ilgili politikalarda daha kapsayıcı olmuş ve yoğunlukla iktisadi konulara odaklanmıştır. Irak Savaşı’ndan sonra uluslararası arenada yitirilen imajın onarımı amacıyla Brown hükümeti tek taraflı Atlantikçi bir tutumdan ziyade çok taraflı bir küresel politika benimsemiştir. Brown dönemi Dışişleri Bakanı David Miliband’ın bu politikanın benimsenmesinde katkısı büyüktür. David Miliband, Blair döneminin dış politika açısından en sık kullanılan argümanı olan Avrupa ile Amerika arasındaki “köprü” söylemini olumlu bulmadığını, Birleşik Krallığın küresel siyasetteki rolünün AB, Çin, Hindistan ve pek tabi ABD gibi güçlerle küresel sorunlara çözüm getirerek bir nevi “küresel merkez” olduğunu vurgulamıştır(Ayaz, s.9).
Blair ve Gordon’un 1997’den beri süren “yeni sol” başlıklı İşçi Partisi iktidarları 2010’da Muhafazakar David Cameron’un seçilmesiyle son bulmuştur. Ve bu noktadan itibaren de BK-AB ilişkileri çok farklı bir boyuta evrilmiştir. Bu dönemde 2008 krizi sonrası ciddi ekonomik soeunlarla boğuşan AB üyeleri, Birliğin en önemli sorunu haline gelmiştir. Yine bu dönemde Birleşik Krallığın ‘Avrupalılığı’ yeniden masaya yatırılmış ve bu anlamda oldukça eleştirilmektedir. Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron, ekonomik kriz içinde bulunan AB üyesi ülkelere yardım konusuna ılımlı bakmıyordu. AB içinde yaşanan ekonomik kriz için yapılan finansal planlamalar Birleşik Krallık hükümetinin destek verdiği ya da bu yönde adımlar atmak isteyeceği planlar değildi. Bu da zaten Brexit rüzgarının daha da şiddetlenmesine yol açıyordu. Çünkü Başbakan Cameron ve hükümetine göre AB’nin kendi içerisinde büyük sorunları vardı ve ciddi yapısal yeniliklere gitmesi gerekiyordu. Genel olarak, bu dönemde İngiltere-Avrupa Birliği ilişkileri değerlendirildiğinde; Cameron’ın da aslında Thatcher’ın fikirleri doğrultusunda hareket ettiği görülmektedir. Ada ülkesi olmasından, ABD ile yakın ilişkiler içinde bulunmasından, Avro’ya geçmeyi kabul etmemesinden ve mali sisteminde Avrupa’dan farklı hareket etmesinden kaynaklanan sebeplerle Avrupa ile bütünleşmenin tam sağlanamadığı ve İngiltere’de Avrupa şüpheciliğinin bu dönemde gittikçe yayıldığı bir gerçektir. Bu durum, İngiltere’de Avrupalılığın ve Avrupa kimliğinin sorgulanmasına yol açmıştır. Ayrıca İngiltere’nin Avrupa Birliği’ne aidiyeti ve Birlik bilincine ne kadar sahip olduğu konuları da daha fazla tartışılmaya başlanmıştır. Bu süreçte Cameron, 2015 genel seçimlerini Muhafazakarların kazanması durumunda Birleşik Krallığın AB’den ayrılmak için halkoylaması yapacağını söylemiştir. Cameron’un bu tavrı AB’de belirgin hale gelen Almanya liderliğine ve federalizm esintilerine karşı olduğu söylenebilir. Çünkü BK en baştan bu yana Birlikten genelde ayrı hareket etmişir(Saygın ve Ultan, s.91-93).
2015 yılına gelindiğinde seçimleri yine Muhafakar Parti kazandı. Seçimlerden sonra AB ile İngiltere arasındaki ilişkiler tekrar önem kazanmış, özellikle David Cameron’un seçimler öncesi vaat ettiği AB üyeliğinin 2017’de referanduma sunulması gündeme yerleşmiştir. Cameron, AB ile tekrardan pazarlığa oturarak, İngiliz vatandaşları dışında kalanlara yönelik sosyal yardımları kısmayı, Avro bölgesinin Avrupa ülkelerine getirdiği olumsuzlukların etkisinden uzak durmayı ve “daha sıkı bir Birlik” hareketi adına alınabilecek kararların olumsuz etkilerinden korunmayı hedef almaktadır.
Sürecin devamında 23 Haziran 2016’da yapılan Brexit referandumundan %51.9 ayrılma kararı çıkmasından bir gün sonra, 24 Haziran’da Başbakan Cameron 2010 yılından beri sürdürmüş olduğu Birleşik Krallık Başbakanlık görevinden ayrılacağını belirtmiştir. Brexit sonrası ülkenin ekonomisinde ciddi dalgalanmalar ortaya çıkmış, son 30 yıl değerlendirildiğinde Pound en düşük değeri görmüş, Britanya’nın 250 şirketinin hisse fiyatları bir gün içerisinde yaklaşık olarak 25 milyar Pound değer kaybetmiştir. Cameron’ın istifa etmesi sonrası Temmuz 2016’da Muhafazakâr Parti’den Theresa May Başbakan olarak seçilmiş ve Brexit müzakereleri sürecinde ülkesini ve partisini bir arada tutmaya çalışırken, ekonomik sonuçları belirsiz olan bir müzakere sürecini yönetme görevini de üstlenmiştir(Aras ve Günar, s.91-94).
2016 halkoylaması sonrasında AB ve Birleşik Krallık arasında geçen bir dizi müzakerenin ardından 31 Ocak 2020 tarihinde Birleşik Krallık resmen Birlik’ten ayrılmıştır. Böylece hiçbir zaman tam anlamıyla bir bütünlük sağlayamayan BK’da bir tartışma son bulmuş, başka tartışmalar başlamıştır. Bu yeni tartışmalar Brexit’in ülkeye ne derece yarar sağladığı ya da zarar verdiği ile ilgili gibi görünüyor.
Sonuç
Tarihsel gelişimini en başından bu yana incelediğimiz AB ve Birleşik Krallık ilişkisi elbette Brexit ile son bulmuyor. Birlikten ayrılmasına rağmen halen ekonomik olarak bir takım alanlarda işbirliği devam etmetedir. Zaten AB gibi bir oluşum son bulsa bile, coğrafi ve tarihsel olarak kıta Avrupası ile Britanya’nın ilişkileri öyle ya da böyle sürekli gelişmek zorundadır. Bu gelişme olumlu ya da olumsuz olabilir. Çünkü tarih bize göstermektedir ki, devletlerin dostları yoktur, çıkarları vardır. O yüzden Birleşik Krallık bürokratları II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’yi stratejik ortak olarak görmüşler, diğer Avrupa ülkelerine göre daha öncelikli bir konuma koymuşlardır. Muhtemelen başka bir AB üyesi ülke için de Birlik’ten ayrılmak söz konusu olsa, o ülke de ulusal çıkarlarını ön plana alarak belki Çin’i, belki Rusya’yı AB’den daha önemli bir noktaya konumlandıracaktır.
Birleşik Krallığın Birlik’ten ayrılmasının bilançosu hakkında tahin yürütmeye çalıştığımızda ise, daha ilk halkoylaması yapılmasından itibaren ekonomik olarak sorunların baş gösterdiği, en önemlisi de toplumsal bölünmeye yol açtığı görülmektedir. AB tarafına bakıldığında ise AB ve Fransa önderliğinde yoluna devam ettiği ancak, Birleşik Krallık cephesinden sıkça dile getirilen yapısal sorunlara da çare bulunamadığı görülmektedir. Bugün bile 2008 krizinin etkilerini atlatamayan AB ülkeleri Birliğin yardımına muhtaç bir şekilde yönetilmeye devam ediyorlar. Uzun vadede Birleşik Krallık Brexit’in verdiği yaraları iyileştirecektir. Ancak AB çoğunluğu ekonomik ve askeri anlamda vasat olan, bir kısmı da ekonomik krizlerle boğuşan 27 üyesi ile ne zamana kadar AB olarak kalacak, merak konusu.
Kaynakça
AKTAŞ, M., (2019) “AB Ülkelerinde Yükselen Popülizm, Brexit ve AB’nin Geleceği” Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, cilt 12, sayı 66, s.263-272
ARAS, İ., GÜNAR, A.,(2018)“Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden Ayrılma Referandumu: Brexit Süreci ve Sonuçları” Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, sayı 2, cilt 6, s.90-110
AYAZ, E. (2017) “Brexit’in Birleşik Krallık ile Avrupa Siyaseti Açısından Sonuçları” Yakın Doğu Enstitüsü Raporları No: 05
SAYGIN, D., ULTAN M. Ö.,(2016) “Ekonomi ve Siyaset Bağlamında İngiltere-Avrupa Birliği İlişkileri: Tarihsel Bir Analiz” Güvenlik Stratejileri Dergisi, sayı 23, s.71-102
SEFER, Ö., (2014) “Birleşik Krallık Avrupa Birliği İlişkileri Üzerine Bir İnceleme” Marmara Sosyal Araştırmalar Dergisi, sayı 6, s.47-61
Koçeroğlu
Latest posts by Koçeroğlu (see all)
- Avrupa Birliği ve Brexit - 12 Aralık 2020
- Kırım’da Yanan Ateş - 7 Eylül 2020
- Rus Büyükelçisinin Rus Hükümeti’ne Yazdığı Mektup - 30 Nisan 2020
- Gökalp ve Milli İktisat - 26 Mart 2020
- Milliyetçilik Kuramları ve Modern Türkiye - 26 Aralık 2019