Marx, Amerikan İç Savaşı’nda feodal güneye karşı liberal-kapitalist kuzeyi desteklemişti. Üstelik açıkça. Bu durumun Marksist çevrelerde uzun yıllar tartışılması sonucu Lenin şöyle bir tefsirde bulundu: “Somut durumun, somut tahlili”.

Cumhur İttifakı’nın doktrini seni ne ilgilendirir diyecek herkese peşinen söylemiş olayım: bu bir “somut durumun somut tahlilidir”.

Bizi ne ilgilendirir diye soracak olanlara ise Dostoyevski’nin şu sözünü hatırlatmak kâfidir: “İnsanoğlu çevresinde olan bitene karşı bilgisiz olma hürriyetine sahip değildir.”

Şimdi bu “kâfirleri” bırakıp, müslümanların salyangoz satılmayan mahallesine gelelim.

Bugün memleketimizi milliyetçi-muhafazakâr çizgideki Cumhur İttifakı idare ediyor. Bu ittifakın iki bileşeni var ve benzer olmakla birlikte farklı köklerden geliyorlar. Nasıl olup da biraraya geldikleri tam çözülemediği gibi, neden bir türlü ayrılmadıkları da tam anlaşılamıyor.

Bu bir siyasi birliktelik olmakla beraber, aynı zamanda bir doktrin, kitle hareketi ve söylem birliği. Siyasi ittifakla ilgili her şey her yerde yazıyor. Bu ittifakın diğer zaviyelerine ise yeterince değinilmediğini düşünüyorum.

Üstünde durmaya değer bir konu.

Giriş

Türkiye’de kimi muhafazakâr ve devrimci aydınların milliyetçiliği dışladığı, küçümsediği, en iyi ihtimalle geçmişte kalması gereken bir “şey” olarak gördüğü malûmunuzdur.

Bu dışlama isteğinin bir ucunda milliyetçiliği; ırkçılık, faşizm gibi insanlığa karşı düşüncelerle bir tutma güdüsü vardır. Bu isteğin başka bir ucunda milliyetçiliği – günün sonunda – kendi pratiklerine uyduracaklarına dair bir özgüven vardır. Bir diğerinde uluslararası literatürde mesela muhafazakârlık kadar atıf yapılmıyor diye milliyetçiliği toptan yok sayma eğilimi de vardır. Diğer bir uçta ise gençliğinde milliyetçi olmuş insanların sonrasında başka bir “şeye” dönüşmeleri ve herkesin bunu yapması gerektiğine inanarak milliyetçiliği “aşılması gereken” bir durum olarak görmeleri vardır. Bunların dördü de neredeyse eşit derecede etkilidir.

Çözülemeyen Konu: Milliyetçilik

Milliyetçiliğin bu skalada kendisine bir yer bulamaması normal bir durum. Düşünce sistemi açısından değil. Fakat Dünya’daki fikriyatı da daha ziyade derli toplu bir görüş zaviyesinden “toparlamak” lazım.

Milliyetçilik iktisadi yönden tek bir şeyi savunmadığı için, iktisadi teorinin dışından bakanlar da devrimci-muhafazakar parantezine alındığından, milliyetçilik dışarıda kalıyor. “Bir de her yerin milliyetçiliği aynı değil”. Milletler olmasa bile milliyetçilikler biriciktir. Bu da toplu bakışı zorluyor.

Fakat bu milliyetçiliğin hakiki değerini tespit etmeyi çok zorlaştıran bir durum. İnsanlar sadece fakirleşince veya tam aksine “burjuva” olunca mı milliyetçilik akla gelir? Sanmıyorum. Öyle olsa orta sınıfın milliyetçiliği öldürmesi gerekirdi. Bunun böyle olmadığı artık kesinleşti. Bu da milliyetçiliğin üzerine daha fazla eğilmeyi zorunlu kılar. Örnek vermeyince “teorik tartışma” sayılan bir memlekette yeterince ulvi bir şekilde teorik tartışmamızı tamamladık. Şimdi örnekler üzerinden konuşalım.

Devrimci teori (Marksist olanı değil, CHP’nin yaptığı da değil, bildiğiniz devrimci teori) aslında milliyetçilerin her zaman reddettiği bir durum değildir. Tarihin bazı anlarında dünyaca ünlü devrimleri yapanlar milliyetçiler olmuştur. Buna en iyi örnek tabii ki Atatürk’tür.

“Devrimci” sıfatını ipotek ettirenler yüzünden bugün bu alanda yeterince tartışılmıyor. Çünkü -milliyetçi kesim açısından – kavram eksikliği söz konusu. Devrimciliği inhisarına alanlar ise kavramlarla ne yapacağını bilmiyor. Burası trajikomik bir alan.

Bugün devrimcilerden değil muhafazakârlardan bahsedeceğiz. Aslında kendilerini muhafazakâr intelijansiya olarak meydana atan ve bugünlerde hayli afallayanlardan. Bunlar kalabalık bir gruptur. Ben sistem içinde en etkili olanını ve onun “doktrin eserini” baz alacağım, onun üstünden gideceğim. Sonra da bunu en bilinen milliyetçi doktrinle mukayese edeceğim.

80 Sonrası Muhafazakârlık

Türkiye’de dinî hassasiyeti yüksek kesimde, 80 öncesinin yakıcı ortamında iki görüş uç verdi. Bunlar ihtilâl sonrasında toplumda taraftar bulmaya başladılar. İlki Mirzabeyoğlu çevresinde toplanan ve “devrimci-İslâmcılık” diye tarif edebileceğimiz bir görüşü savunan İbdacılardı. İkincisi ise daha toplama bir kamptı. Çeviri çalışmalarıyla dünyayı tanıtmak isteyen İktibas Dergisi (Ercüment Özkan), İskenderpaşa Cemaatinin o dönemde yayınladığı dergiler, Erbakan çevresinde toplanan bir kısım gençler ve Özal’la hareket eden eski cemaatçiler(fetöcüler değil, onlar her zaman terörle aynı kamptaydı) ve eski ülkücüler kabaca bu gruba giriyordu. Bunlara “Batı tipi muhafazakârlar” diyebiliriz.

Batı tipi muhafazakârlık Türkiye’de Özal’la beraber para etmeye başladı. Çünkü Özal, o dönem ABD-İngiltere’de yükselen “yeni muhafazakârlık”(neo-conservative ya da meşhur kısaltmasıyla neo-con.) ekolünün buradaki temsilcisiydi. Özal’ın bu “acentalığı” ülkedeki muhafazakâr kitleyi harekete geçirdi.

70’lerdeki çökmüş imajı toparlayan ve “Amerika’yı yeniden büyük yapan” Reagan, Türkiye’de ihtilâl sonrası dönemin parlayan yıldızı Özal’ın ABD’deki ruh eşiydi. İngiltere’deki arkadaşları ise “Demir Leydi” Margaret Thatcher’dı.

Bu tuhaf birliktelik Türk muhafazakâr kitlesinde Anglo-Amerikan dünyadaki muhafazakârlık merakını artırdı. Çok geçmeden Türk muhafazakârlığı, kendisini bu ekolün “yerli versiyonu” olarak tanımladı.

Türk muhafazakârlığının ana omurgasını oluşturan İslâmcılığın bu “yerli versiyon” işine ters çıkacağı düşünülebilir. Aksine en çok İslâmcılar bu hareketten memnun kaldı. Çünkü Cumhuriyet idaresiyle beraber kökünden kopuş yaşayan ve 60’larda köksüz bir şekilde canlanan İslâmcılık kendisine “bu çağdan” bir meşruiyet alanı arıyordu. Bu alan öyle bir alan olmalıydı ki hem kaybettikleri zamanı tek seferde telafi edebilsin hem de hızlıca güce erişimlerini ve toplumsal kabullerini sağlayabilsin.

Modernizme mesafeli Yeni Muhafazakârlık, modern Cumhuriyetten yediği tokatla yere serilen İslâmcılara ilaç gibi geldi. Mağduriyet tezlerine uluslararası alandan bir meşruiyet kaynağı buluyorlardı.

Bununla yetinmiyor, aşamadıkları Fransız İhtilali tecrübesini, bir alternatifiyle aşma yolunu görüyorlardı: İngiliz Devrimi. Üstüne üstlük Fransız İhtilalinin tekçi ve dikte edici sesine karşılık, Anglo-Amerikan dünya farklı seslere ve farklı yollara alan açıyordu. Son cümle yalnız İslâmcıları değil, bütün Türk sağını büyülemiştir.

İşte bu “ittifak” Türkiye’de AKP’yi meydana çıkardı.

Doktrin

Siyasi partilerin ideolijisi olması doğa kanunları gereği zorunludur.

İdeolojiler geniş kapsamlı ve uzun vadeli fikirler olduklarından bunların siyasi arenaya tam anlamıyla yansıtılması mümkün değildir. Bu yüzden bazı yerlerini “kırpmak”, işi fikirden eyleme çevirmek için doktrinler icat edildi. Bunlar bir siyasi partinin savunduğu ideolojinin, ne kadarını ve daha önemlisi “nasılını” anlatmaya yararlar.

Zaman muhakkak her şeyi eskitir. Doktrinler de bu eskimeden nasiplerini alırlar. Gerçeklere ayağını sağlam basanlar, daha uzun ömürlü olurlar. “Olması gerekene” odaklananlar ise kısa zamanda gerçeğin tokadıyla sarsılırlar.

Bazen de toplumsal olaylar fikirleri sarsar. Çünkü günün sonunda doktrin ve ideoloji arasındaki en temel mesele “insan faktörüdür”. İdeoloji için insan faktörü bazen ıskalanabilir. Doktrin ise ıskalarsa çöker.

AKP’nin Doktrini

AKP’nin iktidara gelişiyle geniş kamuoyunda oluşan korkuyu aşmak, uluslararası alanda meşruiyet zemini oluşturmak ve doktrini tanımlamak için bir eser ortaya atılması gerekiyordu.

2003 yılında Yalçın Akdoğan bu işi yaptı. Muhafazakar Demokrasi adını verdiği kitabı – kendisi öyle iddia etmese de – hemen herkes tarafından “AKP’nin doktrin kitabı” olarak algılandı. Bu yanlış bir algı değildi.

128 sayfadan müteşekkil kitap, iki bölümden oluşuyor. Bölüm başlıkları: Muhafazakarlık ve Demokrasi.

Sonunda yaklaşık 10 sayfa kaynakça verilen bu kitap, Türkiye’nin kalkınmasının yolunu muhazakâr-demokrat bir anlayışa endeksliyor. Bu muhafazakâr-demokrat tavrı ise Batı’daki yeni muhafazakâr ekollere bağlıyor.

Küreselleşmenin zirve yaptığı dönemde yazılan kitapta Türkiye’den daha çok Batı’daki muhafazakâr düşünce hakkında malûmat var dersem, kimse şaşırmasın. Çünkü; öyle.

Bunun esas sebebini Anglo-Amerikan dünyanın Türk sağına iyi gelmesi olarak açıklamıştık. Sunuş yazısını kaleme alan R. Tayyip Erdoğan da buna şöyle işaret ediyor: “AK PARTİ geçmişten veya bir medeniyet havzasından siyaset çizgisi ödünç almak yerine, kendi düşünce geleneğiyle dünya genelinde test edilen bir siyasal tutumu yeniden üretmeyi doğru bulmaktadır.”

Şöyle de devam ediyor: “AK PARTİ Muhafazakar Demokrasi anlayışıyla Türk siyasetinin bugünü ve yarınında ülke ve millet menfaatleri çerçevesinde belirleyici olma gayretindedir. Teoriyle pratiğin bir arada sürdürülebilmesi, meşruiyet zeminini yitirmemek ve siyasi eksenden sapmamak açısından önem taşımaktadır. Tutarlı bir siyaset öncelikle partinin siyasal söylemi ve felsefesiyle eylemlerinin örtüşmesini gerektirmektedir. Halkımızın değer ve beklentilerini siyasal alana taşıyan partimiz, siyasal düşüncemize uygun politikalar üretmenin önemine inanmaktadır. Bu çalışma, bu amaçla hazırlanmış ve kamuoyunun katkılarına açılmıştır.”

Doktrini Anglo-Amerikan yeni muhafazakârlığına bağlamak amacını güden yazar, kitabın uzun bir bölümünü Batı’daki muhafazakârlık tartışmalarına ayırmış.

“Muhafazakarlık, kapitalist modernleşme süreci karşısında, bu sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel yapıların, daha doğrusu o yapılara yüklenen anlam ve değerlerin sürekliliği adına gösterilen tepkiye dayanır. Fakat bu tepki, “yeni olanın” mutlak reddiyesiyle, yahut salt tepkisellikle tanımlanmaz.”

“Kadim olanı moderne uyarlayarak yaşamasını sağlayan” muhafazakârlık, yazara göre bu özellikleri sayesinde, gelenekçilik ve restorasyondan ayrılır.

Akdoğan iki tür muhafazakâr tavır olduğunu belirtiyor.
“Birincisi, köklü bir geçmişe sahip olup bu kadim geleneğin değerlerini benimseyen, yaşam çevresini onunla sınırlayan, güvenli bir duruştur. Geleneğin bilinçli savunucusu olarak değişimin değersizliğine inanır. Bu tavır aristokrat geleneğin güçlü olduğu toplumlarda etkilidir. İkinci tür ise eldekini korumak, durumu kurtarmak amacıyla takınılan, üzerine ürkeklik sinmiş bir tavırdır. Değişimden öz olarak değil, onun getirdiklerine karşı donanımlı olmadığı için korkan bu muhafazakarlık kendisini milliyetçilik gibi farklı söylemlerle ifade edebilir.”

Burada milliyetçiliğe cepheden olmasa da yan taraftan yapılan saldırı dikkatinizi çekmiştir. Bunun haricinde kitapta milliyetçilikle ilgili açık başka bir ifade yok. Toplam 4-5 yerde geçen “milliyetçi” kavramı genelde başka görüşlerle yan yana kullanılmış.

Yalçın Akdoğan’ın sonraki kariyeri boyunca en sıkı savunucusu olduğu AKP icraatlarından birisinin “çözüm süreci” olduğunu tam da burada hatırlatmak yerinde olacaktır.

Muhafazakârlığın aklı kutsayan rasyonalizm karşısında toplumu savunan çizgide ama aklı da tamamen dışlamayan bir görüş olduğunu açıklayan Akdoğan, ardından rasyonalizm karşısında meydana çıkan romantizme bir selam çakar. Romantizmin Doğu’daki tezahürünün sufizm olduğunu belirtse de, Batı muhafazakârlığıyla romantizm arasında kurduğu ilişkiyi sufizm ve Türk muhafazakârlığı arasında kurmaktan imtina eder.

Türkiye’de olması gerekenin, modernizmin tepki çeken boyutlarını da dikkate alarak, modern bir muhafazakârlık olduğu tespitine varır. “Bu açıdan Aydınlanmanın kendisini değil”, Fransız örneğinde ortaya çıkan olumsuzlukları eleştirmenin gerektiğini söyler.

Birçok Batılı entelektüelin Fransız Devrimini eleştiren metinlerine atıf yapar. O kadar atıf yapar ki, siz yazarın “Fransız örneğinin olumsuz yanlarını” değil, doğrudan Fransız Devrimini mahkûm ettiği sonucuna bile varabilirsiniz.

Fransız Devrimini toptan reddetmek, Atatürk düşmanlığının “entelektüel” hâlidir.

Biraz da klasik muhafazakârlığı irdeleyen Akdoğan, sözü liberal-muhafazakârlığa getirir. Diğer türün de (klâsik, geleneksel veya paleo-muhafazakârlık) varlığını sürdürdüğünü tek cümlede geçen yazar, liberal-muhafazakârlığı hararetle alkışlar.

Liberalizm ve muhafazakârlığın birçok konuda “ilkesel” bir birlik sağladığını yazan Akdoğan, mesela Hayek gibi bazı düşünürlerin liberal mi yoksa muhafazakâr mı olduğunun tartışılacak kadar iç içe geçme yaşandığını anlatır.

Türkiye’de de böyle bir birlikteliğin olabileceğini imanın ötesinde, üstü kapalı biçimde söyleyen yazar Türkiye’deki muhafazakâr çizgiyi şöyle tarif eder:
“Türkiye’de muhafazakarlığın gelişimi sağ partiler üzerinden olmuş, muhafazakarlık düşüncesi milliyetçi ve mukaddesatçı anlayışlarla ilişkili bir seyir izlemiştir. Cumhuriyetin ilk kuşakları arasında muhafazakar düşünceye en yakın isimler Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal Beyatlı ve Nurettin Topçu’dur. Ö. Çaha’ya göre bunların ortak özelliği modernleşmeye açık, ancak milli kültüre de yabancı olmayan sentezci bir değişim paradigması savunucusu olmalarıdır. Bu düşünürler İslamcılığa fazla dem vurmayan, ırkçı Türkçülüğe prim vermeyen, resmi ideolojinin kökten değişimci tutumuna kuşkuyla yaklaşan ve değişimin kademeli olarak gerçekleşmesini savunan düşünürlerdir. Bu düşünürlerin İslam’a değer vermekle İslamcılık, milli ve yerel değerleri önemsemekle milliyetçilik arasında yürüdükleri ince çizgi, bugünün siyasetine de yön verebilecek mahiyettedir. Bir kısım değerlere önem vermek ve siyasette esin kaynağı kabul etmekle, bu değerleri ideolojiye dönüştürerek katı ve mekanik bir hale dönüştürmek arasındaki fark, muhafazakarlığın vurgu yaptığı bir noktadır.”

İş Türkiye’ye gelince en hafif tabiriyle “temkinli” bir yaklaşıma büründüğü görülüyor. Ama benim esas dikkatimi çeken yer, son cümle. “Bir kısım değerlere önem vermek ve siyasette esin kaynağı kabul etmekle, bu değerleri ideolojiye dönüştürerek katı ve mekanik bir hale dönüştürmek arasındaki fark, muhafazakarlığın vurgu yaptığı bir noktadır.”

Buraya dönmek kaydıyla kısaca, yine kitaptan, muhafazakârlığın topluma bakışıyla ilgili birkaç ilgi çekici not paylaşmak yerinde olacaktır.

“Muhafazakarlar toplumu organik bir varlık olarak görürler.” Buna göre toplum; “sadece bugün yaşayan ve gerçek bireylerin oluşturduğu bir bütün değil, geçmişten geleceğe uzanan şimdiki zamanda yaşayanların bireysel varlığını aşan bir “bütün”dür.”

Bireyciliğin (liberalizm?) modernistler tarafından “bayraklaştırıldığını” ancak toplumu birarada tutan “rüyayı yitiren bireyin, tutunamayan birey” olduğunu yazan Akdoğan devam eder: “piyasanın hergün değiştirdiği kimliksizlik kimliğindedir”.

Bunun için muhafazakârlar aileyi korumak isterler. Aileyi korumanın bir yolu da “mülk sahipliğidir.” “Bunun gelecek nesillere aktarılmasının ailede devamlılığı sağladığı düşünülür”. Aristokrat bir noktadan gelen bu düşünceye, herhâlde Marksistler haricinde herkes iştirak edecektir.

“Refah devletinin aileyi öldürdüğünü” iddia eden muhafazakârlık “devletin sınırlandırılmasından” yanadır. Bunun yolu da iki şeyi güçlendirmektir: “birey ve sivil toplum”.

Bir istisna olarak Batılı muhafazakâr düşünürlerin yanında yazarın sesini duyabildiğimiz alan ise “ulus devletin modernizasyonudur”. Üstelik bunu çok da muhafazakâr bir çizgiden söylemez. En iyi ihtimalle “küreselleşmeyle uyumlu muhafazakâr” bir yerden yapar bu konuşmayı.

Böylece yukarıda Türkiye’de muhafazakârlık bahsinde durmuş olduğumuz yere bu sefer devlet üzerinden gelmiş oluyoruz. (Evet sayın okur, bu başarı hepimizin.)

Şimdi ulus devleti modernize etme çabalarıyla beraber, bir kısım değerleri katılaştırmadan savunduklarını söyleyebilir miyiz? Konuşmaya değer bir konu değil.

Aşağıda daha başka alıntılarla yazımızı “şereflendirecek” olsa da, Yalçın Akdoğan’ın Muhafazakar-Demokrasi isimli kitabının kısa bir özeti böyle. Çok az yorum yaptığım dikkatlerden kaçmamıştır umarım. Merak etmeyin, yazının kalanında bu “eksikliği” fazlasıyla telafi edeceğim.

Doktrinler Eskimez Mi?

Hem de nasıl eskir. Bunu bize yazının kalanında eşlik edecek Alparslan Türkeş, 1975 basımı Dokuz Işık’ta şöyle açıklar: “Geniş caddelerinde sulh teraneleri, arka sokaklarında harb marşları çalınan bugünkü dünyamızda sorunları çok, çözümleri güç olan geri kalmış ülkeler alevler içinde yanıp tutuşurken bunların tahripçisi ve hatta seyircisi olanlar unutmamalıdırlar ki, bir gün aynı akıbetin kucağına düşmekten kendilerini kurtaramıyacaklardır. Çünkü güneşin doğduğu yerle battığı yer arasındaki mesafe hergün biraz daha kısalmakta, dünya her gün biraz daha küçülmektedir. Bilhassa ifade etmek isterim ki, söylediğini yapamıyan, yaptığını söyleyemiyen, göründüğü gibi olamıyan, olduğu gibi görünemiyen, böylece kendi kendini kandıran insanlık, içinde bulunduğu ve gitgide artan bu çelişkilerden kurtulamadıkça, yüksek ahlâkî değerlere yönelmedikçe ve vicdanlarda bir denge kurulmadıkça hiç bir siyasî rejim ve hiçbir siyasî doktrin insanlığı mutluluğa götürmiyecektir. Dünya, buna ait örnek ve isbatlarla doludur.”

Yalçın Akdoğan’ın eserini de bu gözle eleştirmeliyiz. Fakat devam eden alıntılarda ülkeyi Akdoğan’ın doktrini mi yoksa Türkeş’in doktrini mi yönetiyor, karıştırabilirsiniz. Karışsın ziyanı yok, nasıl olsa toplayacağız.

Dokuz Işık

Muhafazakar Demokrasi kitabıyla mukayeseli okuyacağımız diğer kitap, ilkinden çok uzun zaman önce, 1965’te, Alparslan Türkeş tarafından kaleme alınan Dokuz Işık.

İlk baskısını 1965’te yapan Dokuz Işık Doktrini elimde bulunmadığı için, 1975’te Kutluğ Yayınları tarafından yapılan basımını kullanacağım.

121 sayfadan oluşan bu eser sadece Dokuz Işık Doktrini’nden oluşmuyor. Dokuz Işık Açısından Bazı Mes’eleler, Dokuz Işıkçı Dünya Görüşü, Dokuz Işık’ta İş Düzeni ve Dokuz Işık Üzerine Konuşmalar olmak üzere dört ek bölümü de var.

1960’ların (sonra 70,80,90’ların ve tabii ki 2000, 2010’ların ve anlaşılan 2020’lerin) Türkiyesinin hızlıca kalkınması teması üzerine bina edilen doktrin, bunu yapacak tek gücün milliyetçiler, tek milliyetçi kurumun da MHP olduğu iddiasında.

Bu kalkınmanın gerçekleşmesini Milliyetçi Türkiye’ye bağlayan eser, Milliyetçi Türkiye’yi ise “Milli Devlet-Milli Demokrasi” olarak görüyor. Milliyetçi Türkiye’yi hayata getirecek, sonra da güçlü bir biçimde yaşamasını sağlayacak dokuz umde belirliyor.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmesi haricinde neredeyse başka hiç bir kaynağa atıf yapılmayan bu kitapta, Türkeş’in tespit ettiği Dokuz Işık şöyle: Milliyetçilik, Ülkücülük, Hürriyet ve Şahsiyetçilik,
Ahlâkçılık,Gelişmecilik ve Halkçılık,
İlimcilik, Endüstricilik ve Teknikçilik, Köycülük, Toplumculuk.

Dokuz Işık’ın bir kısmına Yalçın Akdoğan da itiraz etmeyecektir. Tüm ideolojiler “iyi olanı” savunmak zorundadır. Dünya’da iyi olan şeyler az olduğu için bunların çakışması da çok normaldir. Köycülüğün artık geçerliliğini yitirdiği gözönüne alınırsa, muhafazakârların bu umdelerden ikisi haricinde ciddi bir itiraz getirmesi beklenmez: Milliyetçilik ve Ülkücülük. Bir de Türkeş’in anladığı anlamda Toplumculuk ilkesine hafif bir itiraz olabilir.

Fakat talihe bakın ki, Türkeş’in doktrininin -kendisi her ne kadar Hürriyet ve Şahsiyetçiliği göstermek istese de- en mühim ilkeleri bu ikilidir.

Mesela Türkeş’in kafasındaki sistem neye dayanmalıdır, buyurun okuyalım:
“İnsanoğlunu diğer canlı varlıklardan ayıran en büyük vasfı, bir millet topluluğu içinde yaşamasıdır. Bu bakımdan, insan karakterinin oluşmasında mensup olduğu topluluğun sosyal, kültürel durumu; dünya görüşü ve değer ölçüleri önemle rol oynayan faktörler olarak dikkati çeker.

Teoride insan refahını esas alan ve bütün toplumlara kolaylıkla uygulanabileceği sanılan bazı rejimlerin tatbikatta başarısız ve zararlı olması, yukarıdaki gerçeği bilmemekten ileri gelmektedir. Bir milletin kendi gerçeklerine veya kendi çıkarlarına göre ortaya koyduğu bir idare biçiminin, siyâsî felsefenin başka milletlerce benimsenmesi, kopya edilmesi, bir insanın farklı kan grubuna sahip birisinden kan alması kadar tehlikelidir.”

Gayet milliyetçi ve idealist(ülkücü) bir noktadan “millî bir sistem oluşturalım” diyor, özetle. Ya da daha özeti “Türk tipi” sistem.

Yalçın Akdoğan ise küreselleşmeyle, Batıyla, muhafazakâr ve liberallerle uyumlu bir sistem diyordu. Şu an hangi sistemle yönetildiğimizin cevabı galiba hem ülkenin hem de yazının gidişatını tayin edecektir: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yahut Türk Tipi Başkanlık.

Madem istikameti Türkeş çiziyor, yukarıda Yalçın Akdoğan’dan yaptığımız birçok alıntıya nasıl cevap vereceğini merak etmiş olmalısınız. Önce Akdoğan konuşsun ve görüşünün kısa özetini yapsın: “AK PARTİ çeşitliliği kabul etmekle birlikte görece olanı yücelten kültüralist bir yerelliği de doğru bulmamaktadır. Yerelliği savunmak, evrenselliği red anlamına gelmemeli, yerellik de kendisini çatışmacı bir mutlaklığa dönüştürmemelidir.”

Bakalım, Türkeş ne diyor:
“Milliyetçiliğimiz, Türk Milletinin bütün fertlerini aynı derecede sevmek, onları devlet yönetimine aynı derecede katmak, ortak etmektir. Bu ise, ancak MİLLÎ DEVLET ve MİLLÎ DEMOKRASİ ilkesinin uygulanması ile gerçekleşebilir. Türk insanının yönetim tarzı, ne Batı’nın burjuva diktatörlüğü, ne de Doğu’nun proleterya yönetimidir. Türk insanının yönetim tarzı milletin bütün fertlerinin, sosyal dilimlerinin demokratik yönetimidir. Unutulmamalıdır ki, kökü Batı’da olan liberal demokrasi bütün milletin değil, sadece bir kaç patronun, sermaye sahibi bir sınıfın demokrasisidir. Doğu’nun marksist demokrasisi ise, Batı’nın burjuva sınıfının yerini alan bir avuç komünist partisi üyelerinin demokrasisidir. Bu demokrasilerin her ikisi de birer sınıf demokrasisidir.”

Aslında “dış güçler” kavramını tedavüle sokan da aynı iktidar olduğu için Erdoğan’dan alıntı yapmam daha uygun olurdu. Ben Erdoğan’ın da her fırsatta teşekkür ettiği Türkeş’ten iktibas etmeyi doğru buldum.

18 yıldır “muhafazakâr-demokratların” yönettiği bir ülkede nasıl olur da Türkeş’in hükmü geçerli olur diyenleriniz olacaktır. Daha doğrusu bu kadar oyu varken neden ittifak yapıyor diye soracaklar vardır.

İttifakın Temeli

Aslında AKP, başlı başına bir ittifak olarak kuruldu. Muhafazakâr-Demokrat-Liberal bir ittifak. Muhafazakârlar ana gövdeyi, demokratlar meşruiyeti, liberaller yenilenmeyi sağlıyordu.

Yenilenmeye ihtiyaç kalmadığını düşünen AKP üst yönetimi (veya Tayyip Erdoğan, ikisi aynı şey) liberalleri ittifaktan kovaladı. Bu, Akdoğan’ın yazdığı doktrini çok sarsmasa da tartışılmasının ve geliştirilmesinin önüne geçti. (Muhafazakar Demokrasi kitabının girişinde teşekkür edilen üç isimden birisi, liberal-muhafazakâr Taha Akyol’du.) Çünkü liberaller, AKP’nin dışa en açık kanadıydı.

Üst üste kazanılan seçimler ve en nihayetinde püskürtülen darbe girişimiyle beraber herhangi bir meşruiyet problemi yaşamadığına inanan Erdoğan, demokratları da ittifaktan attı. Bu, Erdoğan için değil ama AKP için ağır bir darbe oldu. Tabii, Akdoğan’ın doktrinini de çökertti.

Çünkü kitapta muhafazakârlık kadar demokrasiden de bahsediliyordu.

Mesela şöyle diyordu: “Siyaset ve tarih göstermektedir ki, keyfilik ve ilkesizlik meşruiyet ve güven bunalımlarını doğurmaktadır. Siyasetçiden beklenen milli iradeyi hassasiyetle korumak kadar, hukuk başta olmak üzere tüm kurum ve kuralların sivilliği ve demokratik hak ve özgürlükleri esas alarak yapılandırılmasıdır.

Demokrasilerde asıl ve kaçınılmaz olan halka güvenmektir.”

Veya şöyle yazıyordu: “Bu yüzden demokratik aktörlerin öncelikle yanılabilirlik düşüncesine sahip olması gerekir.”

Şimdi bugüne bir bakın. “Hukuk başta olmak üzere tüm kurum ve kuralların sivilliği ve demokratik hak ve özgürlükleri esas alarak yapılandırılması” sağlanabildi mi? Veya artık böyle bir hedefi var mı iktidarın? Peki demokratik aktörler, mesela Tayyip Erdoğan “yanılabilirlik düşüncesine” sahip mi?

Statükoculuk ve muhafazakârlık bahsinde Yalçın Akdoğan şunu yazmıştı: “Muhafazakarlığın değişimin yöntem ve kaynağına yönelik ihtiyatlı duruşu tutuculuk, ürkeklik, gericilik gibi değerlendirilmemelidir. Bu tür yaklaşımlar güden ve amacı sadece mevcudu muhafaza etmek olan klasik muhafazakar çevreler olabilir, ancak bunlar geçmişte kalan ve yeni muhafazakarlık yanında anlamını ve önemini yitiren kesimlerdir. Bugün için bu kişiler muhafazakar ideolojiden çok, ideolojisi ne olursa olsun siyasal bir tutum olarak statükoculuğu seçenlerdir.”

“Bugün siyasal bir tutum olarak statükoculuk” deyince insanların aklına AKP geliyor. İç ittifakını bozmasının (tabii ki dış etkenler her zaman vardır) AKP’ye kaybettirdikleri kabaca bunlar. Fakat iktidarı kaybettirmedi.

Muhalefetin kronik başarısızlığı burada tartışılması gereken esas konu. Fakat biz şimdi MHP’yi bu ittifaka yönlendiren şeye bakış atacağız.

Türkeş’in Mirası

Türkeş’in 80 sonrası savunduğu ve MHP’ye bıraktığı miras, partinin merkez sağa çekilmesi meselesiydi.

Bahçeli bunu kabaca 1997-2002 arasında “başarıyla” savunmuştur. Burada başarı kıstası, partinin oy oranını arttırmasıdır. Fakat 2002’den başlayarak, eski etkisini sürdürmemekle beraber, bugüne kadar gelen süreçte Türk siyasetinde bir Tayyip Erdoğan “fenomeni” oluşmuştur. Merkez sağın tam göbeğine konumlanan bu fenomen, Bahçeli MHP’sinin varmak istediği yerin bizatihi kendisi olmuştur. 15 Temmuz’dan sonra merkez sağda oluşan boşlukları hızla dolduran MHP, yıllar önce koyduğu bu hedefte ısrarcı olduğunu göstermiştir. Tüm bu ittifak sürecinde, beklentilerin aksine, AKP içerinde erimemesi bunun bariz göstergesidir.

Cumhur İttifakı; doktrin, kitle hareketleri ve siyasi söylem temelinde bir buluşmadır. Kesinlikle ideolojik bir birliktelik değildir.

Bu ittifak sayesinde AKP kaybettiği doktrinine bir nebze olsun kavuşmuş, MHP ise eskimeye yüz tutmuş doktrinini tahkim ederek ulusal ve hatta uluslararası meşruiyet kazandırmıştır. Adeta Soğuk Savaş sonrası Dünya’da eski partilere zorunlu tutulan “kendini yenileme” şartını iktidara gelmeden sağlayabilmiştir. AKP ise artık vazgeçmek istemediği “muktedir” pozisyonunu yeni doktrinle tahkim etmiştir.

Kitle hareketi açısından zayıflayan AKP’yi en çok zorlayan mesele tabanını harekete geçirmek iken, MHP’yle yapılan ittifak sonrası milliyetçilerin artan görünürlüğü “ittifak içi” bir rekabet ortamı doğurmuş, bu da “çok dışarıdaki” düşmana karşı hareket edemeyen tabana aile içi bir alan kazandırmıştır. MHP kitlesi ise yıllardır özdeş olduğu alt seviyedeki sokak dövüşlerinden, en üst derece devlet kavgalarına terfi edebilmiştir. Her iki tabanda da bu durumdan rahatsız olan hayli insan bulunmakla beraber, zaman içerisinde “yeni normale” uyum sağlayan kalabalık bir kitle de ortaya çıkmıştır.

Siyasi söylemini neredeyse tüketmiş bulunan AKP, MHP ittifakı sonrası bu alanda da ciddi tahkimat yapabilmiştir. Cumhuriyet, Atatürk gibi önceden dahil olduğunda – ters yansımada kendi tabanı dahil – rahatsızlık yaratan konulara veya siyasi “hasımlara” karşı artık tükenen sert ifadelere yenilerini ekleyebilmiştir. MHP açısından burada avantaj, kendisi iktidar olmasa da “söylemlerinin iktidar oluşudur”. İttifakın MHP’ye en büyük avantajı budur. Garip bir tezat olarak Türk tarihinin en iyi iletişim ekibiyle çalışan Erdoğan döneminde bu olay gerçekleşmiştir. MHP yıllardır uzak tutulduğu bu alana bodoslama ve “yukarıdan” giriş yapmış, bu durum öylesine bir afallama yaratmıştır ki, halen bugün dahi doğrudan MHP karşıtı bir söylem tedavüle sokulamamıştır. Burada da hem MHP’nin mevcut durumu, hem bu durumu okuyamayan muhalefet, hem de Erdoğan’ın iletişim ekibinin ciddi “katkıları” vardır.

Kitle hareketleri bahsinin bir başka faydası da şu olmuştur: Olası bir milliyetçi öfkenin önüne geçmek. Çünkü milliyetçilik harekete geçirilmesi en kolay, durdurulması en zor şeydir.

Özellikle 15 Temmuz sonrası sistemi yeniden kurarken (re-organizasyon) milliyetçileri karşıya almak pek akıllıca bir hareket olmazdı. Dünya’nın neresinde bir sistem kurulursa, orada muhafazakâr sağ ve milliyetçilerden en azından zımni onay alınmalıdır. Bilinir ki, tam yıkılmamış ama yeniden kurulan sistemler, en zayıf anlarındadır.
Milliyetçilik burada ya kurucu-kurtarıcı ortak veya yıkıcı-yakıcı düşman olacaktır. Başka bir alternatif yoktur.

Kurucu Ortaklar

Devlet Bahçeli-Tayyip Erdoğan ikilisi milliyetçiliği ve muhafazakâr sağı devleti yeniden kurmak için biraraya getirmiştir. Böylece milliyetçilik yeni sistemin “kurucu-kurtarıcı ortağı” pozisyonuna konumlanmıştır. Aynı esnada başka bir milliyetçi partinin(İP) muhalefet bloğunun bel kemiğini oluşturması sistemin yeniden kurulmasında devlete ciddi bir avantaj sağlamıştır.

Türkeş 70’lerin ortasında şöyle söylüyordu: “Milletler mücadelesinde Türk Milleti’nin zafere ulaşabilmesi, devlet ve milletimizin yeniden teşkilâtlandırılmasıyla mümkündür. Bu teşkilâtlanmada devlet, yeni bir yapıya sahip olacaktır. Bu yapının üç ana unsuru vardır. Bunlar sosyal, siyasî ve ekonomik unsurlardır.”

Evet bugün devletimiz “yeniden teşkilâtlanmaktadır”.

Bu uzun yazının sonuna gelirken, herhâlde bugün artık en fazla benim ilgimi çeken, Yalçın Akdoğan’ın ilgili kitabından son bir alıntı yapmak istiyorum:
“1789’lu yıllarda Whigler grubunun üyesi bir parlamenter ve gazete yazarı olan Edmund Burke’ün Fransa’daki Devrim Hakkında Düşünceler kitabı devrimci kopuşa yani yurtseverlerin geçmişi tasfiye, parlak bir gelecek kurma şeklindeki ideolojik özentilerine ve yıkıcı öfkelerine karşı bir iddianamedir. Burke devrimi geçmişten radikal bir kopuş olarak görür ve İngiliz Devrimini bu açıdan Fransız Devriminden ayırır. İngiliz Devrimi bir hanedanın yerine bir başkasını geçirmişti, ancak amacı kesinlikle yeni bir egemenlik biçimi kurmak değildi; tam tersine geleneksel kuralları, iktidarın uygulanmasına ilişkin kuralları, yani kral ile halk arasındaki ilişkileri onarmaktı. Devrim yeni bir siyasal düzen tutkusu taşımasının çok uzağında, İngiliz ulusunun tarihi haklarını korumayı amaçladığı ölçüde meşru idi. Oysa Fransız Devrimi “tarihin zincirini kırma iradesi, zamandan kopmak, ülkesini düz beyaz bir kağıt olarak görme olağanüstü kibirliliği ve siyaseti çıplak akılla inşa etmek” şeklinde nitelendirilmiştir. Burke Reflections’da şunları yazar: “Uygarlıktan hiç nasibini almamış gibi davranmayı ve sanki herşeye yeniden başlamak durumundaymışsınız gibi hareket etmeyi tercih ettiniz. Kötü başladınız, çünkü baştan beri size ait olan herşeyi küçümsediniz. Ticaretinize sermayesiz başladınız.” Joseph de Maistre’ye göre Fransız Devriminin en çarpıcı yanı bütün engelleri yerle bir eden o sürükleyici güçtür. Devrimin hortumu, insan gücünün ona karşı koyabildiği herşeyi saman sapı gibi alıp götürür.”

Ülkeyi yönetenler; modern muhafazakârlık oluşturup, ulus devleti modernleştirmek istediler. Klasik muhafazakârlık çizgisine geriledikleri gibi, ulus devleti modernleştirme “hevesini” de kaybettiler. Sonra milliyetçilerin desteğiyle ayağa kalkıp devam ettiler. Bu destek, onları Fransız Devrimiyle barıştırdı. Artık vatandaşa pek bir şey sormadıkları için yalnızca bir temenniyle bitireceğim: İnşallah ticaretinize sermayesiz başlamamışsınızdır.

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Semih Ayna

1996'da doğdu.

Latest posts by Semih Ayna (see all)