FETHEDİLSE GÜZEL YER ASLINDA: FRANSA

…….

Sizlere bu muhteşem, eğlenceli, samimi, sıcak, heyecanlı ve bir o kadar stresli yolculuğumu havaalanından itibaren anlatmak istiyorum. İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanındayız. Pasaport kontrollerinden geçtik uçağa binmeye hazırlanıyoruz. Uçak kapısında Stuttgart yazıyor. Uzun bir süre o yazıya baktım çünkü bu yaşımda Avrupa’ya gitmek bırakın hayallerimi, düşünmeye bile çekinirdim. İmkansız gibiydi gözümde. Heyecanlıydım. Görevliler tek tek uçağa alıyordu bizi heyecanım artıyordu çünkü beni üç saatlik yol bekliyordu. Korkuyordum. Aklımdan geçen senaryolar… Uçağımız bir saat rötarla kalkmıştı. İnmeye yarım saatimiz vardı ki uçak çok şiddetli bir dakikalık türbülansa girmişti. Abimin koluna yapıştım ve gözlerimi sımsıkı kapattım. Nefes almaya çalışıyordum. Bir yanda da bana eşlik eden Bab-ı Esrar kitabım bana biraz daha huzur veriyordu. İyiydim. Ve inmiştik. Almanya Stuttgart’taydım. Havaalanını bordo renkliydi ve gerçekten kasvetlilik akıyordu. İçim daraldı. Almanya’ya karşı anlam veremediğim bir ön yargım vardı zaten bununla da pekişmiş oldu. Almanya da pasaport kontrolüne geçtik. Uzunca bir kuyruk bizi bekliyordu. Etrafımızda Türk Almancılar vardı. Alman memurları beni baya ürkütmüştü çünkü baya sert mizaçları vardı. Filmlerde gördüğümüz gibiydi her şey, insanları bile. Sıra ilerledi ve memurların herkesle Almanca veya İngilizce konuştuğunu duydum. Tırstım ve gerçekten dilin önemini bir kez daha anladım. Sıra bendeydi korktum, ne konuşacaktım ya beğenmez ve beni geri döndürürse ki böyle bir hakları da var beyefendilerin ama korktuğum kadar olmadı çünkü görevli polis memuru abim ve bana hiçbir şey sormadı. Çok tuhaftı gerçekten ve artık bitmişti derken birde en son çıkışta ellerinde mavi eldivenlerle bekleyen üç alman polisine denk geldik. Meğer onların orda durma amacı yabancıları, canları kimi isterse ki özellikle tesettürlü hanımların bavullarını açıp kıymetli eşyalarını alma hakkına sahiplermiş. Sıradayken abim bir adamla muhabbeti kurunca çıkış kapısından beraber çıkmamızı söyledi bizde onunla beraber son çıkıştan da çıktık ve artık rahat bir nefes almıştık.

Yol uzundu. Almanya’dan Fransa’ya geçecektik. Üç saat sürdü yol. Yol boyu göz kapaklarım dayanamasa da etrafı izledim. Basık bir havası vardı Almanya’nın, hoşuma gitmedi yine. Güneş adeta çırpınıyordu buradayım dercesine. Yağan yağmurla uykuya dalmak iyi bir fikirdi. Evden çıkışımızla eve varmamız on iki saati bulmuştu neredeyse. Yol boyu tek bina ,ev görmedim. Her yer ormandı. Bu yollardan giderken bile masalsı dünya başlamıştı sanki. Orman içerisindeki küçük, çatısı aşırı üçgen evleri görmek, ormana bu kadar değer veren bir millet görmüştüm adeta. Adamlar orman içerisindeki evlerin boyasına bile karışıyorlarmış. (ormanın ahengini bozacak renkler kullanmayınız.) Yolda bulunan geyik tabelaları dikkatimi çekti. Ayrıca Almanya ve Fransa’nın trafik kuralları ve radarları çok sıkıydı. Ormanın herhangi bir yerinden polis çıkabilirmiş. Radarları söylemiyorum bile…bazı yerlerde elli km ile gittiğimiz bile oldu. Ceza alırsan ehliyetinden puan düşme gibi bir sistemi varmış Fransa’nın. O yüzden çok dikkatli araba kullanımına sahipler. Bir bilgi daha.. Türkler burada araba kullanmakta baya zorlanabilirler çünkü burada sol şeriti kullanmak yalnızca sağ öndeki aracı sollamak içinmiş. Ve korna kullanımı da burada çok yaygın değil. Son günlerimize doğru korna sesi duyunca ben bile tuhaf oluyordum acaba niye bastı diye. Burada araçların yayalara da çok önem verdiğini gördüm. Gerçekten araçlar yaya yola indiği an da arabayı durduruyor ne kadar hızda olursa olsun. İnsanların birbirine olan saygısını burada daha net anladım desem yanlış bir çıkarım yapmış olmam.

Artık o Fransız evlerini görmeye başlamıştım.. Gerçekten muazzamdı. Renkli evler değil tam aksine renksiz, solgun renkler kullanılmıştı. Ama bir o kadar güzel gözüküyorlardı. Şunu da söylemem gerekir ki havası çok güzeldi. Tertemiz bir havaya sahipti. Müstakil ev, temiz hava ve yalnızca kuş cıvıltıları.. gözlerimi kapatıp o sisli havayı içime çekerken kulaklarımda işlevini gerçekleştiriyordu.. kuşlar eşliğinde çan sesleri… tuhafıma gitti alışık olmadığım bir ses geliyordu. Ama odaklandığım tek şey kuşların sesinin bu kadar gür olması.. Gerçekten huzur vericiydi. Kuş seslerini bozacak o ahenkli sesleri bozan tek bir korna sesi, kavga, gürültü vs. hiçbiri yok. (aramızda kalsın sokakta, şehirde bir tane bile köpek- kedi görmedim. Sorduğum da ise ya barakalarda ya da insanlar evlerinde bakıyorlarmış.) Ülkenin kasaba kısımları yaşlı nüfusu barındırdığı için bu kadar sakin olması da mümkün sebeplerden olabilir. Yüksek binalar kasabalara doğru azalıyor zaten. Fransa’nın belli beş şehrine gittim ve gördüğüm manzara hep aynıydı aslında. Düzenli ve yüksek olmayan binalar… apartmanlar var evet ama hepsi üç veya dört katlıydı. Yüksek bina gittiğim şehir merkezlerinde bile çok azdı. Özellikle dikkatimi çeken diğer husus ise her pencerede panjur oluşu. Bizdeki klasik beyaz güneşlik perde yerine odayı kapkaranlık eden, bazen geceyle gündüzü karıştırmama yol açan harika bir sistemdi gerçekten.

Konakladığımız yer Fransa’da fakat Almanya’ya sınırı olduğundan ilk gezimize Almanya’dan başlamıştık. Burada Saarbrücken Castle isimli şatoya girdik. İçeride garip birini gördüm. Bembeyaz giymiş suratını beyaza boyamış bir kadındı. Afişte her Cuma tiyatro gösterisi yapıyormuş. Canlandırdığı karakteri çok anlam veremesem de bir rahipti sanırım. Burada etkilendiğim asıl yer ise turuncu telefon kulübesi oldu. İçerisinde kitapları olan ücretsiz alıp okuyup geri getirilen bir halk kütüphanesi diyebiliriz. Gerçekten böyle bir kulübenin olmasına çok sevindim. Daha sonra europa galerie isimli alışveriş merkezinde geçtik. Türkiye’den çok farksız değildi. Dümdüz alışveriş merkeziydi diyebilirim. Ertesi gün hayatımda ilk kez gördüğüm muhteşem bir esere gelmiştik. Strazburg Notre Dame Katedrali. Eserdeki her detay, küçük-büyük yapılmış heykeller o kadar muazzamdı ki bir kapısının üstün de birbirinden farklı insan heykelleri diğer kapısında ise ağırlıklı olarak kadın, melek figürleri yer alıyordu. Katedralin kısaca tarihine bakarsak isminde de olduğu gibi bizim kadınımız anlamında gelen katedral Hz. Meryem’e ithaf edilmiş. Katedralin içerisine girdiğimiz de ise gerçekten bir baş yapıtın içerisinde olduğumu anladım. Yüksekliği, heykelleri, altın varaklı işlemesiyle yüksekteki taht ve en önemlisi ve belki de içerideki en ilgi çekici eser ise astronomik bir saatin varlığıydı. Canlı renkleri heykellerin bir an hareket edip seninle konuşacakmış gibi, baktıkça daha da bakası gelen ve gerçekten hayranlıkla izlediğim bir eserdi. Dışarıya çıkarken sol tarafta bulunan eser ise Hz. Meryem’in kucağında Hz. İsa’yı taşımış bir figür var ve altında ise 7 pencere, her pencere içerisinde insan figürleriyle anlatılmış Hz. İsa’nın hayatını ele alıyor. (Doğumu, Hz. Meryem ile şehre inişi, büyümesi, halk arasında konu üzerine tartışma, çarmıha gerilmesi, çarmıhta öldükten sonra halkın onu çarmıhtan aşağı indirmesi ve yas).Yazıyla bildiklerimizi bir heykele dökmek ancak bu kadar muhteşem olabilirdi. Kilisenin içerisinde çoğu heykel Hz. İsa’nın çarmıha gerilme heykelleriyle dolu olması da gözden kaçmıyordu. Son olarak katedralde aklında ne kaldı diye sorarsanız kilisenin o soğuk havası, yapılan heykel işçiliği, canlı renkler, (canlı renkler belki de daha sonra yapılmış olma ihtimali var çünkü eski resimlere bakıldığında daha soft renkler hakim) ve tabi ki kilisenin güvenliğinden sorumlu kişinin bir an da hoparlörden bağırıp sessiz olmamızı istemesiydi.. ve Fransa’nın en beğendiğim kaşarlı pizzasıyla gün sona ermişti.

Sıradaki gezimiz Metz şehriydi. Oldukça sade renklere hakimdi. Orada Roma Katolik kilisesi olan Metz Katedraline uğradık. İçerisine giremedik fakat dışarısı gerçekten olağanüstüydü. Diğer katedralde olduğu gibi burada da heykeller fazlasıyla vardı. Bu küçük büyük fark etmeksizin yapılmış heykeller kendine hayran bırakacak derecedeydi. Aynı zamanda katedrale uygun olsun diye mi ki büyük ihtimal öyle yol boyu ara sokaklardaki binalar ne olursa olsun katedrale uygun renkle boyanmıştı. Şehrin, katedralin rengi gerçekten o şehrin tarihten bir parçasıymış hissi verdiğini ve orta çağ döneminde olduğumu hissetmiştim. Yemek yediğimiz mekanın karşısında ise Fransız güpürlü sade gelinlikler beni tarih filmlerini götürmedi değil. Bu hissi veren renklerinin yanı sıra katedralde yapılan roma tarzı giyimli heykellerinde etkisi büyüktü. Fransa şehrinde müthiş bir düzen zaten var ama buradaki renk ve düzen gerçekten mükemmeldi.

Colmar…Büyülü şehir.. Fransa’nın en renkli evlerinin olduğu, kendini masal diyarında hissettin ağaç evler, evlerden sarkan peluş hayvanlar, renkli panjurlardan oluşan her an dönem dizilerinden fırlamış kızların dışarıyı izliyormuş ve sana ‘bonjur madam’ diyecek hissi veren ve gerçekten şeker hamuru tarzındaki sıcak, sevimli evleri görmek muhteşem bir duyguydu. Ayrıca Colmar’ın etrafını gezmek için vagonlu küçük bir trende sizleri masalda olduğunu hissettiren diğer bir unsur diyebilirim. Trenle yapmış olduğumuz yolculukta daha az sürede birçok şey görmekte mümkün oldu. Renkli evlerin karşısında küçük bir nehir vardı ve demirlerin üstlerine Fransa da olmazsa olmaz aşıkların yaptığı kilit asmalarda renk açısından Colmar’a uyum sağlamış. Churros tatlısını da yiyerek dolaşmak o masalsı dünyamızı daha da tatlı hale ve gerçeğe dönüştürüyor desem abartmış olmam. Çok bilindik bir bilgi ama temas etmeden geçmeyeyim. Fransızların gerçekten kahvaltı kültürü yok sabah erkenden kruvasan yemeğe gittiğimizde aşırı bir kalabalıkla karşılaştık. Bende bu kültüre ayak uydurup tatlı ile kahvaltı nasıl olur diye bakmaya çok güzel bir pastaneye geldik. Başta her şey güzel gidiyordu. Filtre kahvem, kruvasanım (frambuazlı, fıstıklı ve çikolatalı) ve gerçekten masallarda olduğu gibi pastanedeki o sıcak pasta kokusu eşliğinde kendimi pembe masallara kaptırmıştım ki midem sabah sabah tatlı ziyafetine pek alışık olmadığından kendini hatırlattı. Abimle hemen tuzlu bir kruvasan aradık ki şükürler olsun vardı. Böylelikle midemizi de toparlayıp yolumuza devam ettik. Gerçekten kruvasan, pizza ve genelde yediğimiz Türk lokantalarında yemekler muhteşemde. Fransa da Türk lokantalarına gitmenizi ve pizzasını, kruvasanlarını yemenizi şiddetle tavsiye edebilirim. Ayrıca Fransa’nın abur cuburlarını, içeceklerini tattığımda, damak zevkimize uymayanların yanı sıra hayranlıkla yediğim gevrekleri de oldu. Bu konu da gerçekten özellikle çikolata olarak bu işi yapıyorlar dedirttiler.

Artık son günümüzdü. Son günümüzde diye herhalde hava çok sıcaktı fakat bir anda çıkan fırtına ve ardından yağan yağmurla adeta üç mevsimi bir günde yaşamıştık. (Gerçekten çok değişken bir hava durumu var. Genellikle kara bulutların hakim olduğu bir iklime sahip. Gezi boyunca yağmurdan kaçamadık.) Tabi bu olay bizi biraz üşütse de son girdiğimiz katedralin zarif renkleri, tasarımı, hayranlığı içimizi ısıtmıştı. Saarbrücken ’de ‘basilique saint jean sarrebruck’ isimli katedral… Dışıyla içinin alakası olmayan bir manzara daha. İçerisi beyaz, pembe ve altın renklerle kaplı oluşu beni bir masaldan diğer masala sokması için yeterli bir sebepti. Çünkü daha önce böyle canlı, ferah bir eser görmemiştim. Diğer katedrallerde soğuk ve hep aynı soğuk renkler hakimdi genel olarak. Ama burasının renkleri, ışıltısı övülmesi gerekecek kadar güzeldi. tabi sessiz olunması için tekrardan uyarılmıştık. Yine sakarlığım tuttuğu için o sessiz ortamı ayağa kaldıracak kadar yaptığım gürültüyü duymanız lazımdı. Hemen oradan uzaklaştım. Saarbrücken ’de ki diğer devasa katedralin yalnızca dışını görmüştüm ve orasının büyüklüğü olağanüstüydü. Şu kadarını söylemek istiyorum heykellerden birisi kocaman ejderha ve ejderhayı öldürmeye çalışan şövalye… Boşuna masal diyarı dememiştim.

Fransa aynı zamanda hayvancılığın fazla olduğu bir ülke. Bazı zamanlar besledikleri hayvan olan sığırın kokusunu bölge bölge fena halde hissediyorsun. Hatta bu koku peynirlerine de sindiğini söyleyebilirim. Şaşırdığım konular bitmiyor. Özellikle akşam saat on buçuk olduğu zaman tüm sokak lambalarının kapanması beni oldukça şaşırttı. Devletin maddi gücü yokmuş. Ve Fransa’nın çöp sorunu öyle basit bir olay da değilmiş. Toplam da üç çöp poşetine sahip bir ülke. Mavi, sarı ve pet şişeler için ayrı. Eğer poşetlerin içerisindeki çöpler kural gereği koyulması gereken çöp değilse aileye para ceza geliyor ve çöp koyulan yerden alınmıyor. Fransa’nın iyi özellikleri yanından kötü özellikleri de her ülkede olduğu gibi var. Ama beni bu Fransa gezimin sonunda kazandırdığı sıcak insanlar, dostluklar ve hiç tanımadığın insanların sokakta sana gülümsemesi bazı tüm kötü hatıraları yok ediyor. İyi ki gezmişim, görmüşüm ve bu süreçte bizi misafir eden yeni ailemize ve dostlarımıza, emekleriniz için, bizleri masal diyarına konuk ettiğiniz için teşekkür ederim…

 

 

 

 

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Büşra Yıldız

Latest posts by Büşra Yıldız (see all)


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler: