İmparatorluk Türkiye’sinin son dönemlerinden itibaren, azınlık cenahlarda ve son olarak da kurucu unsur olan Türklerde ulusçu hareketler gözlenmiştir. Bir dizi yıpratıcı savaşlar sonrasında da “hasta adam” hayatını idame ettiremez duruma gelmiştir. Yine sonrasında bilindiği üzere Kurtuluş Savaşı ile Türk milliyetçi hareketi Misak-ı Milli hedeflerine yönelik mücadelede bulunmuş, sonucunda -büyük ölçüde- bugünkü sınırlarıyla Cumhuriyet ilan edilmiştir. Tabii bu olaylar silsilesinin altyapısı aslında derinlerde mevcuttur. Osmanlı’daki reform hareketleri; eğitimde, orduda, toplumsal yaşamda görülen yenilik çabaları, özellikle Tanzimat dönemi özelinde ilk görülen değişikliklerdir. Ayrılıkçı olayların da çoğalması ve devletten kopuşların gerçekleşmesiyle, devlet adamlarında uzun zamandır gösterilen refleks, daha da etkili olmaya başlamıştır. Bu refleks “devleti nasıl kurtarırız?” sorusundan hareketle ortaya çıkan bir reflekstir.
II. Abdülhamid devrinde devam eden yenilikler, özellikle askeri ve eğitim alanında nitelikli bir şekilde devam etmiştir. Nitelikli diyoruz çünkü; Kurtuluş Savaşı’nın önderleri ve Cumhuriyet’in kurucuları o dönem üzerine düşülen bu nitelikli kurumlarda yetişen kadrolardı. Gelişen Türk milliyetçiliği fikri ile de birlikte günümüz değerleri kapsamında niteliği daha artan askeri okullar, bir devrimin tohumlarının atıldığı yerler olmuşlardır.
Milli Mücadele döneminde ve Cumhuriyet’in ilanına giden süreçte az-çok belli olan ulus-devlet yapısı, sonuçta gerçek olmuş ve Atatürk’ün fikirlerimin babası dediği Ziya Gökalp tarafında düşünsel bir sistematiğe oturtulan milliyetçi düşünce çerçevesinde Türk Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Burada asıl konumuza geçebiliriz. Milliyetçi öğreti etrafında şekillenen yönetim yapısı topluma da şekil vermek durumundaydı. Bu noktada, milliyetçilik kuramlarından hangisinin Türk devleti ve toplumunu etkilediğini inceleyip, günümüz Türkiye’sinde hangisinin etkin rol oynadığı sonucuna varmaya çalışacağız.
Öncelikle kuramlardan bahsetmeliyiz. Bu kuramlardan ilki; “ilkçi” (primordialism) yaklaşımdır. İkincisi, “modernist” yaklaşımlar olarak tanımlanır. Üçüncü ve son olarak da “etno-sembolizm”dir.
İlkçiler milletleri doğal yapılar olarak tanımlayıp, onları sabit-değişmez yapıda görmektedirler. Onlara göre milletler tarihin belli bir döneminde, belli şartlar altında ortaya çıkmamışlardır. Aksine milletler eski çağlardan bu yana hep var olmuşlardır.
Bu terimi(primor-dialism) ilk kez Edward Shils, 1957 yılında kullanmıştır. Anlamı, başlangıçtan beri var olan, ilk yaratılan, geliştirilen anlamına gelmektedir. Diğer yandan bu yaklaşım -Umut Özkırımlı’ya göre- kendi içerisinde üçe ayrılmaktadır: doğalcı, biyolojik ve kültürel. Doğalcı bakışa göre insanlar doğuştan bir etnik gruba aittirler. Ve bu bakış ilkçiliğin en aşırı sürümüdür. Buna göre etnik kimliklerimiz işitme, görme, koku alma duyularımız kadar doğaldır. Farklı etnik gruplar olacağı gibi, bu grupların kendinden olmayanları dışlama durumları bir o kadar doğaldır. Her milletin belli bir misyonu, kişiliği, kaderi, doğal sınırları vardır. Milletler ile etnik gruplar özdeş kabul edilir ve milliyetçilik tarihin her döneminde vardır. Bu bakış açısı milliyetçiler tarafından kabul görülen bir bakıştır. Ulusların ve ulusçuluğun yükseliş çağlarında eğitim sistemlerinin temelini bu yaklaşım oluşturmuştur. Geertz, bu bakışı tanımlarken, toplum yaşamında verili olduğu varsayılan bağları -kan bağı, din, dil- toplumsal alışkanlıklar saymaktadır. Bu aşırı sürümde ayrıma giden Smith, eskilci(perennialist) bakışı ortaya koymuştur. Buna göre milletler doğal olmamakla birlikle, eski çağlardaki birlikteliklerin günüme yansımasıdır.
Diğer yandan biyolojik bakış açısına göre, aynı etnik grubun içinden eş seçilmesi önemlidir. Bu yaklaşımın en önemli temsilcisi Pierre Van Den Berghe’dir. Ona göre etnik topluluklar süper ailelerdir. Yine bu yaklaşıma göre, etnik bağlılıkların kökenleri içgüdülerde ve genetik özelliklerde saklıdır. Üremede başarılı olma güdüsü bu yaklaşımı savunanlara göre insanları yönlendiren en önemli güdüdür. Dolayısıyla insanlar kendilerine benzeyenlerle eşleşmeye yönelirler. Bu içgüdüsel durumlardan ötürü insanların etnik aidiyetleri güçlenmektedir.
Kültürel ilkçiliğe göre ise, ilk olma özelliğine sahip olan birincil bağlılıklar, her şeyden önce vardır.ilk olma niteliğine sahip olan duygular sözcüklerle ifade edilemezler. Birey üyesi olduğu topluluğun alışkanlıklarına bağlılık duymaktadır. Ve bireyi toplumuna bağlayan neden çıkar ilişkisi değildir. Bu bağlılık heyecan ve duygudan ibarettir.
İlkçiliğe göre etnisite kan bağı algısına dayanan toplumsal sınıflandırmadır. Connor, Geertz ve Grosby, etnik grupla özdeşleştirilen kan bağının nesnel olarak belirlenemeyeceğini söylemiş; böyle bir bağın olmayabileceği üzerinde durmuşlar ancak, öznel olarak böyle bir kan bağının var olduğuna dayanan bir algı ve inanış bulunduğunu vurgulamışlardır.
Modernist yaklaşımlara baktığımızda, milletlerin ve milliyetçiliğin modern çağlara ait yapılar olduğu savını görüyoruz. Buna göre millet kavramı son ikiyüz yıla aittir ve milliyetçilik millet oluşumunu doğurmuştur. Bu kavramlar, aynı kapitalizm, sanayileşme, laiklik, bürokratik devlet gibi modernleşmenin ürünüdürler. Craig Calhoun, devletlerin modern dönemin ürünü olduğunu ve Avrupa’da monarşi döneminde geliştiğini vurgulamıştır. Calhoun, ulusların büyüklüğü ile ilgilenmiş ve bazılarının diğerlerine göre daha gerçek olup olmadıkları ile ilgilenmiştir. Buna göre ulusun nesnel olarak tanımlanamayacağı sonucuna varmıştır. Ve milletler sadece milliyetçilik bağlamında var olabileceklerdir.
Hans Kohn, milliyetçiliği bireyin ulus-devlet için hissettiği en büyük sadakat olarak tanımlamıştır. Geçmişte de devletlere rastlansa da her milletin kendi devletini kurma fikri yenidir. ABD ve İsviçre örnekleri modernist yaklaşımın en büyük dayanağı olmuşlardır. Karl W. Deutsch, 1953 yılında basılan “Milliyetçilik ve Sosyal İletişim” kitabında, iletişimin tamamlayıcı alışkanlıkları ve olanaklarıyla birbirlerine bağlanan insan grubunu halk olarak nitelendirmiştir. Halk, farklı toplumsal ve mesleki sınıflardan gelen bireylerin, bir merkezin ve lider grubunun etrafında toplanmalarıyla oluşmuştur. Böylelikle siyasal ekonomik ve toplumsal uyum oluşmuştur.
Diğer yandan, aynı şekilde devletlerin milletleri oluşturduğu savını öne süren modernistler, askerlik ve eğitim kurumlarının araç olarak etkin bir şekilde kullanıldığını iddia etmektedirler. İcat edilmiş olan devletle birlikte milliyetçilik yoluyla halk harekete geçirilmiş, kendilerini devletle özdeşleştiremeyenler ise devlete yabancılaşmışlardır. Anderson, milliyetçiliği hayali bir cemaat olarak tanımlamaktadır ve millet ve milliyetçiliği kültürel bir yapı olarak değerlendirmektedir. Yine Anderson, milletleri icat edilmiş olarak gören Gellner’i eleştirmiştir. Burada modernist kuramcıların çeşitliliği ve uzlaşamadıkları göze çarpmaktadır.
Kuramların üçüncüsü; Smith’in savunuculuğunu yaptığı, diğer iki yaklaşmın arasında-orta noktasında olan etno-sembolcülerdir. Smith, milletin bir ideoloji olarak modern dönemde ortaya çıktığını savunmaktadır. Bununla birlikte Smith, özellikle Avrupa ve Orta Doğu’da kökleri eski çağlara uzanan etnik toplulukların mevcut olduklarının altını çizmektedir. Bu etnik gruplar ile de modern uluslar arasında tarihi bağlar olduğunu savunmaktadır. Ve bugünkü çağdaş ulusların oluşumunda eski etnik yapıların etkisinin olduğunu söylemektedir. Yine Smith’e göre, etno-sembolizm bir kuram değil, bakış açısı ya da alternatif bir inceleme ve araştırma programıdır.
Diğer yandan bu yaklaşım etnik kökene önem verdiği gibi; mitler, simgeler, değerler ve anıları incelemektedir. John Armstrong da bu kuramın önemli temsilcilerindendir. Armstrong’a göre etnik bilinç uzun bir geçmişe sahiptir. Bu Mısır, Mezopotamya, Orta ve Güneydoğu Asya’daki kadim uygarlıklarda görülmektedir. Dini kurumların ve öğretilerin etnik bağları sağlamlaştırmada önemli rol oynadığını savunmaktadır.
En baştaki sorumuzla birlikte sonrasında aktarılanları değerlendirdiğimizde, ulus-devletlerin ya ilkçi ve türevi anlayışları ya da etno-sembolcü anlayışı benimsediğini söyleyebiliriz. Çünkü modernist yaklaşımlar genelde -doğası gereği- milliyetçilik karşıtıdırlar. Diğer yandan bizim asıl incelediğimiz nokta olan günümüz Türkiye’sinde kuramların etkisini net belirlemek için en başta bahsettiğimiz altyapı parametrelerini değerlendirmemiz gerekecektir. Sonrasında uygulanan politikaları incelediğimizde çok uğraşmadan sonuca ulaşacağız.
Cumhuriyet’in kuruluşunun başrolünde bulunan Gazi Atatürk’ün Ziya Gökalp’tan etkilendiğini herkes bilmektedir. Dolayısıyla milliyetçilik anlayışları da birbirine benzemektedir. Yani Gökalp’ın söylemlerine dikkat etmemiz gerekecektir.
Gökalp, bilindiği üzere, Türk tarihini derinlemesine inceleyen araştırmalar yapmış bir tarihçi, çağının toplumunu çözümlemeye çalışan bir toplumbilimci, Türk ulusunun ihyasına düşünsel hizmetlerde bulanan bir fikir adamıdır. Tarihçiliği göz önüne alındığında, onun Türk tarihini çağın en eski devirlerine götürmeye çalıştığını görüyoruz. Aynı zamanda Turan ülküsüne olan inancı, geçmişte Turan’ın gerçekleştiğini kanıtlar nitelikte çalışmalar yapmıştır. Diğer yandan o, ulusun sadece ırk, coğrafya, siyasi yakınlık ya da sadece siyasi yakınlığa bağlı olarak değil kültürel birlikle kurulacağını savunmaktadır. Yani ortak bir dil, tarih, din, ahlak ve sanat üzerine bir ulusun yükseleceğini öğretmiştir. Geçmişe olan ilgisi ve inancıyla, geleceği şekillendirmeye çalışması dolayısıyla, ilkçi kuramın savunucularından sayabileceğimiz Gökalp, daha çok kültürel bakışı benimsemiş gibi görülmektedir. Ancak bu konuda kendisinin net bir söylemine maalesef rastlamıyoruz.
Bunun ardından, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden itibaren bilimsel çalışmalara baktığımızda, TTK ve TDK’nin kuruluşu, Güneş Dil Teorisi, Prof. Zeki Velidi Togan tarafından yalanlanan Türk Tarih Tezi gibi etmenler Cumhuriyet yönetiminin ideolojik olarak ilkçi bir anlayışla hareket ettiklerini gösteriyor. Bu sonuca varmak için çok farklı örnekler vermeye gerek yoktur. Dönemin yöneticilerinin kıt tarihsel bilgiler ışığında Türk Tarih Tezi ile kökenlerini Hitit uygarlığına bağlama çabası bunun en net örneğidir. Ancak tabi sonrasında Orta Asya steplerinden Küçük Asya’ya akınlarla gelindiği anlaşılmıştır. Hatta o dönem Atatürk tarafından araştırılması istenen, “Kayıp Kıta Mu” efsanesi daha net bir örnek olabilecektir.
Diğer yandan uygulamalara bakıldığında, etno-sembolcü yaklaşımlardan da sayılabilecektir. Zaten yukarıda da belirtildiği üzere, etno-sembolizm iki net kuram arasında orta nokta sayılmaktadır. İkisinden de esintiler bulunmaktadır.
Atatürk’ün vefatının ardından gerek dış politika gerekse siyasi iktidarların inisiyatifi dolayısıyla milliyetçi politikaların üzerine düşülmemesi, hatta aksine davranılması o dönem sonrası için net yargıda bulunmamıza engel olmaktadır.
Kaynaklar
Çağla Gül Yesevi, Türk Milliyetçiliği; Doğuşu, Yükselişi, Siyasi Yansımaları. Kripto, 2018.
Akıncı, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, cilt 15, Sayı 1, 2014.
Koçeroğlu
Latest posts by Koçeroğlu (see all)
- Avrupa Birliği ve Brexit - 12 Aralık 2020
- Kırım’da Yanan Ateş - 7 Eylül 2020
- Rus Büyükelçisinin Rus Hükümeti’ne Yazdığı Mektup - 30 Nisan 2020
- Gökalp ve Milli İktisat - 26 Mart 2020
- Milliyetçilik Kuramları ve Modern Türkiye - 26 Aralık 2019