27 Mayıs’ın ardından ihtilâli gerçekleştiren kadro merak ediliyordu. Bu merak milletten çok gazeteci ve münevverlerindi. Bu yüzden her vesileyle Milli Birlik Komitesi’ne yanaşıyor, durmadan yeni öğrendikleri isimleri araştırıyorlardı.
Bu durum askerin canını sıkmış olacak ki, bir çözüm düşünüldü. Buna göre Milli Birlik Komitesi üyeleri sırayla özel röportajlar verecek ve kendilerini tanıtacaklardı.
Röportajların verileceği gazete olarak Türkiye’nin en köklü yayın organı olan Cumhuriyet belirlendi.
15 Temmuz 1960 günü yapılan Cemal Gürsel röportajıyla seri başladı. Bu mülâkat serisinin ismi “İkinci Cumhuriyetin İhtilâl Meclisi Üyeleri” idi.
İki gün sonra sıra Alparslan Türkeş’e geldi.
Cumhuriyet gazetesinin 17 Temmuz 1960 günkü nüshasında, “İkinci Cumhuriyetin İhtilâl Meclisi Üyeleri:3” ismi altında Cevat Fehmi Başkut tarafından yapılan röportaj şu başlıkla verildi: “Başbakanlık Müsteşarı Albay Alparslan Türkeş ile görüşme”
Açıklama kısmında şunlar yazıyordu: Hayatı, memleket dâvalarına dair düşünceleri, inkılâplar, 27 Mayıs ve gençliğinde Turancılık iddiasiyle muhakemesi hakkında söyledikleri
Yazan: Cevat Fehmi Başkut
Hemen altında Türkeş’in makamında çekilmiş bir fotoğrafı.
İnternet ortamında bazı parçaları yayınlanan bu röportajı ilk kez olarak tam metin halinde dikkatlerinize sunuyorum.
Metni okurken 27 Mayıs’ın şartları ve sorulara verilen cevaplardaki birinci muhatabın millet değil münevverler oluşunu lütfen akıldan çıkarmayın. Daha fazla yorum yapmadan sizleri bu tarihi önemi haiz röportajı okumaya davet ediyorum.
(Metnin dili ve yazım kuralları o döneme aittir. Aynen korunarak aktarılmıştır.)
– Kıbrıs’ta Lefkoşe’de doğdum. 15 yaşına kadar bu şehirde kaldım. Sonra Türkiyeye geldim.
Tuhaf şey, kendisiyle ilk defa karşılaştığıma emindim. Fakat ben bu kalın, bu erkek, bu ahenkli sesi tanıyordum, hem de çok iyi tanıyordum.
Konuşmamızın başında ben sual soruyordum, o cevap veriyordu. Veriyordu ama zihnim hep “acaba ben bu sesi nerede duydum?” sualine takılıp duruyordu. Adeta rahatsız olmağa başlamıştım. Sonra birden, artık çözemeyeceğimi anladığım bu muammayı düşünmekten vazgeçeceğim sırada her şey aydınlandı. Hafızamı kaplayan sis arasında bir salon, salonun bir köşesinde sonuna kadar açılmış bir radyo makinesi ve ayakta bir adam belirdi. Şafak henüz söküyordu. Ve radyoyu dinleyen adam ayakta, dimdik, kaskatı durmuş, ağlıyordu. Sevinçle ağlıyordu. Bu bendim. Dışarıda 27 Mayıs sabahı başlıyordu ve Ankara radyosu konuşmağa devam ediyordu:
– Dikkat… Dikkat… Demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısiyle kardeş kavgasına meydan vermemek üzere Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.
Evet işte bu ses, şimdi karşımda konuşan Kurmay Albayın sesiydi. Alparslan Türkeş’in sesi. Kalın, erkek, fakat aynı zamanda ahenkli ses.
Başvekalet Müsteşarlığı odasındaydık. Saat 8 olmuş elektrikler yanmıştı. Odanın siyaha yakın koyuluktaki dekoru içinde büyük masanın başında oturmuştu. Sırtındaki açık renk subay elbisesinin madeni düğmeleri, rütbe işareti yıldızlar sapsarı ışıldıyorlardı. Siyah saçlar, siyah gözler, yanık, derin çizgili bir yüz… Gülmeden tebessüm etmeden durursa, kaya gibi sert bir ifadesi var. Asker yüzü. Fakat konuşmağa, tebessüm etmeye başladığı zaman bu katılık geri çekiliyor, tatlı, sıcak, candan bir ifade onun yerini alıyor. Fakat büsbütün de gözden kayboluyor değil. Bu kadife gibi yumuşak ve parlak görünüşün arkasında kayadan bir duvar bulunduğunu her an hissediyor gibisiniz. Zaten onun hüviyetinin yalnız bu iki maddeden, kadife ile kayadan örüldüğünü her dakika hatırlıyorsunuz. Asker, fakat aynı zamanda şair, gençliğinde uzun müddet şiir yazmış, edebiyatla uğraşmış. Aynı zamanda üniforması arkasında tam 24 sene o memleket kürsüsünden buna koşup durmuş.
– Askerler arasında birçok kıymetli ressamlar yetiştiğini bilirim. Fakat şairler çıktığını ilk defa duyuyorum, diyorum.
– Galiba öyle! cevabını veriyor.
Gülüşüyoruz.
Hayatı
– Hayatınızı anlatıyordunuz.
– Babam Lefkoşe’de tuhafiyeci idi. Benim müdahalem olmadan hayatımızın tabii akışı devam etseydi, ölümünden sonra babamın mağazasına tevarüs edecek, şimdi ben de Lefkoşe’de o kumaş toplarıyla dolu mağazada tezgah başında oturacaktım. Fakat ben bu işi yapamazdım. Asker olmak istiyordum. Ailemde büyük babamın babasından başka asker bulunmadığı halde öyle anlıyordum ki, Türkiye’ye gidemezsem, asker olamazsam bütün hayatım kırılacaktı. Babam ve annem Zehra (elyevm hayatta 79 yaşında ve yanında) benim bu önüne geçilmez arzuma bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Ticaretin sakin ve rahat yaşayışı dururken askerliğin fırtınaları neye? Nihayet başka çare bulamayınca işi tehdide döktüm.
– Eğer beni Türkiye’ye yollamazsanız en yakın limana gider, bir yelkenliye atlar ve kaçarım.
Onlarda dediğimi yapacağım kanaatini uyandırmış olmalıyım ki İstanbula gelmek istemedikleri halde sonunda hicrete mecbur oldular. Satıp savdık, kalktık geldik. Kuleliye girdim. Harbiyeye geçtim ve 1938 de asteğmen olarak Orduya katıldım. Sevdiğim iki şey vardı: Askerlik, edebiyat. Pek küçük yaştan beri şiir yazarım. Kulelide talebe iken de yazdım. Harbiye’nin ilk sınıflarında da… (Daha çok sonraları da, yazdığını askerlik aşkı ona vefa gösterdiği halde şiir ve edebiyat aşkının kendisine ihanet ettiğini biraz sonra anlıyacaksınız.) Bu şiir ve edebiyat sevgisi bana okuma zevkini aşıladı. Öyle ki okumak bende vazgeçilmez bir iptila olarak yerleşti kaldı. Bugün kitap okumadan geçirdiğim tek günüm yoktur. Her gece dört saat, beş saat okurum. Şiir, roman, içtimai, felsefi eserler. En çok da tarih. Türk ve Osmanlı Tarihi. Hemen bütün dergileri takip ederim. Tabii ayrıca askerliğe ait eserler ve dergiler. İngilizce bildiğim için okuduklarım arasında İngiliz ve Amerikan eserleri ve dergileri de vardır.
İşte 24 senem bu şekilde bir yandan okumak, bir yandan vazifem icabı bütün memleketi dolaşmakla geçti. Bilhassa Orta Anadolu bölgesinde çok bulundum.
En Mühim İşimiz
– Bu 24 senelik incelemenin neticesi üzerinde bir an duralım. Sizce bugünkü Türkiye’nin en büyük meselesi nedir ?
– Maarif meselesi. Yurdumuzun bugünkü düşkünlüğüne sebep bu davayı halledemeyişimizdir. Bence maarifte kalkınmıyan bir memlekette hiç bir şey olamaz, hatta ekonomik kalkınma da olamaz.
– Düşüncenize göre bunun hal çaresi nedir?
– Devletçe, milletçe elde edebildiğimiz bütün vasıtalarla halkın okutulmasına, aydınlatılmasına çalışmamız. Mekteplerle, konferanslarla, neşriyatla halkın ayağına gitmemiz ve onu uyandırmamız. Alim din adamları yetiştirmek, şu garptaki laboratuarlarda çalışan papazlar gibi din adamları yetiştirmek ve onların yardımını da sağlamak. Mesela Amerika’da vaktiyle bu işin tecrübeleri çok yapılmıştır.
– Kapatılan köy enstitüleri bu davanın halli için çare değil mi idi?
– Prensip iyiydi. Fakat kullanılan usuller sakattı. Enstitülere sol cereyanların sızması işaret ettiğim sakatlığa sebep oldu.
– Demek enstitüleri kapatmak değil, ıslah etmek lazımdı.
– Şüphe yok.
– Ya Halkevleri, daha eskiye gidersek Türkocakları?
– Halkevleri, açık bulundukları devirde faydalı olmakla beraber tam beklenileni veremediler. Politika cereyanlarına karıştılar. Bir nevi mebusluk fideliği oldular. Türk Ocaklarına gelince biraz evvel Hamdullah Suphi Bey buradaydı. Türk Ocaklarının takviye ve inkişafına çalışılmasını istiyor. Bence bu ocaklar da ömürlerini tamamlamışlardır. Şimdi biz bunların yerine halkı aydınlatmak üzere Kültür Ocakları kurmak istiyoruz. Politika cereyanlarından tamamen uzak Kültür Ocakları..
İnkılâplar
– Atatürk inkılâpları onun ölümünden sonra yerlerinde saymamış olsalardı, belki de bu dâvayı şimdiye kadar halletmiş olacaktık.
– Atatürk inkılâpları yerlerinde saymadılar, gerilediler. Din, kıyafet ve en mühimmi zihniyet sahasında gerilediler.
– Kıyafet derken Türk kadınını o utanılacak kılığa sokan çarşafı kastediyorsunuz değil mi?
Sualime bir sualle mukabele etti:
– Son zamanlarda Anadoluyu hiç dolaştınız mı? Çarşafın nasıl kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü?
– İnkılâplar mevzuunda yalnız din, kıyafet ve zihniyette mi geriledik?
– Hayır Türkçecilikte de… Türkçecilik bu millete Atatürk’ün en büyük en faydalı hediyelerinden biri idi. Evvelâ ezanı Arapça okutmakla buna ihanete başladılar.
– Ya Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi teşebbüsleri? Sabıkların baltaladıkları bu teşebbüslere taraftar mısınız?
– Mutlaka… Türk camiinde Türkçe Kur’an okunur. Arapça değil.
– Politikacıların dini istismar edenlere taviz vermelerinin bu millete büyük zararlar getirdiğine kanisiniz değil mi?
– Şüphesiz… Tarih boyunca bu böyle oldu. Son devirde ise her iki parti de aynı şekilde taviz yolunu tuttular.
Sevdiği Büyükler
– Atatürkü çok seversiniz değil mi?
– Pek çok. Atatürk yakın tarihimizde en fazla hayran olduğum şahsiyettir.
– Ya sevdiğiniz daha eski Türk büyükleri?
– Hatalı tarafları olmakla beraber meselâ Fatih, meselâ Yavuz, meselâ yıkıcılığını tasvip etmediğim Timur.
– 27 Mayıs ihtilâlinde Atatürkün rolü?
– 27 Mayıs hareketi Atatürk ruhunun yeniden şahlanmasıdır.
27 Mayıs ve Türkeş
– 27 Mayıs hareketi hakkında bütün düşündüklerinizi anlamak isterdim.
– Açık konuşalım: Bizim hürriyet mücadelemiz yeni değil. Bu mücadelenin tarihi Üçüncü Selimden başlar, muhtelif merhaleler katederek zamanımıza kadar gelir. İkinci Mahmut devri, Tanzimat, sonra Birinci Meşrutiyet, Namık Kemâl’ler devresi, İkinci Meşrutiyet, arkasından Cumhuriyet, arkasından demokratik rejim… Bu merhalelerin hepsi kısa süren devrelerdir. Hepsinde de kazandıklarımızı kaybetmişizdir. Hepsinde de Devlet biraz daha zayıflamıştır. Bizden yarım asır sonra hürriyet mücadelesine girişen memleketler kırk, elli sene içinde muvaffak olmuşlar, fakat biz bunu bir türlü becerememişizdir.
Meselâ Finlandiya, meselâ Japonya. Bizde her defasında başa geçen siyaset adamları türlü maskeler altında saklanmasını bilerek hürriyeti şeklen muhafaza etmekle beraber esasta ortadan kaldırma çarelerini bulmuşlar, şeklen verilen hürriyetin kâfi olduğunu düşünüp milleti ilerlediği merhaleden geri atmışlardır. Bu millete en lâzım olan şeyler, hayatın her safhasında, siyasette, ilimde ve diğer şubelerde hakkı söylemek, riyadan uzaklaşmak, hakikatten korkmamak, daima onu müdafaa etmek iken dün de bugün de bunu yapamamışızdır. Yapamadığımız için bir takım şarlatanların, bir takım bozguncuların, bir takım kendi menfaatlerine karşı her şeyi satan midecilerin türemesine yarıyan vasat daima ortada kalmıştır.
– Ya hürriyet için yapılan son ihtilâl? Milletin sizi tasvip edeceğini biliyordunuz değil mi?
– Doğrusu bunu tahmin ettik, fakat hesaplarımızı daima objektif, katı esaslara dayamak itiyadını elden bırakmadık. Gördüklerimiz, dinlediklerimiz bizi daima üzüyor ve daima böyle bir şey olabileceğini hatıra getiriyordu. 27 Mayıs hareketi daha 1957 de olabilirdi. Fakat doğrusu başka herhangi bir memlekette benziyeceğimiz düşüncesi bize tiksinti veriyordu. Onun için böyle bir harekete girişmek üzere, son dakikayı bütün ümitlerin ortadan kalkmasını bekledik.
En üzüldükleri şey
– Bugün için sizleri, yani Milli Birlik Komitesini en çok üzen şey nedir?
– Lüzumu derecesinde anlaşılamamak. Herkes ideolojisine, kafasındaki fikirlere, temayüllerine göre bizi kendinden saymak istiyor. Memlekete iyi hizmet için yapılan işlerin ve yapanların iyi anlaşılması lâzımdır.
Son sual:
En son ve en fazla dikkat istiyen sualime gelmiştim. Onu da sordum:
– İnsan gençliğinde tekâmül yolunda iken birçok fikir cereyanlarına kapılabilir. Sonraları bunlardan vazgeçebilir. Bu, kaçınılmaz bir olaydır. Sizin hayatınızda da böyle bir safha olduğunu söylüyorlar.
Sükunetle ve tereddütsüz cevap verdi:
– Hayatımda takip etmekten bugün pişmanlık duyduğum hiçbir fikir cereyanı yoktur. Gençliğimin ilk zamanlarından beri milliyetçi, halkçı ve hakikatçı olarak yaşadım. 1944 de dergilerde neşrettiğim bazı şiirler yüzünden beni Turancılık suçu ile tevkif ettiler. Fakat aynı devirde Türk mahkemeleri tarafından suçsuzluğum tespit olundu beraat ettim.
– Demek edebiyat bize olduğu gibi size de zarar verdi.
Çalan telefona uzanırken gülüyordu. Konuşmasından anladım ki, evinde aile halkı yemek masası başında kendisini bekliye bekliye nihayet sabırsızlanmışlardı.
– Siz başlayın, ben de geliyorum.
Nasıl gidecekti? Bekleme odasında oturan ve bizden sonra kabul edilmelerini bekliyen daha iki kişi vardı. Kapıdan çıkarken büyük saat ağır ağır dokuzu vurdu. Başbakanlık koridorları ıssız ve loştu. Aşağıda, kapıda bir yandan öteki yana gidip gelen silâhlı nöbetçinin ayak sesleri aksediyordu.
Fırat Kazganoğlu
Latest posts by Fırat Kazganoğlu (see all)
- Otobiyografik Bir Veda - 11 Aralık 2020
- Türk Ansiklopedisi’ndeki Kür Şad Maddesi - 24 Eylül 2020
- Nostaljik Bir Turancılık Hikâyesi – Cemiloğlu’nu Şehid Zannetmişlerdi - 10 Eylül 2020
- Abdülcemil Kırımoğlu’nun Kaleminden Alparslan Türkeş - 6 Eylül 2020
- Feyyaz Uçar’ın Süleyman Seba’ya Mektubu - 18 Ağustos 2020