Yalnız Efe (Ömer Seyfettin)

Yeni müşerref olduğumuz 2020 senesi; edebiyatımızın yüksek şahsiyetlerinden, büyük Türkçü Ömer Seyfettin’in 100. vefat yılı aynı zamanda.
1920’de henüz 36 yaşındayken terk-i hayat eyleyen Ömer Seyfettin, neyse ki bereketli ömür sürenlerdendi. Kısa sayılabilecek hayatına sığdırdığı 140’a yakın hikâye ile Türk hikâyeciliğinin ilk ve en başarılı örneklerini bizlere bıraktı.

Ölümünün 100. yılı vesilesiyle adını biraz daha fazla duyacağımız Ömer Seyfettin’i biz de bir hikâyesiyle analım istedik.

Vefatından bir yıl evvel, 1919’da, yayınladığı “Yalnız Efe” isimli hikayeyi dikkatlerinize sunuyorum. Türkçe kelimelerle harikalar yaratan Ömer Seyfettin’i bir kez daha rahmetle anıyorum.

 

“Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyorduk.
Kılavuzum Kumdere köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık.
Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu.
Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum.
Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.

-Biraz dinlensek, dedim.

Kılavuzum güldü. Onun kır çember sakallı şen çehresi pembeleşti:

-Kesildin mi? diye sordu.

Sırtında çiftesi ile üç günlük yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.

-Ha biraz gayret! Yarın başına bir çıkalım, oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi.
– …

Yarım saat daha tırmandık.
Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu.
Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:

-İşte yarın başı! dedi.

Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu.
Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım.
Cebimden paketimi çıkardım.
Sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:

-Yak bir cigara bakalım!

Ağır bir tavırla:
-Burada tütün içilmez, dedi.

Sordum:
-Niçin? Namazgah mı burası?

“Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş.
Haksızlığa uğrayan düşmanını, gider Yalnız Efe’ye söylerim!” diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne kazamıza yabancı, yağmacı gelmez olmuş.
Öşürcüler, ağnamcılar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse almaya cesaret edemezmiş.
‘Yalnız Efe’den kimsenin şikayeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, ne de fidye istemiş.
İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camisine bakmayan köye haber gönderir; ‘Gelecek Ramazan’a kadar mescitleri tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım’ dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş, öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılı imiş. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza içinde belki elli dalda heybesi varmış.
Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.

“Uzatmayalım… İşte tam o sırada Söke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer.
Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir, Rumlar’ın izlerini bir türlü bulamazlar.
Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul etmezler. Yalnız Efe bunu haber alır. Boz Dağı’na geçmek ister.
Bir bölük asker ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar. Bir bölük asker de aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar. “Teslim ol!” derler.
Yalnız Efe: “Siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem.
Savulun, yoluma gideyim!” der.
Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar. Tekrar: “Asker kardeşler, bırakın beni sizin canınızı yakmak istemem!” diye haykırır. Yine dinlemezler.
Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar.
İki ateş arasında kalınca:
“Asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız; ben gidiyorum, ben artık yoğum, ateşi kesin, yürüyün buluşun!” diye haykırır. Bir zaman daha yaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adım adım ararlar. İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.

“O vakitten beri Yalnız Efeye rasgelen yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken gördüklerini yemin ederek anlatırlar.”

Akkovuk’a biraz erken yetişmek için davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti.
Kalktım, martinin kayışını omzuma geçirdim.
İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu.
Yürüdüm. Yarın kenarına geldim. Aşağısı baş döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kabus gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine karışmış çamlarla kayaları örtüyordu.

Yanıma yaklaşan kılavuza:
-Yalnız Efe askerin eline düşmemek için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı… dedim.
-Haşa! Tövbe! O Allah’tan korkardı.
Dini bütündü, diye reddetti.
-Ee, havaya uçmadı ya!
-Sır oldu!

Gülerek sordum:
-Ne biliyorsun?

İri ela gözlerini kırptı. Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla:
-Ne bilmeyeceğim, sır olmasa buraya her gece nur iner mi? dedi.”

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Fırat Kazganoğlu

Meçhul bir zamanda doğdu. Muammaya müptela. Türkçü. Yazar.