Özgün hâli “cancel culture” olan kavram, dilimize “iptal kültürü” olarak çevrilmiş. Aslında çok da yabancısı olmadığımız bir şeyi tarif ediyor: karakter suikastı.

 

Neden karakter suikastı şeklinde çevirmediler diye düşünürken, “cancel culture” kavramının ortaya çıkışına kadar gitmek zorunda kaldım. Çok da uzak sayılmaz aslında.

 

Kavramın ortaya çıkışı, başta Twitter olmak üzere, sosyal medyanın yaygın kullanımıyla ilgili. Anlayacağınız, 10 seneyi bulmuyor.

 

Bir insanı, genellikle geçmişte yaptığı bir yanlış yüzünden etiketleme, görmezden gelme ve nihayetinde toplumdan tecrit ederek mahkûm(iptal) etme diye basitçe tarif edebiliriz. 

 

Amerikan akademyasından sanatçılara, oradan medyaya en sonunda tüm topluma sirayet eden bir kavram “iptal kültürü”. Fakat sosyal medya yüzünden (veya sayesinde) tartışıldığı için bu sıralamayı tam tersine de okuyabilirsiniz. (Toplum-medya-sanatçılar-akademya) Çünkü “iptal kültürü” diğer kültür çeşitlerine nazaran yeni ortaya çıktı ve insanlar bunu “geçmişten taşan hislerle” değil “bugün ve olabildiğince bilinçli” olarak yapıyorlar.

 

2020, iptal kültürü tartışmalarını zirveye çıkardı. Çünkü bu sene birçok ilk birlikte yaşandı. Bazen suçsuz insanlar çarmıha gerildi, bazen suçlular affedildi. Bazen de toplumun görmezden geldiği günahlar hatırlatıldı, toplum yine görmezden geldi.

 

Yine dilimize politik doğruculuk (“politically correct”) olarak kazandırılan kavram, iptal kültürünün altyapısını oluşturdu. Bugünlerde çığırından çıkan MeToo hareketi iptal kültürünün olumlu kanadını teşkil ederken, George Washington heykeline saldıranlar olumsuz yön olarak görüldü.

 

Çin virüsünün, yaklaşan başkanlık seçimlerinin ve Kanye West’in de etkisiyle Amerika iptal kültürünü tartışıyor. The Politician dizisinden, 150 “aydının” imzaladığı dilekçeye kadar popüler kültürün her alanında bir iptal kültürü kargaşası yaşanıyor. 

 

Tabii Amerika’yı “laçka” bulan Avrupalılar da meseleye “rafine” bakış açıları sunmakla meşgul. Böylece tek kalemde Batı dediğimiz dünya, bu tartışmaya hapsoldu.

 

Kimisi iptal kültürünü çok gerekli buluyor. Öyle ki, bu kültür sayesinde yarının dünyasının çok daha hoşgörülü çok daha ileri olacağını tasavvur ediyor. Bu ileriye doğru atılışta, “ihtimal ki bazı kellelerin” uçuşu bir zorunluluk, onlara göre.

 

Kimisi bunun bir zırva olduğunu ve düşünceyi kısırlaştırdığını savunuyor. Farklı şeyler söylenmezse, ileriye gidilemeyeceğini düşünüyorlar. “Mutlak doğrunun” bilinemeyeceği düşüncesi bunlara eşlik ediyor.

 

Bazıları da orta yolcu. İptal kültürü “gerekenlere”, “gerektiği kadar”, “gerektiği şekilde” uygulanmalı diyorlar. Kime, neyin, ne kadar ve nasıl gerektiği ise muallakta.

 

Mutad üzere, yazının tam da bu bölümünde, “kıymetli” görüşlerimi paylaşmam gerekiyor. Fakat Amerika’da gerçekleşen bu tartışmaya “katkı sağlamayı düşünmüyorum”. Beni, burası ilgilendiriyor.

 

Burası, yani “cennet” vatanımız Türkiye. Öncelikle ifade etmeliyim ki, biz bu “iptal kültürü” tartışmalarına bakarak övünmeliyiz.

 

Normalde Batı’dan gelen “şeylerden” ders almamız bekleniyor. Veyahut “iyi yönlerini” almamız. (Artık, hangisi iyi hangisi kötü ona da “gerektiği kadar” karar vereceksiniz. Her şeyi devletten beklemeyin.) Ya da ibret almamız salık veriliyor.

 

Dikkat edersiniz sürekli “alıyoruz”. İşte bu iptal kültürü tartışmalarına bakarak neden övünmemiz gerektiğini açıklamaya yetiyor. Çünkü; bu sefer Batı bizden “alıyor”. 

 

Bir zamanlar Türkiye’yi “küçük Amerika” yapmak isteyen politikacılarımız vardı. O iş olmadı ama Amerika’yı “tombul Türkiye” yapmayı başardık. (Tombul diyerek, fast food yiyeceklerle şişen Amerikalılardan bahsettiğim anlaşılmıştır umarım. Tartışmayı Amerika’da yapsaydık, sırf bu yüzden “iptal” olabilirdim.)

 

Yukarıda Amerika’daki iptal kültüründen bahsederken, buna maruz kalanların (iptal olanların) “geçmişte yaptıkları yanlışlar” yüzünden toplum tarafından yargılandığını söylemiştim. Şimdi, bir Türkiye’yi düşünelim.

 

Birisini “iptal etmeyi” kafaya koyduğumuz zaman, hakikaten “yanlış” yapmasına ihtiyaç duyuyor muyuz? Yoksa böyle “lüzumsuz” şeylerle uğraşmak yerine hemen çarmıha mı geriyoruz? Peki, hiç ilk taşı “içimizden masum olanlarına” attırdığımız oluyor mu? (Göklerdeki Babamız, affet bizi!)

 

Biliyorsunuz, bizde “şahsiyet” yalnızca dizi ismi olunca para ediyor. Bu yüzden insanları tek tek “iptal” etmek bizim “geleneksel” toplum olduğumuz zamanlarda yaptığımız bir işti. Amerika epey geriden takip ediyor.

 

Bizde “sosyal medya mahkemeleri”; genelde insanları tek tek yargılamaya başlıyor, hızını alamayınca hangi toplulukla irtibat kurmak isterse onunla bağlantılı hâle getirip, topluca iptal ediyor. Danton veya Robespierre görse gözleri yaşarırdı.

 

Amerikalıların genelde tek tek, Türklerin topluca uyguladığı “iptal kültürü” üzerine ikinci bir yazıda konuşmaya devam edelim. Çünkü bizim “yoğurdu yiyiş” şeklimizin farklılığı kavramları birbirine karıştırmaya çok müsait. Bu yazıda, kavramı ortaya atan Amerikalılara ayıp olmasın diye, işi oradan getirdim. İkinci yazı farkında olmadan bu kavramın sınırlarını çizen ve tüm cihana ihraç eden Türkiye üzerine olacak. 

 

 

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Semih Ayna

1996'da doğdu.

Latest posts by Semih Ayna (see all)