Bugün Türkiye her şeyden fazla ikiyüzlüdür.
Yeterince sert olduysa başlayalım.
Zorunlu Tanzimat deneyiminin devamında halkı zorlayıcı politikalar bir kesimde daima tepkiyle karşılandı. Burada kavga, temel görüşlerde değil yalnız uygulamadaydı. İnsanlar tatbikat yüzünden kavga etmeyeceği için, tarihin tersine döndürebilirliğine inandırmak gerekiyordu. Böylece tatbikatla dövüşenler teoriyle dövüşüyormuş gibi yapmaya başladılar. Karşı cephe ise güçlü teoriyi sahaya sürmek yerine tatbikatları savunmaya başladı. Düşünce böyle kısırlaştı.
Veya merhum Yahya Kemal’in unutulmaz mısraıyla: “Mehlikaa Sultana âşık yedi genç oradan gelmeyecekmiş dediler.”
Devletsiz yaşamak ne demektir hiç bilmediği için her şeyini devlete bağlamakta mahzur görmeyen milletimiz bir türlü “kişilik” inşasını tamamlayamadı. Bundan en çok şikayet edenlerin başına devlet kuşu konduğunda ise hiçbir şey yapmadılar, “ferdin teşekkülü” için. Tek tek bir şey ifade etmeyen, birarada da duramayan garip bir sosyal topluluk olduk. Dünya için büyük bir tehdit oluşturma ihtimalimiz yüzünden derhal kamplaşmamız gerekiyordu. Şükür ki kamplaştık. Dünya kurtuldu. Hayat kalitemiz ve dahi hayat diye yaşadığımız şey kısır bir döngü halini aldı.
Veya merhum Ahmet Haşim’in meşhur dizesiyle söylersek: “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz”
Ekonomik olarak -hiçbir zaman- çok da bereketli bir coğrafyada yaşamadık. Belki bunu aşabilmek umuduyla ha bire göç edip durduk. Göç ederken, sistem kurmaya geç kaldık. Sistem kurmaya karar verdiğimizde dünya kapitalizmle tanıştı. Biz yine geç kaldık. Her şeye rağmen mücadeleye devam ettik, elimizden geleni yaptık. Başkasının oyununda oynamaya alışkın olmadığımız için; kültürümüz bozuldu, dilimiz bozuldu, tarihimiz bozuldu, düşüncemiz hatta düşümüz bozuldu. Ekonomiyi bir türlü rayına koyamadık. Günün sonunda en aşağıdan en yukarıya şu tespitte birleştik: “Zengin daha zengin, fakir daha fakir oluyor”. Daha da fakirleştik, kaldık.
Veya merhum Oktay Akbal’ın meşhur hikayesiyle “Önce ekmekler bozuldu“.
Her şeyi başardık, birbirimizi sevmeyi öğrenemedik. Bütün dünya savaşır ve barışırken biz sadece savaştık. Barışmayı da öğrenemedik. Bu yüzden birbirimizin acısının üzerinde tepindik, birbirimizin ölümüne sevindik, fırsatını bulunca birbirimizi katlettik. Ne yaptıysak kendimize yaptık, sonra tutup yine diğerini suçladık. Yaşamak kadar ölmeyi de kısırlaştırdık.
Veya Nâbî’ye zeyl ile merhum Fuad Uluç’un dediği gibi: “Sarây-ı uzleti bîhûde kılmadık me’va/ Zemân- ı hâle muvâfık miz’acımız yoktur.”
İşimize gelince batılı, işimize gelmeyince doğulu olduk. Pragmatizmin kitabını el birliğiyle yazıp idealizm nutukları attık. Tanrı her şeye rağmen bizi seviyor olmalı ki, henüz yok olmadık. Köylü kurnazlığını milli karakter, kulağının üstüne yatmayı milli duruş olarak tescilleyip zamanın dışına çıktık. Aynı özelliklerimiz “sayesinde” zamanın tam ortasında da konumlandık. Hem dışarıda hem içeride boynumuz hafif eğik, tam tebessüm ve ellerimizi bağlayarak tam teslimiyet hâlinde çıkar savunması yaptık. Zararlı yiyiciler olarak katlimiz mübahken, “en şerefli bir üye” payesi bekledik ve aldık.
Veya merhum Ahmed Hamdi’nin deyişiyle “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında.”
Şimdi bir dünya daha kuruluyor. Türkiye de burada yerini alacak. Yukarıda saydığım tüm “kıymetlerimiz” en uzun süreni 50 senede düzeltilecek arızalardır. Ama bir arızayı düzeltmezden evvel, tespit etmek gerekir. Öyle kafa sallayarak değil, “Tabii canım hangimiz yapmıyoruz ki” pespayeliğiyle değil, hakikaten ve evvela tek başımıza şunu kabul etmeliyiz: İkiyüzlüyüz.
Belki o zaman bir şeyler değişir. Bizim mahallemiz de de düğün olur, kim bilir.
Atsız “yüzde yüz Türk olmaktan” neyi kastediyordu bilmiyorum ama bunu tefsir edecek olsam şöyle tefsir ederdim: Bir şey olmadan önce ne olduğunuzu bilmeniz gerekir. Yoksa hem o “şey” olamazsınız hem de olmak istediğiniz “şeyi” aşağıya çekersiniz. Sonra da tutup bir zamanlar hayalini kurduğunuz “şeye” küfredersiniz. Bu çiğ insanların davranışıdır ve evet 2020 senesinde artık ayıptır.
Atılım yapmamızın, ileri gitmemizin, perdeyi yıkmamızın yolu zaferler kazanmaktan geçiyor. Merhum Alparslan Türkeş’in dediği gibi: “Zafer asla mahvolduklarını zannedenler tarafından kazanılamaz.”
Önce açık yaralarımızı kapatmalı, ikiyüzlülüğü bırakmalıyız. Ardından zafer için kenetlenmek hakkına sahip olabiliriz.
Son noktayı son üç asrımızın en büyük Türk’ü olan Atatürk’ten bir sözle koyalım: “Zafer “zafer benimdir” diyebilenindir”.
Semih Ayna
Latest posts by Semih Ayna (see all)
- Veda ve Teşekkür - 15 Aralık 2020
- İptal Kültürü-2 - 21 Eylül 2020
- İptal Kültürü - 20 Eylül 2020
- Gözlerimizi Kısarak Baktığımız Vatan: Kırım - 11 Eylül 2020
- Rusya’nın Kırım’ı Son İşgali - 6 Eylül 2020