“İptal kültürünü” konuşmaya devam ediyoruz.
Amerika’da ortaya çıkan bu kavramı, yanlış yapan insanları; etiketleme, görmezden gelme ve nihayetinde toplumdan tecrit ederek iptal etme olarak tarif etmiştik.
Bu sefer, bu işi kavram hâline getirmek haricinde, yukarıda geçen fiilleri sürekli uygulayarak iptal kültürü kavramının esas sınırlarını çizen ve ihraç eden Türkiye’den bahsedeceğiz.
İptal kültürü meselesine Türkiye-Amerika “ortak düzleminden” bakabilirdik. Fakat -bu kavram özelinde- böyle bir “düzlem” mevcut bulunmadığı için bakamıyoruz. Neden böyle bir düzlem yok?
Çünkü; ifade özgürlüğünün sınırları insanları çıldırtacak kadar geniş olan ABD’de “iptal kültürü” özünde faydalı bir şey olarak ortaya çıktı. Nefret suçu işleyenler fişlenecek, tacizciler içeri tıkılacak, “kötü adamlardan” hesap sorulacaktı.
İletişimin devamına adeta “iman eden” bu toplumda iptal kültürünün çığırından çıkması “gerçek ötesi”(post-truth) kavramıyla açıklanmaya uğraşılıyor, iptal kültürü kişiler için çok yakıcı olmakla beraber topluluklar açısından pek bir zarar doğurmuyor.
İfade özgürlüğünün sınırlarını “Silivri” ihtarı ve hiç de komik olmayan şakasıyla çizen Türkiye’de iptal kültürü ise tartışılacak bir olgu değil, çığırından çıkması mukadder bir olay ve doğumu itibariyle sakat bir kavram olarak belirdi. İnsanların düşündüklerini rahatça söyleyemediği bir ortamda, iletişimin temel şartları doğal olarak ortadan kalkıyor bu da söylenen şeylerin değerini düşürüyor. Çünkü kimse ötekini dinlemiyor.
Kimsenin dinlemediği bir konuşma yapan insan, nasıl nefret suçu işleyebilir? Suçların “kişiye özel” cezalandırıldığı bir memlekette, bu “kişiye özel” muamelenin ön şartının bir topluluğa dahil olmak olduğu bir memlekette, birbirleriyle konuşmamaya yemin etmiş kalabalıkların yaşadığı bir memlekette iptal kültürünün en ufak bir fayda sağlaması mümkün mü?
Kurumların savaştığı Amerika’da iptal kültürü kontrol altına alınmazsa kurumları yıkabilir. Kurum namına pek bir şey barındırmayan bizim ülkemizde kontrol altına alınmazsa ne olabilir? Bildiğimiz tek kurum (devlet) tepemize çöker.
İki yazıya bölmemin, “ortak düzlem yok” dememin sebebi anlaşılmıştır umarım.
Türkiye’deki iptal kültüne daha yakından bakalım öyleyse.
80’lere kadar birçok şeyi geleneksel yöntemlerle çözmeye çalışan Türkiye, o zamanlarda da pek normal olmadığından, toplumda öne çıkmış kişileri “iptal ediyordu”. Mesela Nazım Hikmet Sovyetlere kovalanıyor, Nihâl Atsız 70 yaşına az biraz kala hapishaneye tıkılıyor, Menderes idam ediliyor, Sabahattin Ali’nin kafası parçalanıyor, Ahmed Hamdi toplumun dışına itiliyor, Aziz Nesin yakılmaya çalışılmadan öncesinde de suikast teşebbüslerine uğruyordu. Milletimiz ise bunları bazen hüzünle bazen keyifle seyrediyor, bazen de hiç haberi olmuyordu.
Birazcık “atak” olanlar kendi acılarını öne çıkartarak ötekini değersizleştirmeye çalışıyordu. Bir ara ortadan ikiye bölünerek birbirlerini vurmaya başladılar. Herhalde topluca intihar etmeyi düşünüyorlardı. Askerler çok kızdı. “Birileri intihar edecekse, onu da biz ettiririz” diye düşünerek olsa gerek, 12 Eylül’ü yaptılar. Böylece bir ülke intihar etmiş oldu. (Ya da “iptal” mi demeli?)
12 Eylül’e kadar “karakter suikastı”, “medeni ölü ilan etmek” gibi hadiseleri yalnızca üst düzey siyasi elitte gördük. 12 Eylül’den önce “doğrudan suikast” aşamasına geçtiğimiz için yine “iptal kültürünü” es geçtik. Fakat milletimizin iptal kültürünü tüm dünyaya yayma hedefi, yine “milletimizin azim ve kararlılığı” sayesinde 80’lerin sonunda başarıldı.
Kabaca 2000’lere böyle girdik. Yaklaşık yirmi senedir(son 10 senesi açıktan, önceki 10 senesi gizli) halk mahkemelerinde birbirimizi yargılıyoruz. Yani, iptal kültürünü kişiyi değil, toplulukları iptal etmek için kullanıyoruz.
Uzun süredir farklı kamplarda yaşadığımız, hatta bu yaşam biçimine alıştığımız için olacak, iptal kültürü bizde egemen durumdadır. Bu “bilâ kayd-ü şart” egemenlik kendisini kamplaşma durumunda daha iyi gösteriyor.
Bizim iptal kültürümüz; kendi kampında yaşayanlara her şeyi mübah görürken, farklı kampta yaşayanı ise “yamuksuz” bir hale getirmeye çabalıyor. Dikkat ederseniz “hata” değil, “yamuk” dedim.
İnsan hata işleyebilen varlıktır. Hatta “hatasız kul olmaz” şarkı sözlerine kadar işlemiş bir deyiştir. Daha ileri gidip şunu söyleyebiliriz: İnsan, hata yaptığı kadar insandır. Ve hatalarından ders çıkarabildiği ölçüde insandır.
Bu kabulden gelirsek, hata yapmanın bir hak olduğu sonucuna varabiliriz. İptal kültürünün saldırdığı en önemli noktayı işte burası teşkil ediyor. İnsanlardan (tabii ki sevmedikleri insanlardan) hata yapma hakkını almak, temelde karşıdakinin verili bir alanda nefes alıp vermesini temenni etmektir. Bunu topluca yapınca toplumlar nefes almaz hâle gelir.
Bugün nefes alamıyoruz.
Kadına şiddet bahsi açıldığında bir kısım vatandaşlar, “Bu Kürtlerin işi” diyor. Bir kısım doğal suçlu olarak “milliyetçileri” buluyor. Kimine göre tek suçlu “İslâmcılar” kimisi ise “Kemalistler” diyor. Şimdi bir dakika duralım.
Şiddete uğrayan kadınların ortak özelliklerini tespit edelim. Başörtülü kadınlar mı şiddete maruz kalıyor, başı açık olanlar mı? Laik kadınlar mı yoksa dindar kadınlar mı şiddete uğruyor? Milliyetçi veyahut sosyalist olması, kadını şiddetten koruyan bir faktör müdür?
Bu sorulara eldeki delillerle cevap verirsek şu sonucu elde ediyoruz: Başörtülü kadın da şiddete uğruyor, başı açık olanda. Laik kadınları da öldürüyorlar, dindar kadınlarıda. Kadınlar milliyetçi olsa da şiddete maruz kalabiliyor, sosyalist olsa da. Demek ki -en kaba hatlarıyla- şiddet mağduru kadınların iki ortak noktası var: Kadın olmaları ve şiddet görmeleri.
Pekiyi, bir cinsiyetin maruz kaldığı şiddeti, toplumu oluşturan farklı katmanlara bölmek de ne demek oluyor? Daha da ileri gidip, ideolojik kamplara bu işi teşmil etmek ne mânaya geliyor?
Sosyalist kökenden gelenler genellikle toplumu “işin” içine çekebilmek amacıyla, “herkes, hepimiz suçluyuz” gibi ön kabullerle hareket ediyorlar. Bu, sürekli tekrarlandığı anlarda, faydadan çok zarar getiriyor. Toplum harekete geçmesi gereken yerlerde bile hareketsiz kalabiliyor. Harekete geçse bile bekleneni veremiyor.
İnsanları vicdan azabıyla harekete geçirmenin mantıksızlığı görülemiyor. Bir de bunun üzerine kamplaşma bina edilince, Amerikan tabiriyle “iptal kültürü” kaçınılmaz hâl alıyor.
“Vallahi bunlarla kutuplaşacağız” diyen bir kısım geri zekâlı gayet güzel bir örnek teşkil ediyor. “Bunlar” isimli bir toplulukla kutuplaşmak, konforlu bir iş olsa gerektir. Amerikalıların aksine burada amaç karakter suikastı olmaktan çıkıyor. Karakter suikastını altlık yapan, “bunlar zaten böyledir” ön kabulüne dayanan, bilmeyene prestij sağlayan bir radikalleşme biçimine dönüşüyor. Konforlu radikalizm veya radikalizmin konforu da diyebiliriz.
Yakın zamanda Yılmaz Güney üzerinden başlayan tartışma da aynı kapıya çıkıyor. Hakim vuran, kadına şiddeti hayat biçimi gibi gören bu adam, aynı zamanda Türk sinemasının olmazsa olmaz isimlerinden birisidir. Filmlerini mi yakmamız gerekiyor “hesaplaşmak” için? Bir de ideolojik grupların birbirinden hesap sorması işi iyice bulandırıyor. Çünkü burada artık mantık durmuş bulunuyor. Amaç, suçluyu cezalandırmak değil, karşı taraftan birini “götürmek”. Üstelik bu birisi genellikle ölülerden seçiliyor ki, cevap veremesin. Ne diyorduk, radikalizmin rahatlığı.
Radikalizm, karakter suikastı ve iptal kültürü demişken tam bunların kesişiminde oturan bir kişiyi anmazsak olmaz: Fethullah Gülen.
Kurduğu terör örgütüyle yalan üreten, sonra bu yalanları birleştirip doğruyu bulduğunu iddia eden bu hastalıklı adam, milletimize de hastalığını bulaştırdı.
Ergenekon operasyonlarından Harbiye’de yaşananlara, Emniyet’ten devlet ve “sivil topluma” kadar herkese operasyon çeken bu adam ve örgütü yürüyebilen iptal kültürü gibiler.
Mesela Mister Fethullah’ın Türkeş’i “affedemediğini” söylemesi “iptal kültürüne” muhteşem bir örnektir. (Bu açıklamayı yaptığında Türkeş’in çoktan öldüğünü hatırlatmam gereksiz fakat ben yine de söylemiş olayım.) Türkeş’i Menderes’in idamı sebebiyle “affedemiyor” oluşu işi çok iyi açıklıyor. Menderes’i Türkeş’in asmadığını, 27 Mayıs’tan sonra neredeyse 40 sene demokratik yaşamın içinde bulunduğunu çok iyi bilen Fethullah Bey, kurnazca bir numara çeviriyor. Tabanını genişletmek için toplumda olumlu karşılanmayan fiilleri diğerinin üzerine yıkıyor. Türkeş’i darağacının başında duran bir “darbeci” olarak gösteriyor. Şimdi, 40 sene demokratik siyaset yapan Türkeş “darbeci” olarak mı ölmüştür? Velev ki, öyle olsun. Milliyetçilerin demokrasi mücadelesi Türkeş olmadan yazılamıyorsa, neden onu dışlayalım?
Bunlar mitoz gibi bölünen milletimizin iptal ettiklerinden “yakalayabildiğim” parçalara birer örnek. Fazla örnek isteyen pencereden dışarı bakabilir. Ya da siyah ekrandan içeriyi de seyredebilirsiniz. Sovyet propaganda kanalları gibi zaten, birincisinde hep aynı filmi gösteriyorlar, ikinci kanalda ise “derhâl birinci kanalı aç” diye emreden bir KGB subayı var. Üçüncü kanal? Üçüncü kanal yok ki. (Bu eleştiri yalnızca televizyona değil, kendi hâline bırakıldığında siyah ekran olarak işlev gören tüm cihazlar ve onlarla yapılan tüm “izleme” faaliyetlerine.)
Toparlayacak olursak iptal kültürü ülkemizde kültürü iptal etmeye yarayacak bir “Frankenstein’a” dönüşüyor. Kültürü ortadan kaldırırsanız tarih yapamazsınız.
Clifford Geertz “Kültürden bağımsız insan doğası diye bir şey yoktur” demişti. Karşılığını Ortega y Gasset
“İnsanın doğası yoktur, tarihi vardır” diye verdi. Bu tartışmada hangi tarafta yer alırsanız alın, Türk işi iptal kültürüne teslim olursanız, ne tarih ne de kültürü koruyamazsınız.
Tarih yapamayan, kültürünü iptal eden toplumlar zararlı yiyicilerin bir araya geldiği asalak yapılardır. Boğulmak istemiyorsak hatalarından ders alanlara alan açmalıyız. Affetmeyi öğrenmeliyiz. Yoksa robotlardan bir farkımız kalmaz. (Onlara da sadece Suudi Arabistan vatandaşlık veriyor. Sizi bilmem ama ben paramparça edilip kanalizasyondan eritilerek ölmeyi tercih etmiyorum.)
“Değer” değil, “diğer” üreten toplumlar ilerleyemez.
Herkes eline aldığı şeyi bozmakta bu kadar ısrar ederse düşünce kısırı ülkemiz pek yakında düşünmenin kusur olduğu bir görünüme kavuşacak.
Dilimizin şu anda tavizsiz ilerleyen “gelişmesi” de aynı hızla seyrederse bu dönem nasıl yazılacak cidden merak ediyorum. Bir teorim var.
Teoriden önce şu iki noktayı belirtmeliyim. Bence ileride insanlar yeniden daktiloya dönecek ve ülkemizde marihuana serbest bırakılacak. İkincisi, başını Abdurrahman Dilipak’ın çektiği “İslâmcı marihuana lobisi” sayesinde gerçekleşecek.
Şimdi teorime bakabiliriz.
Geleceğin tarihçisi daktilosunun başına geçip marihuanasından bir nefes çektikten sonra uzun, upuzun paragrafa şu cümleyle başlayacak: “it was a fucking time…”
Semih Ayna
Latest posts by Semih Ayna (see all)
- Veda ve Teşekkür - 15 Aralık 2020
- İptal Kültürü-2 - 21 Eylül 2020
- İptal Kültürü - 20 Eylül 2020
- Gözlerimizi Kısarak Baktığımız Vatan: Kırım - 11 Eylül 2020
- Rusya’nın Kırım’ı Son İşgali - 6 Eylül 2020