Dünya var olduğundan bu yana milyarlarca insanı içinde barındırmıştır. Bu insanlar çeşitli örgütlenmelerle bir araya gelmiş ve bir düzen oluşturmaya çalışmışlardır. Bu durum yıllarca felsefeciler arasında bir tartışma konusu olmuştur kimisine göre bu durum bir ihtiyaçtan ortaya çıkmışsa da kimisi de bu durumu bir zorunluluk olarak görmektedir. Bu tartışmaların biraz ayrıntısına indiğimizde Hobbes benzeri düşünürler insanı insanın kurdu olarak düşünmekte ve bu sebeple insanların güvenli bir ortam oluşturmak için bir araya geldiğini savunmaktadır tabi bunun aksini savunan görüşlere göre de bu bir araya gelişin temelinde iş birliği kuramı vardır; bu insanların çeşitli ihtiyaçların karşılanması amacıyla bir örgütlenme biçimi ortaya çıkardığı düşüncesidir. İşte tam bu noktada 18. yüzyılda Fransız felsefeci Jean Jack Rousseau bu örgütlenmelerin insanların acısından kaynaklandığını eserlerinde dile getirmiş ve toplum sözleşmesi kavramını ortaya atmıştır .Rousseau’ya göre insanlar doğal halde birbirlerine zarar vermekte ve bu durumdan kurtulmak için bir örgütlenmeye ihtiyaç duymaktadırlar .Kısacası zarar veren, haklarını çiğneyen insanların bir üstün otorite aracılığıyla cezalandırılması ve huzur içinde yaşama arayışının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar bu sebeple üstün bir otoritenin varlığını kabul etmekte ve bu otoriteye birtakım haklarını devretmektedirler böylelikle bir düzen oluşturabileceklerdir. İnsanlar neden toplum sözleşmesine ihtiyaç duymuşlardır? Buna baktığımızda ise insanlarını haklarını kullanabilmek ve zarar görmemek için kendilerini “güvenli bir bölge” oluşturma anlayışının olduğunu görmekteyiz. Bu güvenli bölgeler salt üstün otoriteye bırakılmamaktadır ayrıca bunların korunması yazılı bir anlaşmayla güvence altına alınmaktadır. Bizde bu yazımızda güvenli bölgenin ne olduğunu, bu güvenli bölgede bir zarara uğradığımızda neler yapabileceğimizi, mahkumlara karşı meslek etiği içerisinde ne şekilde yaklaşmamız gerektiğini ortaya koyacağız. 

 Güvenli bölgeyi tanımlarken bir kaç farklı kaynaktan yararlanacak ve bunlara atıfta bulunarak ilerleyeceğiz. Burayı incelemeye başlarken “İnsan Hakları Hukuk Klinikleri” dersine atıf yapmazsak nasıl  bir yanılgı içerisinde olabileceğimizi de belirtmemizin konu bütünlüğü açısında absürt olmayacağı düşüncesiyle incelememize başlıyoruz. Güvenli bölge kavramının ortaya çıkışını daha önce belirtmiştik peki bu güvenli bölge nedir sınırları nelerdir diye sorduğumuzda ortaya net kanıtlar koyabilmekte miyiz öncelikle bununla başlayalım. Güvenli bölge aslında insanın içinde oluşturduğu ve diğer insanlardan zarar göreceği düşüncesiyle kendini bu zarardan korunmuş olarak hissettiği alanı ifade etmektedir. Aslında bu durum her kişiyi potansiyel suçlu olarak görme yanılgısından ibarettir nitekim bunun sebebini de önyargılar olarak belirtmek çokta haksız bir görüş sayılmaz. Çünkü insanların birbirine yaklaşırken birbirlerine tehlike izafe ederek yaklaşmalarının mantıklı bir yanı yoktur. Asıl mantıklı olan tüm önyargılardan saf bir şekilde tehlikelerin her zaman olabileceğini kabul etmek ve tehlike yaratacak fiili bir kurala bağlayarak işlenmesinin ne türde sonuçlar ortaya çıkaracağını göstermektir. Yani bir mahkumla karşılaştığımızda veya ona hukuki bir yardımda bulunacağımız zaman onu potansiyel bir tehlike olarak nitelendirmeyip ona diğer insanlara yaklaştığımız gibi eşit şekilde yaklaşmamız gerekmektedir. Çünkü bir mahkumla karşılaştığımızla ona karşı yaklaşımımız bir odada ya da toplum içinde değişiklikler gösterebilmektedir. Bunun sebebi toplumdayken kendimizi güvenli bölgede hissetmemiz oysaki insanlar toplum içerisinde de rahatlıkla suç işleyebilmektedirler. İşte bu durum karşısında biz hukukçuların üzerine düşen görev meslek etiğinden ayrılmadan eşit şekilde hukuki yarar sağlamak olacaktır. İşte biz özgürlüğü elinden alınmamışlar olarak özgürlüğünden yoksun kalmışlara karşı bu şekilde yaklaşmalıyız. Örneğin bu durum Kemal TAHİR’in Karılar Koğuşu adlı romanında hukuki bilgiden yoksun mahkumların ne şekillerde gereğinden çok cezalandırıldığını işlenmiştir. “Hanım ve Ali arasında geçen olayda yeterli deliller olmamasına rağmen ikisinin de ifadesi hileli şekilde alınmış ikisi de tehdit edilmiştir. Elbette Hanım’ın kocasını zehirleyerek öldürüp Aliyle beraber olması korkunç bir olay olsa da hapis cezası alabilecek durumdayken çapraz sorgu gibi hileli bir davranışla hukuka aykırı bir beyan elde edilmiştir buna göre de Hanım diğer delillerle beraber idam cezasına çarptırılmıştır burada ‘İstanbullu’ bir avukat tutmak ve yüksek mertebedeki tanıdıklarına ulaşmak istediğinde hep bu olayın çirkin bir olay olduğunu düşünmüş ve bu durumu  nasıl dile getirebileceğini tanıdıklarından böyle iğrenç bir olay için nasıl yardım isteyeceğini düşünmüştür. Tözey hanımın ziyaretçileri geldiğinde İstanbullu da ziyaretçilerle beraber aynı oda da bulunmaktadır. İstanbullunun neden hapiste bulunduğunu duyan Eplemeli Ayşe’nin İstanbulluya karşı tavrı da ona nasıl bir güvenli bölgeden baktığını Tözey’in Murat’tan zarar görebileceğini düşünmesiyle aslında bir önyargıyla yaklaştığının kitaptaki en açık ve net örnekleri olarak gösterebilmekteyiz. Tabi bunun karşılığı olarak da kitapta içerdeki insanların iç dünyaları yansıtılarak aslında işledikleri suçları hep bilgisiz ve cahil olduklarından işledikleri diğer suçluların ise siyasi suçlu olarak nitelendirilebilecek olduğunu aslında işledikleri suçların ifade özgürlüğü kapsamında olması gerekirken hükümet karşıtı tavırlarından dolayı nasıl kolay şekilde cezalandırılabildiklerini gözler önüne sermektedir.” 

Nitekim şöyle düşünmek gerekir “Suç işlemek insan için son derece doğal bir olgudur hele ki koşullar suç işlemeyi dayatıyorsa herhangi bir kimse için suç kaçınılmaz hale gelebilir. Suçluları uzaydan gelmiş yaratıklar gibi düşünmemek, toplumun her kesiminden her türlü suçu işleyen kişilerin çıkabileceğini kabul etmek gerekir. Bu durum tıpkı Prof. Dr.Faruk EREM’in dediği gibi ‘Suçluyu kazıyın altından kesinlikle insan çıkacaktır’ sözünde anlatmak istediği şeydir.” 

Buna ilişkin bir başka örneğe ise Albert Camus’un ‘Düşüş’ romanında rastlayabiliriz. Jean Baptiste Clamence’in Hollanda halkı ve orada ki insanlar hakkındaki önyargılı düşüncelerini onlara karşı tavırlarını kendisinin nasıl bir alandan baktığını kitapta geçen şu cümlelerde görmekteyiz: “Dikkat ettiniz mi, Amsterdam’ın ortak merkezli kanalları cehennemin dairelerine benzer? Elbette kötü düşlerle dolu kentsoylu cehennemi. Dışarıdan geldiğiniz zaman, bu daireleri geçtiğiniz ölçüde, yaşam ve dolayısıyla ondaki suçlar daha yoğun, daha karanlık olur. Burada biz son dairedeyiz, şey dairesi… Oo! Biliyorsunuz demek? Hay Allah, sizi sınıflandırmak daha zorlaşıyor. Ama, neden nesnelerin merkezinin burada olduğunu söyleyebileceğimi anlıyorsunuz demek; kıtanın bir ucunda olsak bile. Duyarlı bir insan anlar bu tuhaflıkları. Öyle ya da böyle, gazete okuyanlar ve zina edenler daha ileri gidemezler.” 

Tabi sadece bu iki kitap esasında ilerlemeyeceğiz bir de ‘Korku’ makalesinde bu konunun nasıl işlediğine ilişkin bakmamızda gerekecektir. Bu konu korku makalesinde de şöyle geçmektedir: 

“Bu tarz mitler bize, korkunun ortadan kaldırılmasının, hayatın içindeki gerçek tehlikelere karşı kayıtsızlığa neden olacağı ve hem kendini hem de başkalarını korumakta yetersiz kalmak gibi toplumsal hayatı raydan çıkarabilecek felaketlere yol açacağını anlatır. Keza korku güvenilmez ve öngörülemeyen davranışlara da neden olabilir ve sevilmeyen gruplara yönelik saldırganlığı kışkırtmak amacıyla siyasetçiler tarafından sömürülebilir. Korku, din alanındaki kötü davranışların çoğunda mevcuttur. “Makalenin henüz başında anlatılan bir hikâyeden sonra bu şekilde bir belirleme yapılmıştır. Hikâyede korkudan gözü dönmüş bir babanın zafer kazandığını zannederek aslında oğlunu öldürdüğünün farkına varmaması anlatılmaktadır. İşte biz insanlar bazen korktuğumuzda bazen de korkusuz olduğumuzu düşündüğümüzde aslında önyargılarımızı hep bilinç altımızda saklarız ve gün gelip de bu korkular ortaya çıktığında ne yaptığının farkına bile varmayan oğlunu öldürmüş bir baba bile olabiliriz. İşte tüm sorunda buradan önyargıların temelinde olan korkudan kaynaklanmaktadır. Eğer ki biz bir konuda bir yargıya varıyorsak ve korku temelli bir yargıya ulaşmışsak aslında biz kendi güvenli alanımızı oluşturmaya çalıştığımız için tüm bunları yapmışızdır. Eğer bizim bir yargıda bulunurken dayandığımız korkular gerçek(objektif) korkular ise yaptığımız değerlendirmenin doğru olduğuna işaret edecektir ancak bizim korkularımızın hiçbir geçerliliği-gerçekliği yoksa bu değerlendirme önyargı biçimde ortaya çıkmış olacaktır. Tüm bu dediklerimiz toparlayacak olursak aslında insanlar-ben dahil- çok fazla önyargılara sahiptirler ancak bu önyargıları kırmak ve gerçeğe ulaşmak için korkularımızın neler olduğunu bilmemiz gerekmektedir eğer korkularımız gerçekçi bir temele oturuyorsa, bir safsatanın ürünü değilse, bu korkularımızdan bizi arındıracak güvenli bir alana ihtiyaç duyacağız ve bu alanı da toplum sözleşmesindeki gibi bir araya gelerek yasalarla oluşturacağız. Bir suçluyla karşı karşıya kaldığımızda ise üstün otoritenin kararlaştırdığımız kuralları harfiyen uygulayacağını karşımızdakine benimsetmemiz gerekecektir. Bunun dışında nitekim toplumuzda bir takım reel eşitliğin sağlanamadığı gruplar vardır bunlar kadınlar ve çocuklardır. Kâğıt üzerinde her ne kadar herkes eşit gözükse de uygulamada hem kadınların hem çocukların hukuki yardıma daha çok ihtiyaç duydukları görülmektedir işte biz hukukçuların burada yapması gerekende bu gruplara yönelik hukuki olarak yardım etmek olacaktır. Bu yardımı yanlış anlamamak gerekir bu yardım bir suçlunun suçunu gizlemesine yardım etmek demek değildir bu yardım suça itilmiş mecbur bırakılmış insanı korumak ve alacağı cezanın gerçek alanını belirlemek olacaktır onun en az cezayı alması için edilecek bir yardım olarak nitelendirmek belki de benim açımdan en doğru tabirdir. 

Şimdi de hapishaneler üzerine birkaç incelemede bulunacağız aslında bu konu suçlunun nasıl cezalandırılacağından çok nerede ve ne şekillerde cezalandırılacağı probleminin cevabını verecektir bize. Geçmişe şöyle dönüp baktığımızda ilk örgütlenmeler zamanında cezalandırılan insanların cezalarının genelde ölüm cezası, kısa süreli cezalar veya maddi cezalar olarak ortaya çıktığını görmekteyiz. Bunun nedeni ilk çağlarda insanların yerleşik bir hayat sürmemesi ve cezalandırılacak kişileri koyacak yerleşik yerlerinin olmamasından kaynaklanmaktadır. Daha sonraları büyük devletler kurulunca bu devletlerin cezalandırma gücünü göstermek için hapishaneler yaptırdığını görmekteyiz. Peki bu hapishaneler ne şekillerdeydi? Buna baktığımızda eski yerleşim yerlerinin çok küçük alanlar olduğunu düşünürsek genelde bir kale etrafında yerleşik bir hayatın oluşmaya başladığını görülür. Bu alan içerisinde suçluların hem cezalandırılabileceği hem de koruma altında tutulabileceği en güvenlikli yerler bu kalelerin zindanlarıdır. Genelde bu zindanlar kalenin en ücra köşelerinde olup yaşam standartları açısından asgari sağlık şartlarını bile sağlayamayan karanlık yerlerdir. Aslında hapishanelerin ne şekilde olacağına ilişkin birçok fikir ortaya atılmıştır tabi bu fikirlerin çoğunluğu suçlulara kendi güvenli alanlarından bakan insanlara ait olduğu için çoğu fikrin uygulanması vahşice sonuçlar ortaya çıkarmıştı. Bunlara en güzel örnekte ‘Panoptikon‘ olarak adlandırılan; İngiliz filozof ve hukukçu, toplum reformcusu, ‘faydacılık’ düşüncesinin teorisyeni Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu modeldir. Panoptikon hücreleri gardiyanlara bakan dairesel bir hapishane şeklidir. Her hücrede bir mahkûm kalmakta hücreye vuran ışık dolayısıyla mahkumların her hareketi ortada bulunan ve her hücreye kolayca ulaşım sağlayan gardiyan kulesinden rahatça görülebilmektedir. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktur. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktır. Bu tasarı hücredeki insanların onurunu kırıcı ve itaat ettirici bir sistemdi. Tabi bunun sonuçları da ağır oldu insanlar bu büyük baskıya dayanamayarak suçlularda psikolojik sorunlar baş göstermeye başladı ve aslında düzene itaat ettirmek istedikleri insanların akli dengelerini bozarak düzenin dışına itmiş oldular ve bu da büyük acılara sebep oldu. Aslında Bentham’ın sistemi birkaç başarısız örnek dışında hiç uygulanamadı ancak bu örnekler bile ne kadar acımasız olduğunu gözler önüne sermeye yetti. Yavaş yavaş günümüze doğru geldiğimizde modern hapishanelerin yapıldığını görmekteyiz tabi bu hapishaneler özellikle ülkemizde koğuş şeklinde uygulamada yerini bulmuştur. Buna göre kağıt üstünde koğuştaki mahkumlar belirli suçlara göre ayrılmaktadırlar buradaki amaç koğuşta bir arada olan suçluların mesela hırsızların hırsızlığın nasıl yapılacağını diğerlerine göstermemesi gibidir. Ancak tabi ki de bu da bize göre bir önyargının ürünüdür çünkü içerdeki mahkumun pişman olma olasılığı daha yüksektir böyle olunca insanları birbirinden ayırmak mantıklı olmayacaktır. Tabi şimdilerde yeni yapılan hapishaneler farklı tiplerde hazırlanmakta suçun niteliğine göre korunması gereken suçlunun götürüleceği hapishaneler belirlenmektedir örneğin ‘F Tipi Kapalı Cezaevi’ gibi. Birde bu cezaevlerinde mahkumların ne şekilde infaz edileceği hususu vardır geçmişte mahkumlar genelde taş kırma gibi zor işlerde çalıştırılırken şimdilerde mahkumlara çok daha farklı imkanlar tanınmıştır. Mesela mahkumlara dersler verilmektedir tabi ki de bu dersler onların hapisten çıktıktan sonraki yaşama adapte olmaları için verilen derslerdir bunun dışında mahkumlar hapishaneye ait işlerde çalıştırılmakta ve belli miktarda maaşta alabilmektedirler. Hepsinin sağlık durumları denetlenmekte hastalar hastanelere sevk edilmektedir. Aslında tüm anlattığımız şeyler kâğıt üstünde güzel olsa da bunların hepsinin uygulanması sıkıntılı süreçlerdir çünkü yapılan her şey yavaş işletilmekte ve gereken müdahaleler zamanında yapılamamaktadır. Buradan suçluya karşı bir acıma duygusunu çıktığı varsayımına da varamayız çünkü suçlu cezasını özgürlüğünden yoksun olarak çekmektedir bedeniyle değil özgürlükten yoksun olmak hele ki hiç içeri girmemiş birisi için dünyanın en büyük azabıdır. İşte biz tüm bunlara güvenli bölgelerinden bakan insanlar olarak suçlunun nerede ve ne şekilde cezalandırılacağını ortaya koymak için bilimsel veriler ışığında hareket edecek ve suçlunun da bir insan olduğunu aklımızdan çıkarmadan bu şartların daha ne kadar iyileştirilebileceğini düşünecek buna göre bir sistem çıkarmak için uğraşacağız. 

  

DİPNOT: Yazıma her ne kadar makale şeklinde başlamaya çalışmış olsam da kendimi kaptırmam sonucu hiçbir bilimsel değeri olmayan sadece bir hukuk fakültesi öğrencisinin derslerde gördüğü, kitaplarda okuduğu şeyler sonucunda varmış olduğu belki de isabetsiz birkaç değerlendirmesinden ibarettir beni anlayacağınızı umuyorum. 

 

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.