Fildişi Kulelerimiz (Yol Ayrımı’ndan İki Önce)

Kaygısız, genç, asabi ve saygısızdı. Umarsızca uyuyordu. Telefonuna gelen bir mesajla uyandı.

Genelde böyle olurdu. Elinde telefonuyla uyuyakalır, telefonuna gelen bir çağrıyla veya mesajla uyanırdı. Elini komidinin üzerinde duran telefona attı. Fakat uyku sersemi olduğundan tutamadı, yere düşürdü.

Telefonun yere düşmesi onu tam anlamıyla uyandırdı. Mahmurluk dağılmıştı. Mesajı hiç merak etmiyordu. “Her zaman gelen şeylerdendir” diye geçirdi aklından. Ufak insanlardan gelen lüzumsuz mesajlar…

Çayın suyunu koydu. Kahvaltı etmeden sigara yakmazdı. Kavgadan ve konuşmaktan çekinmez, meselelere “bodoslama” dalardı. Hayatta tek korkusu “korktu” zannedilmesiydi.

Çayını ve kahvaltısını hazırladı. Orta boyluydu. Çirkin değildi, yakışıklı da sayılmazdı. Kalabalıklar içinde akılda kalacak bir tipi vardı.

“Günün en güzel sigarasını”, yani kahvaltı sonrası ilk sigarayı, çakmağıyla yaktı. “Omuzlarında yığınların kurtuluş yükünü” taşıyordu. Fakat bu yük, ona ağır gelmiyordu.

Telefonu masanın üzerine koydu. Kahvaltılıkları yeni toplamıştı. Şimdi masanın üzerinde yalnızca iki şey kalmıştı: bir telefon ve bir kitap.

Kitabı eline aldı, kapağını inceledi. Bu, Cemil Meriç’in Bu Ülke’siydi.

Cemil Meriç’i sevmezdi. “Fildişi kulesine” çekilen hiç kimseyi sevmezdi.

Biraz karıştırdı, beğenmedi kitabı. Onun dikkatini; fildişi kuledeki münzevi değil, cenk meydanındaki kahramanlar çekiyordu.

Kendi kendine kahramanlık üzerine konuşmaya başladı. Fazla sürmeden bu konuşma, nutuğa döndü. İyi konuşurdu. Kolay konuşurdu. Sorumluluktan kaçmazdı. Fakat sorumluluk nedir, bunun üzerine de pek düşünmezdi.

Okumayı severdi. Fakat, tek taraftan. “Karşıdakileri” de okurdu. Ama anlamak için değil, aşağılamak için…

Kitapları mermi, kendisini silah olarak düşünüyordu. Kitaplardan aldıkları, onu daha da saldırgan yapıyordu. Asabi ve saygısız oluşu bundan ileri gelirdi.

Kendini genç hissettiğinden genç, “derisinin kalın oluşu” sebebiyle de kaygısızdı.

Neler görmüştü neler! Fakat konuşmayı sevmesine rağmen kendinden çok, büyük atalarını anlatmayı severdi. Tabii arada yaptığı ufak hilelerle kendisini onlarla birlikte andığı da olurdu. Bu durumu severdi.

Bol tepeli bir şehirdeydi. Ama tepeleri görmek için tırmanması icap ediyordu…

“Kahramanlık” konulu nutkunu bitirdiğinde, başlayalı yarım saati geçmişti. “Dinleyicilerden” (yani hiç kimseden) özür dileyerek nutkunu sonlandırdı. Zaten “hiç kimseden” özür de dilemezdi.

Kendisini uyandıran mesajı hatırladı.

“Dosttan” geliyordu.

Başka bir şehirde oturan dost, yarın akşam müsaitse eğer onu evine davet ediyordu.

Pencereden baktı, kar yağmaya başlamıştı.

Ufak bir kararsızlıktan sonra, gitmesi gerektiğini düşündü. Derhal tek kelimelik bir mesaj yazdı ve günlük işlerine koyuldu: “Geleceğim.”

Bu bir fiili anlattığı kadar -en az o kadar- bir kaygı ifadesiydi.

Yolculuk başlıyordu…

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Fırat Kazganoğlu

Meçhul bir zamanda doğdu. Muammaya müptela. Türkçü. Yazar.