Nice sultanları tahttan indirmiş; bir ayrılık, bir yoksuzluk, bir de ölüm…
Ben hayatımda hiç taht nedir bilmedim, böyle devam ederse de asla öğrenemeyeceğim ama bilin ki Bayram Köroğlu’nu da bir ayrılık hiç binmediği o tahttan indirdi.
Çiçeğimin burnumda gezdiği son günlerimdi, hayatta düşüneceğim son şey birisini sevebileceğimdi. O yıllarda hayat kısaca üç şeyden ibaretti, bir türlü anlayamadığım matematik, mantığını oturtmaya çalıştığım bir dava ve internet kafede oynadığım tek oyun: Metin 2. Benim için uzun yıllar çevremde gördüğüm gençlere göre çok sıradan geçti. Büyüdüğüm mahalle sayesinde çevremde olaylar hiç uzaktan izlememle yetinmedi. Bir gün sıra arkadaşımı gelip polis alıverirdi, bir gün birisinin babası sarhoş bir şekilde gelir oğlunu döver, bazı günler ise ben bela nerde diye olmadık deliklere girerdim. Hayatın en amaçsız olduğu lise çağlarında bu tekdüze yaşam da tabi ki sona erdi. 15 yaşına gelmiş, artık istesem evden çıktım mı Ardahan’a dahi gidebilecek bir gençtim. Olmaması gereken her denize yelken açmayı da pek severdim, ne de olsa tüm mahalle benimdi. Kimse de zaten pek değerli vaktini benimle uğraşarak öldürmezdi.
Uzun laf asla kısa olmaz, lise öğretiminin ilk senesi sonunda bitiverdi. Karne mi, hayatımda gördüğüm en kötü karne belki, gerçek anlamda bir rezaletti. O gece eve gitmemek için her yolu denedim, en sonunda annem babanın kalbi sıkıştı diye kandırarak beni eve sokmayı ne yapıp edip becerdi. Evet babamın kalbi o sırada sıkışmamıştı ama artık Fırtına’nın kalbi tökezlemeyi öğrenmişti. Çok da umursamadı babam karneyi, zaten o sıralar eve geç gelmem onun için daha büyük bir kabahatti. Bir hafta evden çıkmama cezasını benim için yeterli gördü. Aslında aldığım son ödül buymuş kendisinden. Hayat bunu belletmeden geçmedi…
Sıkıntıdan patladığım günlerden birinde, evin içinde kendimi oyalayacak bir şeyler ararken bir DVD ile karşılaştım. Üzerinde “Vizontele” yazıyordu. Önce saçma geldiği için elimde duran bu DVD’ye pek önem vermeyerek çöpe attım. Tabi ki merak, artık o filmi izlemesem olmazdı. Filmi izlemeye başladıktan sonra aslında filmin başka bir filmim devamı olduğunu, adının da “Vizontele Tuuba” olduğunu öğrendim. Herkesin gülerek izlediği bu filmi ben kendimi ağlamamak için tutarak izlerdim. İzlerdim derken ciddiyim, cezam devam ettiği için defalarca izledim. Sonunda hayat bana amacımı vermişti, ben de aşık olacak; bir kızı sevecektim.
O zamanlar gitmek için ölüp bittiğim köyümüze gitmek istedim, annemi ikna ettiysem de babamı ikna edemedim. Babam işine aşıktı, bırakıp da köyde acılarını tazelemek istemedi. Ben ise o sırada acı çekmeyi aşık olmak ile aynı biliyor, birisine delicesine aşık olup ona kavuşamamanın verdiği acıyı hissetmek istiyordum. Tabi ki bu isteğim de yerine gelmedi.
Aşık olmak kolay ama, acısını çekmek zormuş diyip duruyordum arkadaşlarıma sürekli. Gerçekten acı çekmediğim için kolaydı söylemesi. Bilemedim, düşünemedim. Aynı tekdüze hayat ile geçen ve asla matematik çalışmadığım günlerin ardından sonunda Ramazan ayı geldi. Oruç tutmak pek zevkliydi, benim gibi sıradan bir insan için çok değişik ve eğlenceli geçen günlerdi ama her güzel şey gibi kötü yanlarıyla beraber gelirdi. Her akşam annemle tartışıp, “bak şimdi baban gelecek o mu gitsin” sözüne kanarak pide sıralarında beklemekten o güne kadar nefret ederdim. Ramazan ayının ilk haftası daha bitmemişti ki, benimle pide almayı bekleyen onlarca zavallı insanın içerisinde hayatımın aşkını görmüştüm. Gülçehre artık benim acımın merkeziydi.
Gülçehre ve ailesi Belçika’da oturuyordu. Memleketleri aslında Adıyamandı ama Ramazan ayında nedense hep buraya gelirlerdi. En azından ben böyle öğrenmiştim. Hayatımda gördüğüm en güzel insan Gülçehreydi. Kumral saçlı, beyaz tenli, yeşil gözlü dünya güzeli Gülçehre. Kendisini ilk defa pide sırasında görmem benim eksikliğim olmalıydı, arkadan o günlerde dinlediğim şarkılar çalarken, beynimde Ferdi Tayfur konser vermekteydi. Pide alırken Gülçehre, fırına benden önce girdi, sırayı bırakmayı çok isterdim ama Fırtına Eşref’in hiddeti; Gülçehre’nin güzelliğinden daha kudretliydi. O gün, hayatımın aşkını gördüğüm ilk gün pide aldıktan sonra iftar vaktine kadar belki benden önce pide alan Gülçehre ile denk gelirim diye gezinmekle geçti. Hoca akşam ezanını ben Gülçehre’ye ulaşmadan önce okudu ve bir kez daha hayat beni yere serdi.
O akşam ne iftarda ne de sahurda içimden bir şey yemek geçmedi. Sadece yemekle oynamam da zaten annemin bana kızmasına yetti. Tüm hücrelerim vücudumda dolaşıyor, sahurdan sonra dahi yattığımda uykum gelmek bilmiyordu. Tüm gece, o zamanki kısa hayatımın aşkı Gülçehre’yi düşünmekle geçmişti. Pide aldıktan sonra poşeti tutuşu bile daha önce görülmemiş güzellikteydi. Gülçehre, Gülçehre adeta bir melekti.
İş bu ya, Gülçehre ile yollarımız kesiştikten sonra tam 4 gün iftar için misafirliğe davet edilmiştik. O zamanlar yaşım dışarıda yememe yetmediği için ben de davetlere icabet edecektim. Sonunda evde yiyecektik, ben de pide kuyruğunda Gülçehre’nin gül çehresini görebilecektim. Hayat işte, 5. gün de iftara davet edilmiştik. Evde oruç olmamın verdiği sinirle etrafı devirdim. Ne olursa olsun ben bu akşam evde yiyecektim. Annem bir türlü bu saçmalığa anlam verememiş, bu sefer babamın adı da beni korkutmaya yetmemişti. Sonunda annem de beni yanında sürüklemekten vazgeçti, bir şeyler yersin diye eve para bırakıp davet kafilesi ile misafirliğe gitmişti.
Gün benim günümdü, sonunda Gülçehre ile olan efsane aşkımız başlayıp evlenmemizle birlikte sonsuza kadar sürecekti. Hemen ablamın düğünü için aldığımız takım elbisemi giydim, sonuçta ilk görüş aşk için çok önemliydi. Annemin verdiği parayı da pide alabileceğim kadarını ayırdıktan sonra parfüm alarak hiç ettim. Aldığım parfümü üzerime boca ettikten sonra, her şey hazır bir şekilde sıra; hayatımın aşkı Gülçehre’yi kendime aşık etmeye yani en zor işe gelmişti. Üzerimde takım elbise ile, pide sırasında beklemeye koyuldum. Bekledim, bekledim ve daha çok bekledim. Her geleni önüme geçiriyordum, benim acelem yok diyerek insanlara sıramı buyur ederken, içimdeki o çocuksu umut bana beklememin karşılığında Gülçehre’yi göreceğimi söyledi, söylese de Gülçehre o gün pide almaya gelmedi. Ben mi? Ben de insanın her türlü şükretmesi gereken ama olabilecek en kötü iftarımı yaptım. Parfüme harcadığım parayla sadece bir tane yumurtalı pide yiyebildim, tabi o da boğazımdan geçtiği kadarla kaldı.
Artık iyice umudumu kaybetmiştim, Ramazan’ın ortasında bir cenaze için üç gün köye, Gülçehre’den uzaklara gelmiştim. İçimdeki umut ölmüş, aşk yaşayamasam da acısını çekmiştim. Döndükten sonraki gece yine sahurda bir şey yemedim. Artık gücüm kuvvetim yerinde değildi. Akşamına, zamanın şartı gereği evde sadece tarhana çorbası pişeceği için bolca pide almam gerekiyordu. Gittim ve umutsuz bir şekilde sıraya girdim. Gülçehre yine gelmemişti. İş bu ya, yarım saat beklememin sonucunda fırında pide bitmişti, yenisini beklememiz Fırıncı Bekir tarafından hepimize rica edildi.
Allah’ın lütfu, beklerken uzaklardan sanki ışık saçan bir kız belirdi, Gülçehre. Gülçehre de bizimle pide bekleyecekti. Belki elime geçecek olan son fırsat bu olduğu için değerlendirmem şarttı, bir yandan da pide bekleyenlerin sırası uzadıkça uzuyordu. Bir anda telefonum çalmış gibi telefonu açtım, “Ne, ne olmuş? Bekleyin geliyorum!” diye Gülçehre’nin de duyacağı şekilde telefona bağırdım ve beni farkedeceği şekilde önünden koşarak sıradan ayrıldım. Evet onun da ilgisini çekmiştim. Fırının olduğu sokaktan köşeyi döndükten sonra Gülçehre’nin sıraya girmesini bekledim. Gülçehre sıraya girdikten sonra da hızlı adımlarla peşinden ben de sıraya eklendim. Maazallah, benden başkası sıraya girse deliye dönerdim. Talih yüzüme güldü, Gülçehre’nin ardından ben de sıraya girdim. Sonunda aradığım şans bana tanınmıştı. Ne yapıp ne edip bir şekilde muhabbete girmeliydim. Omzuna iki kere dokunup kendisine bu mahallede oturup oturmadığını sorarsam belki bir şansım olur diye tahmin ettim. İlk başta beni anlamadı, belki ben heyecandan saçmaladım diyerekten bir daha sordum. Bana, berbat bir Türkçe ile “Merhaba, benim adım Gülçehre, Belçika’dan geliyorum. Çok az Türkçe.” diyerek cevap verdi. Hayatımın aşkı maalesef ki Türkçe’yi konuşacak kadar bilmiyordu. Tabi ben bunu kabul edemezdim, Gülçehre o kadar güzeldi ki kesin sorun bendedir diyerek kendime yüklendim, yüklendim, yüklendim. En sonunda hiç konuşmadan geçen sıranın sonunda Gülçehre’nin pide alışına kulak kesildim. Kesik bir şekilde “Üç, pide” dedi, parasını verip üstünü saymadan geri aldı ki bu bizim mahallemizde görülmüş bir adet değildi; ardından bana o berbat Türkçe ile “İyi geceler” diyerek devam etti.
Yıkılmıştım. O anda hayattan ve Belçikalılardan nefret ettim. Gördüğüm hepsine ateş püskürmek istiyordum ama zaten çok geç kalmıştım, bir an önce eve yetişip zor taşıdığım ramazan pidelerini sofraya dizmeliydim. Ağlayarak eve gittim, sofraya oturdum, yine pek de bir şeyler yemeden sofrayı terkettim. Hayatta gerçek aşkı bulduğum, sonunda ben de seveceğim dediğim insan Türkçe dahi konuşamayan gereksiz bir gurbetçiydi, veya ben yaşımın toyluğu ve içimdeki nefret ile buna karar vermiştim.
O kara günden sonra önce Türkçe’yi, sonra güzel Türkçe konuşanları çok sevdim. Birisine aşık olsam dahi anlaşmamın yolu sadece Türkçe bilmeleriydi. Ardından, her ne olursa olsun Türk’ü ve Türk olan her şeyi sevdim. Hayatımın ayrılığı, hiç beklenmedik sonuçlara yol açtı. Pide sırasında uzun zaman düşlerini kurduğum Gülçehre, beni çocukluğumdan koparan o tokatla beraber çok basit bir şeyi anlamamı sağladı. Benim hiçbir zaman aşıklar ülkesinde tahtım olmayacaktı. Oysa Gülçehre, yıllar sonra hayatıma tekrar girecekti…
-Bayram Köroğlu
Zafere Doğru
Latest posts by Zafere Doğru (see all)
- Kadınlar Seçme ve Seçilme Hakkını Nasıl Kazandı? (Afet İnan) - 24 Şubat 2021
- Ağız Sütü veya Kolostrum - 10 Şubat 2021
- Bir Sosyalistin Gözünden Tiflis’te Ermenilerin Mezalimi - 29 Ocak 2021
- 2021 Yılında Misak-ı Zafer - 1 Ocak 2021
- “Türklerin Babası” (Soyadı Kanunu) - 17 Aralık 2020
One thought on “Bir Ayrılık: Gülçehre”
Comments are closed.
kız Türkçe bilmiyosa sen belçikaca öğrenseydin bu mu sevgi aşk tutku