Hani bir yerlerde birileri demiş ya, “Herkesin özleyip düşlerini kurduğu bir şehir vardır…”, benim hiç özleyip düşlerini kurabileceğim bir şehir olmadı. Olduysa da o şehir asla bu şehir olmadı.
Belki bir gün tarihlerde vesika geçer, telefondaki takvim doğruysa 2020 yılının Ocak 12sini gösteriyor. 12 Ocak 2020. Yıllar sonra, gelmemeye yemin ettiğim bir şehirde, kimisine göre “memleketteyim”. Bu beton yığını bana neler yaşattı ki durup memleket diyeyim?
Yerlerde çocukken yağması için dualar ettiğim kardan arta kalan var. Buza dönmüş çamur, olması gerektiğinden çokça kirli ve gidici. Aynı benim gibi. 1990’lı yılların meçhul bir tarihinde, kazara doğduğum evin önündeyim. Ya da orada olması gereken evin. Çocukluğumda çatısını tamir ederken bitmez gibi gelen o koca ev, şimdi aklımda canlandırdığımda başım dik giremeyeceğim; girmeye yeltenmeyeceğim bir evdi. Her şeyin başladığı yer yani. Çocukluğumun ve sevdalarımın evi, ayrı mahallenin sıradan evi.
Hayatın herkese eşit olmadığı edebiyatı benim gördüklerimi gören birine göre fazla entellektüel, hayat herkese eşit davranıyor. Bana ne kadar berbattıysa bunu okuyana da o kadar berbattı. Bana ne kadar güzeldiyse de okuyana o kadar güzeldi. Gel de doğduğum evin yerinde oturan apartmana bak ki anla meseleyi. Her şey o yıllardaki kadar güzel devam etmedi.
Lise’de son yılımdı, her şehirde en az bir tane olan Cumhuriyet lisesinden eve dönmediğim sıradan bir akşam üzeriydi. O sıralar Cumhuriyet Lisesi teşkilatı 122 kişi, benim başkanı olduğum 12-B sınıfı ise 12 kişiydi. Okuduğum lise oturduğum evin göreceli olarak dibinde olduğundan, okul çıkışlarından sonraki ilk durak asla ev değildi. Eve dönmeden önce illa ki yolum yine her şehirde olan “Fatih” parkından geçerdi. O gün, yine kaderin yolları beni Fatih parkından geçirdi. Mahallenin sözde ağabeyleri, hiç görmediğim kadar kalabalık Fatih parkında bekliyor, kimisi ileri geri yürüyor, kimisi çirkin bakışlarıyla etrafı süzüyordu. Hayatımda ilk kez bir kızı öptüğüm bankta ise; beyaz tenli, kumral saçlı Namık Ağabey oturuyordu. Elinde bir telefon, sürekli birileriyle konuşuyordu.
Parktaki gerginliği görünce anlamalıydım, bir sıkıntı vardı. Önce biraz adi düşkünlüğümü, merakımı gidermek adına parkı izledim. Fatih parkı, kar yağarken annemi dinlemeyip atkımı beremi giymeden parka fırladığım günlerden bile daha soğuktu. Düşkünlük işte, öğrenmem gerekirdi ne olup ne bittiğini. Parkın çaprazındaki bakkal Akın Ağabey’e gideyim dedim. Akın Ağabey tek sigara satardı, Suriyeliler kendisini gasp ederken öldürülünceye kadar mahallede en zengin oydu. Dükkanı o kadar işlekti ki, falanca çiftin neden çocuğu olmuyordan mahalledeki Mitçilerin çalıştığı birime kadar Akın Ağabeyin istihbarat bürosunda mevcuttu. Bakkala girerken Namık Ağabey’in cezaevi arkadaşı olan Tufan Ağabey beni gördü. Hayatımda bir bakışın ciğerimi parçaladığını daha önce hiç hissetmemiştim, o gün iki defa hissedecektim. Tufan Ağabey beni görmüştü artık, selam vermezsem olmazdı. Akın Ağabey’in dükkanının girişinden dönüp adabına uygun bir şekilde önce Namık Ağabey’e, sonra cürmü Tufan Ağabey’e, sonra da emir komutada geriye kalanlar farksız olduğu için yakındakilere tek tek selam verdim.
Başka adamdı Namık Ağabey, cezaevine girme sebebi çoğu mahalle serserinkinin tam tersiydi. Kimi zaman çözünen, kimi zaman donan bir sürecin kurbanıydı Namık Ağabey. Kendisine yedirememişti olanları büyük ihtimalle, ya da ben öyle görüyordum. Ayrı bir namı vardı memlekette, Namık deyince herkes çizgisini bilirdi.
Sürüye selam verdikten sonra Namık Ağabey önce gözleri bana, sonra yanında oturan dostu Tufan’a dikti. Tufan Ağabey başkanını anlamıştı, bana yer verecekti. Kafasıyla selam vererek bana yer verdi. Ben Namık Ağabey’in yanına otururken bir anda Namık Ağabey, Namık Reis oluverdi. Kaşlarını sertçe çattı, bıyıklarını biraz burduktan sonra gözlerimin içine baktı.
“Len Bayram, sen adam oldun da sigaraya mı başladın?” dedi. Yakın dostum Selim’in ağabeyi Namık, gerçekten de bir anda reis oluverdi. Sesim içime kaçtı, hayır dediysem de ne ben duydum ne de çevredeki emir erleri. Namık Reis gözlerimin içine bakarken kırmızı bir Şahin, içinde son ses müzik çalarak parkın önünden geçti. Kesik kesik duyduğum sözleri, Namık Ağabey’in tekrarıyla ezberimde tutabildim. Sonra aklıma gelen tek şarkı olduğu için rüyalarımda dahi yer etti. “O mahur beste çalar, biz Müjganla ağlaşırız.” Namık Reis şarkının sözlerini, hem söyleyenin tersliği hem de ortamın gerginliği yüzünden bıyık altından tekrar etti. Tekrar etti ve ekledi, “Ne o mahur beste çaldı, ne de oturup Müjganlarla ağlaştık”.
Ne olup ne bittiğini gerçekten anlamamıştım. Ah o gün Akın Ağabey’e bir uğrayabilseydim, Tufan Ağabey kafasını 1 dakika sonra çevirseydi… Cevap vermek istedim, Ağabey sigarayla ne işim olur demek istedim. Sesim adeta içime kaçtı. Tam cesaretimi toplayıp söyleyeceğim yalanları tesbih gibi sıraya dizmişken, duyduğum en vahşi ses kulaklarımda perçinlendi. Mahur besteler dinlerken Müjganlarla ağlaşanlar, parktaki topluluğun üzerine ateş ediyordu.
Hiç bilmediğim fakat Cumhuriyet Lisesi Başkanı Cuma Reis ile tanıştığım günden beri düşlerinde boğulduğum bir hayalin ortasında, korkudan ne olduğunu anlayamamış durumdaydım. İlk yanan kurşun Namık Reisle oturduğumuz banka isabet etmişti, ne olup ne bittiğini anlayamadan da bitti zaten her şey. Gözlerimi tekrar açtım, elimde namlusu tüten bir 14’lü; bize ateş açan kırmızı şahin elektrik trafosuna girmiş. Olan olmuş, ölen ölmüş, başlayan bitmiş.
Ne yapmak için oradaydım bir türlü anlamadım. Peki ben, ben ne yapmıştım da burada elimde tabancayla donup kalmıştım. Bizim mahallenin devleri, kimisi korkudan yere yatmış kimisi sağa sola kaçışmış bekliyorlardı. Ben, Namık Reis, Tufan Ağabey ve Bakkal Akın dışında kimse ayakta durmuyordu. Tufan Ağabey’in kolunu kurşun sıyırmış, arabadaki ölülerin analarına küfür edip duruyordu.
Zaiyat bu kadar mı? Keşke. Arabada ölenlerin canı cehenneme, trafo ile araba arasına bir tane kız çocuğu sıkışıp can vermişti. Biz tabi ki bunu fark edemedik. Namık Reis üzerini kontrol ettikten sonra elindeki tabancanın şarjörünü değiştirdi. Gidip arabadakilerin üzerine bir şarjör daha ateş etti. Nereye düşmüştüm, bir anda bilincim beni terk eyledi.
Son mermimin de ölülere gelmesiyle birlikte ortalığı ölülerin sessizliği kapladı. Asırlar sürercesine geçen o kısa sessizliği Bakkal Akın bozdu, “Namık, kaçsanıza lan aptal mısınız!” diye bağırmasıyla koşmaya başlamamız bir oldu. Koşmaya başladıktan sonra Namık Reis yine Namık Ağabey oldu. Küçükken kardeşi Selimle beni, ateş altında kaldığımız bankta sözlüsüyle otururken “Namık, hem de Ankaralı değil!“diye bağırdığımız için kovaladığı gün geliverdi aklıma. Ama bu sefer kovalayan ne oydu ne bendim. Ciğerime sigaranın illeti çöktükten sonra bir anda duruverdim. Daha fazla gidecek nefes bende mevcut değildi.
Namık Ağabeyle Tufan Ağabey o anda pek umrumda değildi. Kafamı kaldırdım, gördüm ki doğduğum evin biraz ötesinde, Gülseren sokak no 51’deydim. İki ev geri geldim, babamla diktiğimiz ceviz ağacına tutunarak bahçeye atlayıp evin bahçesine girdim. Girdim ki ne göreyim, Annem patlayan silahın acı sesini duymuş, ne oldu ne bitti diye penceredeydi. Hayatımda bir bakışın ciğerimi parçaladığını hiç hissetmemiştim, ilki 10 dakika önce; sonuncusu da annemin gözlerindeydi. Ben elimdeki tabancayı cevizin dibine gömmeye çalışırken babam eve geldi. Olanı biteni çoktan idrak etmişti. Ne de olsa zamanın Fırtına Eşref’i. Baba diyemeden gözlerini bana dikti. Önce konuşmaya yeltense de gerek görmedi. Yüzüme feleğin sillesini vurdu, kapıyı göstererek “çık, bir daha da gelme” dedi. Annem yapma dedi, Fırtına Eşref daha da hiddetlendi. Bacım baba diye feryat etti, Fırtına var dedi yok dedi ama dinmedi.
O gün, o zamanlar özlemini duyup düşlediğim memleketime, Çankırı’ya doğru yola çıkmaya karar verdim. O günden beri de buraya geri ilk gelişim. Bu kanlı olaydan sonra ne bir defa mahkemeye çağırıldım, ne de Namık Reis adımın verilmesine müsaade etti. Sonradan aynı mahallede oturduğum köylümle aynı üniversitede yıllar sonra denk gelince öğrendim ki olanlardan sonra belediye bizim mahalleyi kentsel dönüşüme sokmuş. Bizim Fırtına da evi imara sokup sonunda beli doğrultmuş.
Kimine göre bir Ülkücünün Çilesi, kimine göre kavgamızın sebebi kimine göre de sevdamızın kalesi. Uğruna öleceklerim de beni böyle öldürdü. Yıllar sonra, belki bir şeyler düzelir diye bu akşam sözde memleketime geldim. Cumhuriyet “Anadolu” lisesinden çıkıp Fatih parkına geldim. Tek sigara almaya girdim ki devlet denetimi arttırmış, zaten Bakkal Akın da Suriyeli muhacirin kurbanı olmuş gitmiş. Velhasıl kelam doğduğum evin yerindeki evin önüne geldim. O gün evden çıkarken annem başına bir iş gelirse diye cebime kendi babasından kalma bir hançer iliştirmişti. Tetiğe basan parmağımı kestim, eskiden kar olan donan çamur kitlesinin üzerine akışını, damla damla buzu eritmesini izledim. Evet, Namık Reis’in de dediği gibi: “Ne o mahur beste çaldı, ne de oturup Müjganlarla ağladık.” Ait olduğumuz yerde, kanlı metropolün sokaklarındayız.
-Bayram Köroğlu
Zafere Doğru
Latest posts by Zafere Doğru (see all)
- Kadınlar Seçme ve Seçilme Hakkını Nasıl Kazandı? (Afet İnan) - 24 Şubat 2021
- Ağız Sütü veya Kolostrum - 10 Şubat 2021
- Bir Sosyalistin Gözünden Tiflis’te Ermenilerin Mezalimi - 29 Ocak 2021
- 2021 Yılında Misak-ı Zafer - 1 Ocak 2021
- “Türklerin Babası” (Soyadı Kanunu) - 17 Aralık 2020