İnsan yaşamını sürdürebilmesi için bazı maddelere ihtiyaç duyar. Bu maddeler hayati önem taşıdığı veya hayati önem taşıyan ihtiyaçlara ulaşmak için vasıta olduğundan bunlar kaynak olarak adlandırılır: su kaynağı, yeraltı kaynağı, enerji kaynağı vb. gibi. İktisatta kaynaklar kısıtlı sayıda kabul edilir, nitekim hakikatte de bu böyledir. Bu kısıtlı kaynakların en kârlı ve doğru şekilde paylaştırılması noktasında ise yine iktisat devreye girer.
Her insanın iktisadi eylemleri vardır, ekonomik döngü içerisinde verilen her karar bu iktisadi eylemleri oluşturur ve verilen karar her ne olursa olsun büyük amaç sistemin çarklarının kusursuz şekilde işlemesi olmalıdır. Çünkü sistemdeki en ufak hata insanın bahsedilen hayati kaynaklara ulaşması için önünde engel oluşturur. İktisat insanların bilinçli ve bilinçsiz şekilde yaptıkları her iktisadi eylemi barındırır fakat işleyişte çıkan sorunları ortadan kaldırmak için bu bilinçsiz ya da bilinçli eylemlerin sistemlere dönüşmesi tarihin olağan seyri içerisinde gerçekleşmiştir.
Bireyler çoğunlukla yaptıkları iktisadi eylemleri bulundukları iktisadi sistemlere dayandırarak gerçekleştirmezler fakat bağlı bulundukları devlet mekanizması bu ekonomik sistemlerden birisini ya da karma olarak birkaç tanesini içerir. Dolaylı yoldan birey devletine bağlı kalarak aynı zamanda bu iktisadi sistemin içerisinde olmayı da taahhüt etmiş bulunur. Yani, kişi artık sınırlı sayıda bulunan kaynaklara ulaşmakta ve onları başkalarıyla paylaşmakta devletinin ya da devletlerin bağlı bulunduğu iktisadi sisteme göre hareket etmeye başlar çünkü bu aslında kaynağa nasıl, hangi miktarda ve hangi kanallarla ulaşabileceğinin bir anlatımıdır. Zaten insan da büyük çoğunlukla bu kısımla ilgilenir.
Fakat durum devletler için daha farklı ve karmaşıktır. Seçilen her ekonomik sistem beraberinde yeni bir kültür, sosyal ve siyasal yapılar, hatta belki yeni yönetim şekilleri ve devlet için yeni hedefler gibi çeşitli kavramları da beraberinde getirir. İşte tam da bu yüzden, bilinçli ve bilinçsiz gerçekleştirdiği iktisadi eylemleri bulunan vatandaşların devletin işleyişiyle ilgili akıllarındaki soruların büyük bir kısmının cevapları devletin iktisadi eylemlerinin ve benimsediği sistemin içinde saklıdır. Hatta bazen bireylerin devlet yöneticilerini eleştirdikleri sorunlar, gayet alakasız göründüğü halde, yöneticilerin benimsemiş olduğu ekonomik sistemden ve onun getirmiş olduğu kültürden kaynaklanır.
Ülkemizde ekseriyetle sağcı hükümetlerin benimsemiş olduğu liberalizm devamında ekürisi olarak kapitalizmi de beraberinde getiren bir sistemdir. Tabi burada ekseriyetle kelimesinin tekrar altını çizmek isterim çünkü kapitalizm dünya genelinde artık hâkim olan batı menşeli iktisadi bir sistemdir, çoğunlukla Batı ile ya da Batı ile ekonomik ilişkileri olan devletlerle ekonomik ilişkileri olan ülkemiz dönem dönem bu sistemi doruklarında yaşamış ve artık inkâr edilemez şekilde ülkemizin içine işlemiş hale gelmiştir. Bundan en çok etkilenen artık çılgınlık haline gelen liberalizmin de anlamı olan, tam çevirisi “özgürlükçülük”, “özgürlük” kavramı olmuştur. Demokrasi, liberalizm ve kapitalizm artık bu ülkenin hiçbirini tam olarak gerçekleştiremediği ve olduğundan daha berbat bir şekilde uygulanan üçlüsü haline gelmiştir. Artık bu kelimelerin arkasına sığınarak ülkeden toprak istemek, topluma zararlı düşünceleri düşünce özgürlüğü adı altında etrafa saçmak, ahlakı bozmak hatta artık tamamen ortadan kaldırmak, yolsuzluk yapmak, başkalarına zarar verip sonunda ceza almamak gibi eylemler ve daha kötüleri bizim için normal bir hale gelmiş durumdadır.
Bu hadiseler uzaktan alakasız olarak görünse de iktisatta seçtiğimiz sistemle alakası çok büyüktür çünkü yönetimi de büyük ölçüde yönlendiren iktisattır. Daha da açık olması adına pek çok çevrelerce eleştirilen bir süreç olan Türkiye’de devlete ait kurumların özelleştirilmesini misal verelim. Bunu bir süreç olarak adlandırıyorum çünkü bir anda özelleştirme olmadı, kurumların bazıları sessiz sedasız bazıları ise sırf büyük oldukları için az çok yankı uyandırarak özelleştirildi. 1923’de kurulan yeni devletimizin kendi kaynaklarıyla ve emeğiyle kurduğu ve bizde sadece kurumun işlevi bakımından önemli olduğu için değil, Atatürk’ten ve onunla birlikte bu vatan için çalışan nesilden miras kalan kurumlar olması nedeniyle içimiz buruktu. Şunu da belirtmek gerekir ki özelleştirilen kurumların bir kısmı da sonrasında ya da cumhuriyetin öncesinde de var olan kurumlardı. Bu kurumlar ekseriyetle tekellerden oluşmaktaydı. Bunun nedenleri arasında rakip firma açacak kadar kaynağın ve paranın olmaması, devlet desteği alan kurumların talebe yeterli sayıda arzı sunabilecek güçte olması ve yabancı ülkelerden yeterli yatırımı alamamamız sayılabilir. Sağ hükümetler ve benimsenen liberalizmle birlikte Türkiye kendi içinde dönen ekonomisini büyük ölçüde dışarıya açmıştır ve bir pazar haline gelmiştir. Kurumlarımızın özelleştirilmesiyle ilgili pek çok sebep sayılabilecekken ben en temel sebepten yani sistemin gereğinden bahsedeceğim. Ülkemizde hâkim iktisat tekellerin sayısının azaltılması ve firmaların sayısının çoğaltılarak firmalar arası rekabeti sağlamayı amaçlar. Rekabetin sağlanması büyük ölçüde tüketiciye fayda sağlar çünkü iktisatta her zaman mantıklı eylemler yaptığı kabul edilen bireyler en ucuz ürünü almaya yöneleceklerdir, bu yüzden firmalar daha çok tercih edilmek adına fiyatları düşürecektir.
Görsel: Basit bir çizimle monopol (tekel) firma grafiği
Tekel firmalar ekonomideki hareketliliği azaltır ve bu da ekonomik olarak verimsizliğe yol açar. Ekonominin hareketli olması ise bizim sistemimizi sürekli besleyecektir, ne kadar hareketli bir ekonomi olursa krizlerle karşılaşma yüzdesi o kadar azalacaktır. Aslında tam da bu noktada parçaları yerine koymak çok basit olacaktır. Ekonomik krizin eşiğine gelen ülke elindeki kurumları özelleştirerek ekonomik hareketliliği sağlamış ve kendisine az da olsa rahatlama süresi tanımıştır. Tabi bu kurumlar büyük ihtimalle “parayı veren düdüğü çalar” sözüne uyularak ekseriyetle yabancı firmalara satılmıştır. Yabancı firmaların bizim pazarımıza girişiyle birlikte yeni kültürlere de ülkece kapımızı açmış bulunuyoruz. Herhangi bir ülkeden alınan göçün sosyo-ekonomik boyutunu yazıp çizmeye doyamazken yabancı şirketlerin ülkeye girmesi ve beraberinde getirdikleri göz ardı ediliyor. Örneğin Arap kültürünün yayılmasından rahatsızlık duyup şirketlerinin ülkede kurduğu hâkimiyeti göz ardı ediyoruz. Ülkemize getirdikleri dövizler, yozlaşmış bir toplum yerine kendi kültürüyle var olabilen ayakları yere basan bir Türkiye olmaktan daha önemli. Maalesef bu durum bizi dışarıya ölesiye bağlamaktan başka bir işe yaramıyor.
Sonuç olarak, devletin eylemleri büyük ölçüde iktisada bağlıdır. İktisadın işleyişini az çok anlayamamış bireylerin oyları sağlıklı şekilde verilmemiştir çünkü onlar bilgiden yoksundur. Her yönetici adayının insanlara boş vaatler yerine iktisadi olarak nasıl yönetileceklerini anlatmaları yani kısıtlı kaynaklara onları nasıl kolay ulaştıracaklarını ve bu yolun onlara getirilerini ve götüreceklerini anlatması gerekmektedir. Çünkü iktisat insanın bizzat hayatıdır, geçireceği ömrüdür ve hatta kültürüdür.
Zafere Doğru
Latest posts by Zafere Doğru (see all)
- Kadınlar Seçme ve Seçilme Hakkını Nasıl Kazandı? (Afet İnan) - 24 Şubat 2021
- Ağız Sütü veya Kolostrum - 10 Şubat 2021
- Bir Sosyalistin Gözünden Tiflis’te Ermenilerin Mezalimi - 29 Ocak 2021
- 2021 Yılında Misak-ı Zafer - 1 Ocak 2021
- “Türklerin Babası” (Soyadı Kanunu) - 17 Aralık 2020
You may also like
2 thoughts on “Neden İktisat Bilmeliyiz?”
Comments are closed.
Bafradaki tekel grevlerinden sonra derin bir sarsıntı yaşadı ülkemiz, bunlar ayrıca örnek gösterilebilir. Devletçi ekonomi sistemi kominizme ait değildir, devletçilik Türklern asil genlerinden bizlere miras bir iktisadi sistemdir. Ekonomi ve Tarihi bir arada işleyecek vizyonda ve akademik yeterlilikte bir düzene sahip olmadığımız için de malesef bizler sadece batının kapitali yükseltip insanı ve dini vecizeleri hiçe sayan ticari sistemlerini çaldık. Yazık bize çok yazık
Gereken cevabı topluma vermişsiniz kaleminize sağlık saygılar..