Gök muhteşem bir edayla gürüldüyordu. Tanrı kızmıştı. Adeta insanoğlunun ne kadar ufak olduğunu hatırlatıyor, burnunu sürtüyordu. Süratli bir yağmur başladı.

Müthiş bir yağmur yağdı. Durdu sonra. Hava bir anda ısındı. Sis bulutları yükseldi. Güneş çıktı. Yeni yapılmış asfaltın üzerine kararsızca düşen yağmur taneleri buharlaşmaya başladı.

Üç kararlı insan bir arabada ilerliyorlardı. Arabayı süren ekmek derdindeydi. Vazife gereği yolculuğa çıkmış, alacağı paranın ödeyeceği borçları karşılayıp karşılamayacağını düşünüyordu.

Şoförün yanında oturan bir sigara yaktı. Keyifle yolu izliyordu. Onun esas gayesi ise yolculuk etmekti. Hedef de umuru değildi, gittikleri yolda. Uzun yolculuklarda insanın kendisini dinleyeceğine inanıyor, hakiki dostlukların da böyle kurulacağını düşünüyordu.

Keyifle yola baktı. Çok sürmeden kafasında bir soru belirdi. Kimseye söylemedi önce.

Arka koltuğa yayılmış oturan ise ne ekmek parası peşindeydi, ne de yolculuktan haz alma derdinde. O hedefe ulaşmak istiyordu. Her ne olursa olsun hedefe ulaşmak. Kiminle olduğu hatta ne zaman olduğu da mühim değildi. Ahir ömründe hedefe ulaşabilirse kendisini bahtiyar sayacaktı.

Şoförün yanındaki kafasında beliren soruyu ortaya attı.

“İnsanın ölülere borçlu olması bir vicdan meselesidir. Peki, ölüler dirilere borçlu olurlarsa?”

Sessizlik oldu önce. Şoförün yola çok dikkatli bakması diğer ikisini de bu işi yapmaya sevk etti.

Göklerdeki sisler aşağıya inmişti. Asfalttan ise buhar yükseliyordu. İkisi birbirine karışınca görüş mesafesi hayli kısalmıştı. En iyi ihtimalle 10 metreye düşmüştü. Fakat diğer taraftan seyir zevki yüksek bir hadiseydi.

Ortada handiyse çizgisi zor seçilen bir yol, sağ ve sol tarafta yetişmiş ağaçlar, ağaçların arkası orman, yukarıdan ve aşağıdan açıyı daraltan sis kütlesi…

Şoförün bunu zevkle değil, dikkatle izlediğini ancak fark edebilen soru sahibi, arkadakine dönerek tekrarladı:
“İnsanın ölülere borçlu olması bir vicdan meselesidir. Peki, ölüler dirilere borçlu olurlarsa?”

Arkadaki cevap verme zorunluluğunun getirdiği “bunaltı” ve hazır olmanın çevikliğini harmanlayarak cevap verdi:
“Ölüler ve diriler diye ayrım yapmak kadar saçma bir şey olamaz. Ölüler ve “henüz ölmeyenler” daha doğru olur. Meseleye böyle bakınca kimin kime borçlu olduğu sorunu önemsizleşir. Esas şu soru ortaya çıkar: Bu borcun tahsili ne zaman yapılacaktır?”

Bu cevap diğerini şaşırtmıştı. Ama soruları bitmiyordu.

“Tamam dediğin gibi olsun. Meseleyi zamana kilitleyelim. Benim için zaman çok da mühim bir olgu değil. Mühim olan, bu hesaplaşmanın nasıl olacağı.”

Arkadaki tam bir şey demek için hareket edecekken, soru sahibi anlamsızca bakan şoföre döndü:
“Diyelim birisine borç verdin. Ödemeden öldü. Mesela 10 lira olsun, sembolik. Şimdi bu insan sana borcunu vermedi ve öteki tarafta hesaplaşacaksınız. Bu hesaplaşma senin bu taraftaki kredi borcuna bir fayda sağlar mı?”

Şoför gayet sakin ve kendinden emin: “Bana bir faydası olmaz. Size katılıyorum” dedi. Hangi noktada katıldığı ya da ortada katılınacak bir şey olup olmadığı da belli değildi ama üstünde durmadılar.

Arkadaki atıldı: “Meseleyi maddileştirme. İlk cümlede vicdan geçiyordu şimdi 10 liradan bahis açıyorsun. Bazı durumlar hangi tarafta olursa olsun karşılık bulur.”

“Hangi durumlarmış onlar?”

“Vicdan mesela”

“O benim örneğimdi.”

“İyi ya, seni kendi silahınla vurdum.”

Öndeki sigarasını camdan atıp cevap verdi:
“Tam olarak öyle sayılmaz. Birincisi kesinlikle öteki taraf varmış gibi konuşuyorsun, görmüş gibi.”

Arkadaki adam geriye doğru yaslandı. Yeni yaktığı sigarasından bir nefes çekip: “Sende vicdandan bahsediyorsun, sanki görmüş gibi.”

Öndeki devam etti: “Bu sefer tuzağa düşen sensin. Öteki tarafın kesinliğine sen benden fazla taraftarsın. Problem şurada; buranın vicdanıyla orasının vicdanı bir midir? Yani arada kur farkı olmadığına nasıl bu kadar eminsin?”

Arkadaki hafifçe öne doğru yaklaşarak: “Emin değilim” dedi.

Yenişemediler. Anlaşamadılar da. Çözüm bile bulamadılar. Bazı soruların cevabı yoktur veya kesin değildir.

Şoför tüm bu tartışma sürerken çocuğunun doğum gününe yetişme telaşıyla, kredi borcunun taksidinin tarihini hatırlama çabasını birlikte yürütmeye çabalıyordu. O da başaramadı. Camı açtı. Mis gibi, yumuşak bir hava içeriye doldu.

Bu sefer konu açma sırası arkadakine gelmişti. Ama bu durumu çok önemsemedi. Çünkü hedefe varmak isteği ağır basıyordu ve insanlar hedefe yaklaşırken gereksiz konuşmazlardı.

Öndeki zaten kendi derdindeydi. Yoldan aldığı keyif esaslı bir zevke dönüşmüştü. Memnundu. Arkadakini “çözmenin” yeterli olmadığını, bir de alt etmek gerektiğini düşündü.

Bunun yolu bu sefer tartışmak değildi. Biraz heyecan katmalıydı.

Araba yavaş sayılabilecek bir hızda seyrediyordu. Sebebi öndekinin yoldan almak istediği keyifti. Arkadaki hedefine, şoför de parasına ne kadar erken kavuşursa o kadar iyiydi. Öndeki galiba arkadaşlarını test etmek istiyordu.

Şoföre “Gaz pedalına dokunmayı düşünmüyor musun” diye sordu. Bu provokatif bir soruydu ve arkadakinden destek alacağını biliyordu. Nitekim beklediği desteği alacaktı. “Evet, hızlanalım biraz.”

Şoför işinde ustaydı. Bu kadar sis-pusun ortasında fazla hızlanmanın akıllıca olmadığını biliyordu. Ama çocuğuna kavuşmak duygusu da kanına girince normalde yapmayacağı bir şey yaptı ve gazdaki ayağına yüklenmeye başladı.

Hepsi memnundu. Görüş mesafesi biraz açılmakla beraber henüz ancak 15 metreydi. Hızlı giden arabada camları açtılar ve havayı teneffüs ettiler.

Radyodan bir şarkı buldular. Eşlik etmeye başladılar. O anda dibine kadar geldikleri sert kavşağı gördüler ama çok geçti.

Kavşaktan sağa kıvrılmak yerine doğrudan aşağı uçtular. Üçü de öldü. Ne kredi borcunu ödeyebildiler, ne çocuklarına kavuşabildiler. Ne hedefe varabildiler ne de arkadaşlığın hazzına varıp keyifli bir yolculuk yapabildiler. Öylece ölüp gittiler.

Belki “İnsanın ölülere borçlu olması bir vicdan meselesidir. Peki, ölüler dirilere borçlu olurlarsa?” sorusuna cevap bulabilecekleri bir yere gittiler ama burası da çok şüpheliydi.

Çünkü ölümlerinin hemen ardından hava bir kez daha bozuldu.

Gök muhteşem bir edayla gürüldüyordu. Tanrı kızmıştı. Adeta insanoğlunun ne kadar ufak olduğunu hatırlatıyor, burnunu sürtüyordu. Süratli bir yağmur başladı.

Müthiş bir yağmur yağdı. Durdu sonra. Hava bir anda ısındı. Sis bulutları yükseldi. Güneş çıktı. Yeni yapılmış asfaltın üzerine kararsızca düşen yağmur taneleri buharlaşmaya başladı.

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Semih Ayna

1996'da doğdu.

Latest posts by Semih Ayna (see all)

You may also like