Orta Doğu’nun hakim gücü olan Türklerin, bölgeden Anadolu’ya doğru çekilmeye başlamasından itibaren, zaten büyük sorunlara gebe olan Ortadoğu coğrafyası başat güç eksikliğinin de etkisiyle büyük buhranlara ev sahipliği yapmıştır. Etnik ve kültürel yapının karmaşıklığı buhranlara çanak tutmuş olmakla birlikte, refahın sağlanmasına da engel olmuştur. Dünya konjonktüründe hem tarihi ve siyasi hem de ekonomik değeri ön planda olan bölge, emperyalist aktörler tarafından son yüzyılda şekillendirilmiş, manda-himaye sistemiyle kukla olarak oynatılmıştır. Bölgede bir türlü başat-baskın güç oluşamadığı için, emperyalist dünya oyuncuları, yakın tarihte de bölgeye el atmaktan çekinmemişlerdir. Bunun son örneği 2011 yılında başlayan Arap Baharı olmuştur. Biz bu yazıda, mülteci meselesi ile ülkemizde de gündemi epeyce meşgul eden Suriye’yi ele alacağız. Görüşümüzce; Suriye İç Savaşı ve sonuçlarını tam anlamıyla algılayabilmek için, yukarıda da değindiğimiz, Türklerin Anadolu kıtasına çekilişi sonrası dönemi iyi incelememiz gerekmektedir. Çünkü, o tarihlerden itibaren Suriye’de ne istikrar sağlanabilmiş ne de ülke tam bağımsız statüye –fiilen- erişebilmiştir. Buradan hareketle öncelikle I. Dünya savaşı  sonrası dönemi ele alıp  ardından kronolojik olarak çözümlemeler yapmaya çalışacağız.

Cihan Harbi Sonrası Suriye ve Manda-Himaye Yılları

Suriye’de Türk hakimiyeti, ikinci binyılın ilk yarısındaki çalkantılara rağmen, XIX. yüzyılın başlarına kadar başarılı bir şekilde devam etmiştir[1]. Arap coğrafyasının geri kalan kısmına nazaran, özellikle Türk egemenliğinin son dönemlerinde, Suriye’de ortamın daha sağlıklı olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bu hususta bölgedeki Türk etnik varlığının da etkisi vardır. Bilindiği üzere Suriye’de Türk nüfusu azımsanmayacak düzeydedir. Ancak Avrupa’yı kasıp kavuran büyük savaş sonrası, çok uluslu imparatorlukların çoğunun yaşadığı senaryoyu, Türk İmparatorluğu da yaşamak zorunda kalmıştır. Arap yarımadası başta olmak üzere, yüzyıllardır hakim olunan Mezopotamya, Suriye, Sina-Filistin bölgelerinde, Arapların da destek vermesiyle, emperyalist alemin oyuncuları saf tutmaya başlamışlardır. Son olarak 19 Eylül’de saldırıya geçen İngiliz kuvvetleri karşısında tutunamayan Türk ordusu, 1 Ekim tarihinde Şam’ı, 27 Ekim tarihinde de Halep vilayetini İngilizlere bırakmak zorunda kalmıştır.

Zaten o dönemde Suriyeli Arap aydınlar milliyetçiliğin etkisiyle Osmanlı idaresinden çeşitli haklar talep etmekteydiler. Ancak istenilen elde edilemeyip, Dünya Savaşı da patlak verince, Araplar her yerde olduğu gibi Suriye’de de fırsattan istifade İngiliz ve Fransızları kucaklamışlardır. Bu faaliyetlerde bulunan milliyetçi Suriyeliler, birkaç örgüt altında birleşmişlerdir. Bir tanesi, sonradan Fransızlar tarafından Suriye kralı seçilecek olan, İmparatorluğa isyan eden Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal’ın da üye olduğu “el-Cemiyye el-Arabiyye el-Fetat”tır. Bu örgüt ve benzerleri, savaş öncesinde de Türklerden özerklik-bağımsızlık koparmak adına Fransızlara yanaşmışlardır[2].

Türklerin Suriye’den çekilişi sırasında emrindeki kuvvetlerle Şam’a giren Faysal, sahil şeridi dışında Suriye’nin geneline hakim olmuş, anayasa çalışmaları başlatmış, üniversiteler kurdurmuştur. Temmuz 1919’da Büyük Suriye Kongresi toplanmış, sonucunda Suriye’nin egemen devlet olduğu ve Faysal’ın Suriye kralı olduğu Dünya’ya ilan edilmiştir. Ancak bu fiili bağımsızlık çok uzun sürmeyecektir. Daha savaşın başında, Sykes-Picot Antlaşmasıyla parçalara ayrılan Ortadoğu için şimdi yeni bir senaryo yazılıyordu. İngilizler Şerif Hüseyin’e bağımsız Arap Konfederasyonu sözü verdikleri halde; yaklaşan Rus tehlikesi, Yahudilere vaadedilen anayurt meselesi ve yarış halinde oldukları Fransa’nın Ortadoğu’da kalıcı olmak istemesi verilen sözlerin geçerliliğini ortadan kaldırıyordu[3].

Diğer yandan, Sykes-Picot’la birlite Fransızlara bırakılan Suriye’de İngilizlerin bulunması, Fransa’nın hoşuna gitmiyordu. Suriye konusunda direnen Fransa, Suriye İtilafnamesi ile Sahil şeridinde hakim güç konumuna geçmiş, geri kalan kesimlerde ise teknik eleman ihtiyacını kendisinden karşılama taahhüdü ile kendi nüfuzunda bir Arap devleti kurdurmuştur. Bu kukla devletin kralı yukarıda da değindiğimiz, isyancı Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal olmuştur. Ancak Faysal ve taraftarları, İngiliz yanlısı tavrı ile bağımsızlık istediklerini ve Fransa’yı istemediklerini dile getirseler de, İngiltere bu noktada bir şey yapamayarak, Aralık 1919’da kuvvetlerini Suriye’den çekmiştir[4].  Bu noktadan itibaren Suriye’de Fransız mandasına ilerleyiş hızlanmıştır.

San Remo konferansından sonra, Faysal ve Fransızların arasındaki soğuma sonrası, Fransızlar Suriye’ye tam olarak hakim olmak amacıyla Faysal’a ültimatom vermişlerdir. Ültimatomun süresinin dolmasını beklemeden işgal için harekete geçmişlerdir. Fransızlar kısa sürede Faysal’ın hakimiyetine son verip Suriye’yi mandası ilan etmişlerdir. Burada uyguladıkları “böl ve yönet” siyaseti ile Lübnan’da “Büyük Lübnan Devleti”, Lazkiye ve çevresinde “Aleviler Devleti”, Cebel-i Durz’da “Dürziler Devleti”, diğer kesimlerde ise “Şam” ve “Halep” devletlerini kurdular. Şam ve Halep bugünkü devleti oluşturmuşlardır. 1942 yılında Aleviler ve Dürziler’in de katılımıyla bugün paramparça duruma gelen Suriye meydana gelmiştir[5].  Ancak temelde, zaten Suriye adıyla anılan bölge  bugünkü Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail ve Suriye’yi içine almaktaydı[6].

Diğer yandan çoğunluğu Türk olan İskenderun(Hatay) vilayeti de ayrı bir statüye sahip kılınmıştır. Atatürk Sakarya zaferinden sonra 20 Ekim 1921’de Türkiye Fransa ile anlaşma yaptı. Hatay dışında Suriye sınırı çizildi. İskenderun sancağı olarak Fransa’nın özerk bıraktığı Hatay’da özel yönetim kuruldu. Türkçe resmi dil oldu. Caber kalesi, Süleyman Şah türbesi Türkiye’nin malı oldu. 1923-37 yılları arasında Türklerin ciddi mücadeleleri sonucunda, 29 Mayıs 1937 tarihinde Milletler Cemiyetince kabul edilen anayasa taslağı uyarınca, içişlerinde bağımsız, dışişlerinde Suriye konfederasyonuna bağlı olacaktı. Hatay sancağının bütünlüğü Türkiye ve Fransa hükümetleri garantörlüğü altında idi. 1939 yılına gelindiğinde ise herkesin bildiği gibi Hatay Anavatan’a katılmıştır.[7].

Manda yönetimi yılları boyunca Arap Suriye halkının çıkarlarını her zaman çiğneyen bir siyaset izleyen Fransızlar, halkın tepkilerini şiddetle bastırmaktan çekinmemiş ve müslümanlara yönelik kanlı girişimlerde bulunmuşlardır. Ülkeyi gerekli noktalarda etnik, dini ve mezhep hususlarında bölücü propagandalar yoluyla homojen bağımsızlık hareketlerinin önünü kapatmaya çalışmışlardır. Burada bu kadar katı davranılmasının nedeni; Suriye’de çıkabilecek herhangi bir ayaklanmanın, Afrika’daki diğer sömürgelere sıçraması olasılığının düşünülmesidir. Böyle bir durumda Fransızlar güçlerini tamamen kaybedebilirlerdi. I. Dünya savaşı yıllarında ağır hasar gören Fransa, kendi ülkesindeki otorite boşluğunu burada da önleyememiştir. Bu dönemde müttefiklerin Suriye’yi tekrardan işgali sırasında İngilizlerin Türkiye’yi de Kuzey Suriye’yi işgal etmeye yönlendirdikleri görülüyor. Bu durumun işlerini kolaylaştıracağını savunan müttefikler, işgal sonuçlanana kadar bu hususu gündemde tutmuşlardır. İşgal sonrası De Gaulle, tam bağımsızlık için söz vermişse de 1943’te iktidara gelen “Vatan Kitlesi” yönetiminin ısrarları ve ABD, SSCB ve BK’ın şartsız egemen tanımaları sonrası ancak gerçekleşmiştir. 1945’te BM’e kabul edilmesiyle Suriye bağımsızlığını hukuki anlamıyla kazanmıştır. Ancak, Suriye’deki çıkarlarının bir anlaşmayla korunmasını talep eden De Gaulle yönetimi, Şam yönetiminin direnmesine karşılık şehri ağır silahlarla bombardımana tutmuşlardır. İngiliz başbakan Churcill’in kuvvet gönderme tehdidi karşısında De Gaulle ateşkes ilan etmiş ve 15 Nisan 1946 tarihine kadar tüm Fransız kuvvetlerini Suriye’den çekmiştir[8].

Suriye’nin Bağımsızlığı ve Baas Rejimi

Bağımsızlık sonrası refah ortamının beklendiği Suriye’de, homojen yapının olmayışı gün yüzüne çıkmış, XIX. yüzyıldan itibaren işlenen bağımsızlık düşüncesi -bugün de görüldüğü üzere- toplumsal sorunların önüne geçememiştir. Farklı toplumsal grupların varlığı ve ulus-devlet olamamanın sonucunda Suriye sorunlar ülkesi olmaya devam etmiştir. Ancak yine de ülkeye belli bir grup hakim olmuştur. Bu grup 1943’te kurulan Baas Partisidir[9].

Bağımsızlık sonrası siyasette etkin rol oynayan Baas; Batı eğitimi almış bir grup Arap entelektüel tarafından kurulmuştur. Baas, hristiyan Michael Eflak ve sünni Selahaddin Bitar tarafından kurulmuş, 1947’de alevi Zeki Arsuzi’nin katılımıyla ilk kongresini düzenlemiştir. İdeolojik yaklaşımı, tüm Arapları tek ulus sayan milliyetçi-sosyalist bir yapıdadır. Aynı zihniyet, Saddam’la birlikte Irak’ta da iktidarda bulunmuştur. “Baas” sözcüğü yeniden başlangıç anlamına gelmektedir. Bu yolla tüm araların “yeniden” tek bir devlet çatısı altında toplama ereğine dem vurarak ideoloji-terim bütünleşmesi sağlanmıştır. 1947 yılına gelindiğinde Şam’da ilk kongresini yapan Baas görüşü, 1953 yılında da Arap Diriliş Partisi ve Arap Sosyalist Partisi’nin birleşmesiyle partileşmiştir.

Ordu içinde ciddi güce ulaşan Baasçılar, Nasırcılar ve komünistler siyasette farklı etkilere sahip olmaktaydılar. Görüşlerinde uyum olan Baasçılar ve Nasırcılar; Arap birliği için Mısır ve Suriye’nin birleşmesi gerektiğini düşünüyotlardı. Sonuç olarak, 1 şubat 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti ilan edildi. Ancak Mısır ve Nasır’ın birlikteki üstün konumu dolayısıyla Suriye bu birlikte istediğini bulamadı. Bu birlik 1961 yılındaki Suriyeli subayların ayaklanması sonrası birlik dağılmış, sonrasında yapılan seçimler ise ordunun darbe geleneğine engel oluşturamamıştır[10].

1962 yılında bütün Baasçıların katıldığı büyük bir kongre düzenlendi ve sonucunda Arap birliği savunucusu subayların devlet kadrolarına yerleştirilemesi gerektiği kararı verildi. Parti kadroları neredeyse tamamen yenilendi.  Ancak bir süre sonra baş gösteren ayrılıkçı düşünceler sonrası parti iki kanada bölündü, birincisi kendilerine Eski Muhafızlar diyen milliyetçi, sosyalist ve Irak ve Mısır’la birlikte yeniden Arap birliğinin kurulacağını savunan subaylar, ikincisi ise; kendilerine Bölgeselci Kamp diyen, içlerinde Beşar Esed’in babası Hafız Esed’in de bulunduğu, sosyalist politikalara ve SSCB’ye karşı olan subaylardı. İkinci grubun adından da anlaşılacağı üzere, bütüncül Arap milliyetçiliği yerine “Suriye” vatanperverliği savunulmaktaydı. Ek olarak, bu grup daha çok Arapları değil etnik ve dini-mezhepsel azınlıkları temsil etmekteydi[11].

İki grup arasında gerçekleşen çeşitli mücadeleler sonucunda, El-Hafız liderliğindeki Eski Muhafızlar Cedid ve Hafız Esed önderliğindeki Bölgeselcilere karşı kaybetti. 1966 yılında gerçekleşen Suriye tarihinin onüçüncü askeri darbesi sonrası Baas rejimi Suriye’de tam egemenlik inşasına başlamıştır. Bu tarihlerden itibaren PanArabizm’den Suriye ulusalcılığına dönüş yapılmıştır. Bu değişimle birlite Arap anavatanını, Toroslardan Körfeze, Hint Okyausuna, Etiyopya’ya[12] kadar çizen idealist yaklaşım Suriye’ye sıkışıp kalmıştır. Bu sıkışma ve bölgesel ulusalcı  tavırlara rağmen, Mersin, Adana, Tarsus gibi Türk şehirlerinin de Araplara ait olduğunu savunmuşlar, Hatay’ın Türk anavatanına katılmasını tanımamışlardır.

1966’daki darbe sonrası Hafız Esed Savunma Bakanlığına getirildi. Ancak 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail’e karşı ağır zayiat veren Suriye cephesinde Savunma Bakanı gözden düşmüştü. Bu süreç sonrasında kendisini değil, arkadaşlarını hatalı gören Esed, tüm komuta kademesini üzerine almayı hedeflemiştir. Milliyetçiler ve ilericiler olarak ikiye bölünen Baas’ta milliyetçilerin başını çeken Hafız Esed önderliğinde 1970 yılında darbe yapılmıştır. Devlet başkanı Ahmed Habib olmuş, Esed ise başbakanlığı ve parti genel sekreterliğini üstlenmiştir. Darbeden dört ay sonra yapılan halkoylaması sonucu Hafız Esed, ilk Nusayri(Arap Alevi) Devlet Başkanı olmuştur. Esed’in ilk işi 1967 Altı Gün savaşlarında kaybedilen Golan Tepelerini ve prestiji kazanmaya çalışmaktı. 1973’te Mısır’la birlikte hareket ederek, İsrail’le savaşılmış, ancak yine sonuç aynı olmuştu. Buna rağmen Hafız’ın ülkedeki prestiji ve halkın gözündeki konumu yükselmişti.önceki savaştan daha iyi bir performans ortaya konulması ve Golan Bölgesi uğruna savaşılması buna sebep oluyordu. Diğer yandan; Lübnan iç savaşında hristiyan Marunileri desteklemesi Esed’in sorgulamasına neden olmuştur. İran-Irak savaşında ise beklenenenin aksine Arap Irak’ın yerine, Arap olmayan-Şii İran tarafında durmuştur. Bu politikaların sonucunda dışarıda zaten muhalifi artan Esed’in ülke içerisinde de muhafazakarlar tarafında büyüyen bir muhalif kitlesi belirmişti. Aynı muhafazakar kesim, Baasçıların laik düzen tasarısına da en baştan beri karşı gelmekteydi. 1980 yılında yapılan gösteriler sonucu askeri birliklerin müdahalesi sonucu 200 sivil yaşamını yitirmişti. 1982 yılında ise 10 ile 30 bin arasında sivilin yaşamını kaybettiği olay Müslüman Kardeşler’in cihad çağrısıyla Halep’te toplanması sonrası başlamıştır. Öldüğü 2000 yılına kadar tek adam olarak egemenliğini sürdüren Esed’den sonra iktidara oğlu Beşar Esed geçmiştir[13].

Oğul Esed Dönemi

Beşar Esed 2000 yılında iktidara ilk geldiği zamanlarda halkın büyük çoğunluğunda olumlu bir imaj yaratmış durumdaydı. Bunda Batı’da eğitim almış olması, yenilikçi ve ilerlemeci bir tavır takınması, yolsuzluklarla mücadelede devletin önde gelenlerinden birisi olması etkili olmuştur diyebiliriz. Diğer yandan aslında önceleri Beşar’ın Devlet Başkanı olacağı belli değildi. Büyük kardeşin ani ölümü sonrası İngiltere’den ülkeye çağrılan Beşar Esed’in varis olduğu bu noktadan sonra belli olmuştur[14].

İlk zamanlarda birçok demokratik hamlelerde bulunan Esed; siyasi suçluların serbest bırakılması, bağımsız gazetelerin yayın hayatına başlaması, toplantılar yapıması ve bildiriler okunması gibi konularda babasına nazaran marjinal hareketler sergilemiştir. Ancak otoriteden vazgeçmek zor olmuştur. Bu da yeniliklerin niteliğini belirlemiş ve revize edilmiş otoriteden başka bir sonuca ulaşılamamıştır.

Ekonomi alanında da babasının başlattığı neo-liberal politikalara devam eden Beşar Esed, yapıcı refah politikalarını ihmal eder nitelikte basit uygulamalardan ileriye gitmemiştir. Demokratik reformda gördüğümüz yarım kalmışlığa burada da rast gelmekteyiz. Esed 2007 seçimlerinde tekrardan seçilmesine rağmen politikada etkinliğini kaybettiği konuşulmaktaydı. Kötüye giden ekonomi ve Ortadoğu’nun istikrarsız durumu hem Suriye’yi hem de Esed iktidarını olumsuz ekilemekteydi.

Bir dizi reform uygulamaya koyulmasına rağmen muhalefetin reform çağrıları daha da artmaya devam ediyordu. Bunun yanı sıra Esed yönetimi, reformların kendi otoritesine zarar vereceği düşüncesi ile taleplere karşı gelmekteydi. Oğul Esed, babası gibi, gerektiğinde güç kullanacağını herkese göstermekteydi.

Arap Baharı ve Suriye’de İç Savaş Dönemi

Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde son yıllarda yaşanan olaylar Arap Baharı olarak adlandırılmaktadır. 2010’da Tunuslu bir gencin hükümete tepki olarak kendini yakması ile birçok Arap ülkesinde muhalif sinyaller belirmeye başlamıştır. Sosyal medyanın aktif kullanımı ile bu ülke halkları iktidar karşıtı sivil itaatsizlik uygulamalarına başvurmuşlardır. Hükümetlerin şiddet içeren müdahalelerine rağmen Tunus, Mısır ve Libya’da iktidar devrilmiştir. Demokratik düzen tesisi halen daha -fiili olarak- devam etmektedir[15].

18 Mart 2011 tarihine gelindiğinde ise, Suriye’nin Şam, Halep, Humus, Dara, Kamışlı gibi birçok kentinde gösteriler boy göstermiştir. Gösterilerin boyutu arttıkça Esed güçlerinin de olaylara müdahale şiddeti artmıştır[16]. Ancak çeşitli talepler doğrultusunda yapılan gösteriler; birçok alanda reform çalışmasının hükümet tarafından yapılmasını sağlamıştır. Buna rağmen ülkenin toplumsal yapısı göz önüne alındığında etnik ve mezhepsel durumdan ötürü muhalefetin farklılaşması kaçınılmaz olmuş ve Suriye fili olarak bugünkü şekline bürünmüş, yani parçalanmıştır.

Bunca yaşananlara rağmen, meşruiyeti sorgulanan Esed, Suriye’de silahlı terör örgütleri yüzünden sivil halkın katledildiğini ve yine toplumsal huzursuzluğa batı destekli örgütlerin neden olduğunu savunmaktadır. Esed’in bu söylemlerine karşı bir anti-propaganda yapılsa da, haksız olmadığını kanıtlar niteliklerde durumlar da görülmektedir. Örneğin; gösterilerde eylemciler arasında keskin nişancıların ve silahlı insanların yer aldığı söylenmektedir. Bugün muhalif grupların eylemsel durumlarına bakıldığında bu olayların öncesi de zaten tahmin edilmektedir. Diğer yandan muhalif halk, gösterilerin ilk vakitlerinde Batı’nın olaylara müdahil olacağını ve Esed’in kısa sürede devrileceğini düşünmüşlerdir[17]. Geniş halk kitlelerine yayılan olaylarda halk, devletin belirli bir azınlığın tekelinde yönetilmesine karşı olduğunu belirtmiştir. Bu azınlık grup Esed ailesinin mensubu olduğu Nusayrilerdir(Arap Alevi).

Bağımsızlığını kazanmasından itibaren büyük sıkıntılarla boğuşan ve defalarca askeri darbeye maruz kalan ülkede, bahsettiğimiz üzere bugün ve geçmişte bu denli, bir türlü son bulmayan sorunlar toplumun farklılaşmış ya da farklılaştırılmış olmasından, I. Dünya Savaşı sonrası sınırların cetvelle çizilmesinden kaynaklanmaktadır diyebiliriz.

Savaşın başlamasından itibaren muhalifler karşısında askeri ve politik olarak ciddi güç kayıpları yaşayan Esed rejimi, Rusya’nın desteği sonrası kaderi değişmiştir. Rejim Rus desteğinin yanında İran desteğini de görece yanına almışken, muhalif grupları ABD, Suudlar ve Türk hükümeti desteklemiştir. Işid tehlikesi sonrası, ABD askeri desteğini kürt terör örgütü ypg’ye yöneltmiştir. Örgütün amacı Suriye’nin kuzeyinde bir kürt koridoru oluşturmaktır. ABD’nin bu yön değişimi Esed rejimini rahatlatmış ve hareket kabiliyetini Rus ve İran desteği ile de artırmıştır diyebiliriz[18]. Bugün halen Suriye’de küresel güçler tarafından desteklenen taraflar ve küresel güçlerin anlaşmaları söz konusudur.

Türkiye-Suriye ilişkileri

Savaşın ülkemiz açısından görünümüne bakacak olursak; güney sınırımızda oluşan terör koridoru ve mülteci sorunundan ötürü en fazla zararı gören ülke olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği üzere sınırlarımız içerisinde dört milyona yakın sığınmacı bulunmaktadır. Bu mülteciler ülkemize ekonomik yönden yük olmakta, toplumsal yapıyı bozmakta ve diğer yanda da kürt terörü göz önüne alındığında gelecek adına endişe vermektedir. Olayın en başından bu yana barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözüm taraftarı olan ülkemiz Türkiye, ilk başlarda Esed rejimine reform çağrısı yapmış ve yanında tavır almıştır. Olumsuz yanıt vermemesine rağmen ne Türkiye’yi ne de muhalefeti tatmin edici çalışmalara girişmeyen rejim Türkiye’nin değişen tavrına neden olmuştur. Türkiye tarafından ilk açıklama 25 Mart 2011’de; Suriye rejiminin reform konusunda attığı adımları ve verdiği sözleri destekleyip bu süreçte reform konusunda gerekli yardımların yapılacağı yönünde olmuş, yine 27 Mart’ta Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Suriye’de reformların rejim öncülüğünde yapılması gerektiğini belirtirken, Suriye’deki sürecin yakından takip edildiğini ve sürecin Türkiye ve Suriye işbirliğinde yürütülmesi gerektiğini dile getirmiştir[19].

Sonraki dönemlerde, reform çalışmaları takdir görmesine karşın 38 muhalifin rejim güçleri tarafından öldürülmesi Türk Dışişleri tarafından olumsuz karşılanıp uyarılmıştır. Ancak yine de Türkiye kanadından net uyarılar verilmemiş, dönüşümün Esed öncülüğünde gerçekleşmesi gerektiği yinelenmiş, reform konusunda rejimle ortak çalışma alanları yaratılmaya çalışılmıştır. Bu gelişmelerle eş zamanlı olarak ise Batı dünyası Esed’i şiddet yanlısı tutumudan ötürü kınayan açıklamalar yapmaktaydı. Nisan ayına gelindiğinde reform çağrılarını daha da artıran Türk hükümeti, halen geç kalınmadığını ancak sürecin hızlanması gerektiğini savunmuştur. 10 Haziran tarihinde ise dönemin Başbakanı Erdoğan, durum böyle devam ederse rejime daha fazla destek olamayacaklarını belirtmiştir[20]. Türk hükümeti tarafından uyarı ve telkinlerin arttığı ve ülkemize mülteci akınının yaşandığı tarihlerde Suriye tarafından ilk açıklama Dışişleri Bakanı Velid Muallimden geldi. Bu noktadan itibaren ikili ilişkilerde uyuşmazlık aşamasına geçilmiştir. 22 Haziran tarihinde yapılan açıklamada; Türkiye’nin bakış açısının değişmesi gerektiği vurgulanmıştır

Sonrasında çatışma bölgesinin Türkiye sınırına yaklaşması sonrası 2’nci Ordu Komutanı Orgeneral Servet Yörük sınırda incelemeler yaptı. Ardından Esed Türk hükümetini fırsatçılıkla suçladı ve Batı yanlısı tavrını eleştirdi. İplerin gerilmesiyle birlikte 350 muhalif “Suriye için İstanbul” toplantısını gerçekleştirdiler ve 25 üyeli Ulusal Kurtuluş Konseyi’ni seçtiler. Buradan anlıyoruz ki; Türkiye iplerin gerilmesiyle, muhaliflerle tam olarak iletişime geçmese de Türkiye’deki faaliyetlerine ses çıkarmamıştır. İlerleyen süreçlerde, Esed yönetiminin Türkiye’nin tavsiyelerini yerine getirmemesi ve sivil kayıpların çoğalmasıyla Türkiye kanadından gelen eleştiriler sertleşmeye başlamıştır.15 Ağustos’ta açıklama yapan Davutoğlu, Suriye’nin şiddeti durdurmasını aksi takdirde iki taraf için de konuşulacak bir şey kalmayacağını belirtti. 12 Eylül tarihine gelindiğinde ise, Erdoğan Suriye için tünelin ucunun yaklaştığını ve Suriye’nin son sözü söylemesi gerektiğin söyledi. 16 Eylül tarihinde Suriyeli muhalifler İstanbul’da Suriye Ulusal Kurtuluş Meclisini ilan ettiler[21].

Bu gelişmeler itibariyle 21 Eylül’de Erdoğan-Obama zirvesi sonrası Başbakan Erdoğan Suriye ile görüşmelerin son bulduğunu ve yaptırımlar için çalışma başlatılacağını açıklamıştır. Bu noktada ikili ilişkilerde çatışma evresine girilmiştir.

Çatışma evresinde Suriyeli muhaliflerle ilişkiler daha doğrudan kurulmuş ve desteklenmişlerdir. Diğer yandan Türk tarafından değişimin şart olduğu söylemleri yükselmiş ve Erdoğan ilk defa Esed’e çekilme çağışında bulunmuştur. Esed ise o dönemde Türkiye’nin muhaliflere destek olduğunu, Müslüman Kardeşler’in hamisi gibi davrandığına dikkat çekip, bu tavırlardan şikayet etmiştir[22].

İlerleyen süreçte yaptırımların uygulanması ve şiddetli söylemlerin devamı ile ikili ilişkilerde kriz evresine girilmiştir. Suriye kanadında bu durumda krizin askerileştirilmesinden kaçınılmışsa da diplomatik olaylardan kaçınılmamıştır. 22 Haziran 2012’de Türk RF-4 jetinin düşürülmesi ile Türkiye askeri önlemleri artırmış ve krizi uluslararası boyuta genişletme çabasına girmiştir. Ardından Eylül-Ekim ayında Türk tarafına düşen havan mermisi sonrası Türkiye sınırın diğer tarafına saldırılar düzenledi ve karşılık verdi. Sınırın diğer tarafından gelen meçhul saldırılar dolayısıyla Türkiye NATO’dan Patriot talep etti ve Patriot bataryaları Türkiye’ye yerleştirildi. 2013 Eylül ayında Türkiye’nin Suriye helikopterini düşürmesi sonrası gerilim bir kez daha tırmandı. Ancak Suriye tarafı bu olayda da daha çekingen tavır alarak krizi tırmandırmamaya özen göstermiştir. Türkiye ise askeri seçenekten hiçbir zaman çekinilmediğini ısrarla söylemiştir. Günümüze kadar bu şekilde devam eden ikili ilişkilerde, Türkiye Esed’in çekilmesi gerektiği yönündeki tavrını değiştirmezken, eskiye nazaran son dönemdeki tutumlarda yumuşama yaşanmıştır[23].

Sınır Ötesi Operasyonlar

Türkiye şu ana kadar Suriye’ye iki büyük operasyon düzenlemiştir. Bunlar Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarıdır. Fırat Kalkanı Harekatı, 24 Ağustos 2016-29 Mart 2017 tarihleri arasında, Silahlı Kuvvetlerimiz ve desteklediği ÖSO tarafından; terör gruplarını bölgeden uzaklaştırıp güvenli bölge oluşturmak amacıyla yapılmıştır. Diğer bir amaç YPG’nin otonom bir yapıya bürünmesini engellemektir. 29 Mart 2017 günü Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından toplanan MGK sonucu harekatın başarıyla tamamlandığı belirtilmiştir[24].

Zeytin Dalı Harekatı ise Fırat’ın batısında yerleşik kantonlar oluşturmaya çalışarak, terör koridoru oluşmasına neden olan YPG/PYD terör örgütüne karşı Afrin bölgesi merkezli olarak, 20 Ocak 2018 tarihinde başlamıştır. Harekat sonucu 200’den fazla mahalle terörden arındırılmış ve 2 bin kilometrekarelik alan kontrol altına alınmıştır[25]. Bu harekatlar tüm Dünya’nın gözü önünde, uluslararası baskılara rağmen yapılmıştır. Türkiye’nin ve Türk ordusunun kararlılığını gözler önüne sermiştir.

Mülteci Sorunu ve Değerlendirme

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre 11 Temmuz 2019 itibariyle ülkemizde 3 milyon 630 bin 575 Suriyeli sığınmacı bulunmaktadır[26]. Türkiye’nin demografik yapısı, ekonomik koşulları, toplumun refahı, tarihsel gerçeklikler, şehirlerimizin durumu göz önüne alındığında büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Mülteci kamplarına sığmayan bu kalabalık kitleler Türk kentlerinde başına buyruk şekilde, hiçbir sorumluluk altında olmadan yaşamaktadırlar. İstihdam edilmeleri çok zor olan bu insanlar çalışsalar bile, sözde Suriyeli sevici ümmetçiler tarafından bile, maalesef çok düşük ücretlerde, insanlık dışı koşullarda çalıştırılmaktadırlar. Kent yapısına bakıldığında mültecilerin yoğun olduğu bölgelerde ghettolaşmalara rastlanmakta, kent meydanlarında Türklerden haraç kesen Suriyeli gençler bulunmaktadırlar. Bu örnekleri yaşamasak bile duyuyoruz. Bu tür mevzular toplumsal huzuru büyük ölçüde tehdit etmekte ve geçmişte belli kitlelerin toplumdan soyutlanması sonrası meydana gelen acı olayları hatırlatmaktadır. Mülteci kelime anlamı itibariyle; iltica eden, sığınan anlamındadır ki; sığınmacı insanların bugün toplumsal yaşamda, -tabiri caizse- yüzsüzlük etmeleri bizleri şaşırtmaktadır. Sığınmacılara harcanan 40 milyar dolara yakın para yetmezmiş gibi bir de yukarıda saydığımız sorunlar baş göstermekte, bu da Türk toplumundan sert tepkilere neden olmaktadır.

Diğer yandan Fırat’ın doğusunda ABD güdümlü pkkistan yaratılmak istemekte, bu amaçla bölgedeki Türkmenler ve Araplar Türkiye’ye göç ettirilip, hem ülkemizde hem de Fırat’ın doğusunda etnik harita değiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu durumun gözler önünde açık açık sergilenmesine rağmen, Türkiye’de barış, kardeşlik söylemleriyle mülteci sevicilik vatana ihanetten başka bir şey değildir.

Yine yakın tarihlerde sosyal medya üzerinden paylaşım yapan bir Suriyeli iki ayrı resimle Türk ulusunun değerlerine hakaret edildi. Ve dün İstanbul’da gerçekleşen mitingde, İstanbul Valiliğinin aldığı sevk etme kararına yönelik protestolar gündeme geldi. Protestoda, Suriyelilerin gitmesi taraftarı olan, Türk halkının büyük çoğunluğu “faşist” olarak hedef gösterilip, belli şahıs ve kurumlara linç kampanyası güdüldü. Bunun karşısında etkin müdahalelerin olmaması bir hayli şaşırtıcı… Bu noktadan itibaren bu soruna verilecek tek öneri; Suriyelilerin, özellikle toplum içerisinde suça karışıp huzursuzluğa neden olanlardan başlanıp, bir bir ülkelerine; Türk Ordusu’nun Kuzey Suriye’de temizlediği bölgelere göndermek olacaktır.

Sonuç olarak;

Türk egemenliğinden çıkmasından itibaren tarihini, sorunlarını, toplumsal-etnik yapısını incelediğimiz bu yazıda, Suriye’de bugün yaşanan sorunların aslında manda yönetiminin uygulamalarına kadar dayanan geçmişi olduğu görülmüştür. Öyle ki; Fransız mandası altında konfederasyon halinde örgütlenen ülke fiilen birbirinden bağımsız 4-5 parça halinde soyutlanmış biçimdeydi. Bağımsızlığın kazanılmasından sonra da iktidarın yüzde onluk azınlık olan Nusayri mensuplarının elinde olması, Arapların XIX. yüzyıldan beri hayalini kurduğu demokrasiden bir hayli uzaklaştırmıştı. Esed rejimi döneminde baskıcı politikalar masum halkı ayaklandırmakla birlikte fırsatçıların da ekmeğine yağ sürmüş ve yüz yıl öncesinin Türk yurdu Suriye bugün bu duruma düşmüştür. Tarihi bağlarımızın yanında azımsanmayacak kadar Türkmen nüfusu ile de Suriye’yi ülkemizin, özellikle de biz Türk milliyetçilerinin yakından takip etmesi gerekmektedir.

[1] DEVLET ARŞİVLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, “Osmanlı Belgelerinde Suriye” Yayın Nu: 129, s.5

[2] Mehmet Akif Okur, “Emperyalizmin Ortadoğu Tecrübesinden Bir Kesit: Suriye’de Fransız Mandası” bilig  Kış/2009 , sayı 48: s.138

[3] Okur, “Emperyalizmin Ortadoğu Tecrübesinden Bir Kesit: Suriye’de Fransız Mandası” s,140

[4] Ömer Osman Umar, “Suriye’de Fransız Emperyalizmi” Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:12, Sayı:1, ELAZIĞ-2002, s.300

[5] Umar, “Suriye’de Fransız Emperyalizmi” s.301-302

[6] Erdal İnce, “Suriye’de Baas Rejiminin Kuruluşu ve Türkiye” Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Dergisi, 2017 Yaz, s.261

[7] http://www.hatayvakfi.org.tr

[8] Okur, “Emperyalizmin Ortadoğu Tecrübesinden Bir Kesit: Suriye’de Fransız Mandası” s,150-152

[9] Fahri Maden, “Suriye’nin Türkiye Geçmişi” Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2014, yıl 103, sayı 317

[10] Fahri Maden, “Suriye’nin Türkiye Geçmişi” s.270-271

[11] Fahri Maden, “Suriye’nin Türkiye Geçmişi” s.273

[12] Türel Yılmaz Şahin, “Suriye’de Baas Yönetimi” Mülkiye Dergisi, 2011, cilt 35, sayı 272, s.107

[13] Şahin, “Suriye’de Baas Yönetimi” s.109-111

[14] Çağatay Özdemir, “Suriye’de İç Savaşın Nedenleri: Otokratik Yönetim mi, Bölgesel ve Küresel Güçler mi?” Bilgi 2016 kış, 81-102  s.88

[15] Fahri Çakı, “Arap Baharı: İslam Üzerine Söylemsel Dönüşümün Habercisi Mi?” dergipark.org.tr, s.125

[16] Şahin, “Suriye’de Baas Yönetimi” s.113

[17] Özdemir, “Suriye’de İç Savaşın Nedenleri: Otokratik Yönetim mi, Bölgesel ve Küresel Güçler mi?” s.90

[18] Fatih Muslu, “Suriye İç Savaşında Esed’in Rolü, Konumu ve Geleceği” SETA, Haziran 2018, s.15-16

[19] Mehmet Turan Çağlar, “Türkiye’de Dış Politika Krizlerinde Karar Verme ve Kriz Yönetimi Süreç Analizi” TÜBİTAK 1001 Projesi Proje No. 112K172, s.3-4

[20] Çağlar, “Türkiye’de Dış Politika Krizlerinde Karar Verme ve Kriz Yönetimi Süreç Analizi” s.5

[21] Çağlar, “Türkiye’de Dış Politika Krizlerinde Karar Verme ve Kriz Yönetimi Süreç Analizi” s.7-9

[22] Çağlar, “Türkiye’de Dış Politika Krizlerinde Karar Verme ve Kriz Yönetimi Süreç Analizi” s.10

[23] Çağlar, “Türkiye’de Dış Politika Krizlerinde Karar Verme ve Kriz Yönetimi Süreç Analizi” s.22-25

 

[24] Ayrıntılı bilgi için: https://www.stratejikortak.com/2018/08/firat-kalkani-harekati.html

[25] Ayrınıtılı bilgi için: https://www.diplomatikstrateji.com/afrinde-operasyonu-basladi-7-baslikta-harekatin-detaylari/

[26] https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Koçeroğlu

okur-yazar