Dertlerime sızmış kahkahalar
Beyhude ümitlerimin anatomisi
Yirmili yaşlarımın son fotoğrafı
Ne garip değil mi?
Papyonda yok fotoğrafta, kravatta
Ayakta duran ceset gülerken ağlamakta
Boğuluyorum, yolu bulamıyorum
Nefes neydi neredeydi bu fanusta
Ne hava ne tahta, tragedia
Hani şeytanı yenmiştik Fausta
Bu ne lahana turşusu
Birinin ölümü bir diğerinin kurtuluşu
Unuttun mu uçuşu, düşlerle geceden kalma
Bol limonlu mercimek çorbası getirmiş Lokman Amca
Sabahın Altısında
Çatal düz mü masadaki örtü ütüsüz mü?
Her şeye karışan görgüsüz anksiyetem
Hortladı birden
Bilmezdim yaşamayı delirmeden
Senden alamadığım başım belli ki bu yüzden, Olabildiğince karışığım
Askıda eskimiş çamaşırım kırışmış yaşım
İşte ben buradayım
Ya sokak boş ya da çok ıssız benim kalabalığım
Çıldırdım
Haber yok hala Beyrutlu Azizeden
Kızıl aktı gözyaşlarım, kesiksiz yanaklarımdan
Kalktım kırk yıldır yattığım yerden
Tavlumbazda makarna yaptım
Buğulandı ve ağladı cam
O cansız yuvarağa nasılda öyle sarıldım
Yandım yanıldım, boşuna yalnuk konulmadı adım
Nasıl unuturum
Daha önce de portakal kabuklarıyla sınanmıştım
Soba bir düşman değilken henüz kafamdaki şemada
Semada, binlerce hikayesi var yanılgının
Muhakkak ilgisi olmalı aşkla
En acılarının
Yaş aldıkça yaşadıkça
Hiçliği daha ağır basıyor terazide insanın
Ah gençlikte ölümler aşan cehalet
Her seferinde aynı hevesle giydiğim ceket
Astarını yırttı bu kez
Sınıfa değilde üç ayağa girdiğimi görünce
Çekip gitti ruhum bir lahiya bırakarak ardında
Herkes burada Didem Madak, Nietzsche, Nilgün Marmara
Ah… Dedim sonra
Ne olurdu en başından başlayaydım yaşamaya
Kısa pantolonumla
Kiremit renkli kocaman cepkenli bir gülümseme olarak
O mavi göğün altında kızara kızara
Koşuştururdum akşam ezanına değin
Ne güzeldi ekmek arası Süleyman abinin
En güzel şeydi misketten gözlerimizde
Elleriyle bastırdığı ekmek
Yirmi beş kuruşa link yirmi beş kuruşa piknik
Çizgideki taşı almaktan ibaretti başarmak
Teraviden önce saklanbaç ya da kaleden kaleye maç
Ve atlayabileceğim kadardı çamlığın duvarları
Günahı neydi diye sorardım kendi kendime
Erik basmanın zira çalmak demezdik ona
Düşünürdüm dünyanın döndüğünü bilmeden
Dönünce başımın üstündeki orak
Kalemi tuttuğum sağ el topa vurduğum sol ayak
İşte sadece bunlardan ibaretti dünya
Ve sadece oyun olduğu zamanlardı adam asmanın
Gerçi izlemiştim Saddamı mahkemede korkarak
En büyük suç bir iki üç, yirmiden önce bakmanın
Mahcubiyet sayıldığı masum bir dünyaydı bizimkisi
Her gün yüzlerce çocuğun ölüsüyle bezenen canavarların
Ayakta alkışlanmadığı bir dünya
Alışamadım ben bu tiyatroya
Bozkırlıyım belki ondan insanım belki ondan
Dağlarda kaldirik toplardık gün boyu
Tahtadan silahlarımızla gülerdik ölüme, inanmazdık
İyi hatırlıyorum
Su deposunun yosunlu çatısında
Alaaddinin halısına binerdik
Kıtaları aşardık
Kırmızı gözlü güneşi görünce ufukta
Topuklarımıza vura vura, evlere koşardık
Salçalı ekmek, ikindi çayı, kurbağaların suya karışan senfonisi
Ateş böcekleri, ramazan akşamları
Kokusu bacalardan tüten ekmek
Komşuluk, emek
Yok artık, elde değil delirmemek
Kırkdört santim fanustan önce
Nefes almak yaşamaktı beraberce
Belki de, biz, bilincine varmadan
Bu dünyanın son yaşayanlarıydık
Gönlümüzce öylece…

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Muhammet Cihat Dizdaroğlu

Latest posts by Muhammet Cihat Dizdaroğlu (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

You may also like