(1207-1273)

                      Mevleviyye tarikatının kurucusu, mutasavvıf, âlim ve şair.

 Otuz eylül bin iki yüz yedi yılında Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi. Mevlânâ, Mes̱nevî’nin girişinde adını Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kaydetmiştir. Lakabı Celâleddin’dir. “Efendimiz” anlamındaki “Mevlânâ” unvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. “Sultan” mânasına gelen Farsça “Hüdavendigar” unvanı da kendisine babası tarafından verilmiştir. Ayrıca doğduğu şehre nisbetle “Belhî” olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği Anadolu’ya nisbetle “Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî” ve müderrisliği sebebiyle “Molla Hünkâr, Mollâ-yı Rûm” gibi unvanlarla da zikredilmektedir.[1]

Hüdavendigar’ın babası Bahaddin Veled’in soyunun Hz. Ebû Bekir soyundan geldiği belirtilmekte ve el-Cevâhirü’l-muḍıyye’de Hz. Ebû Bekir’e varan şecere kaydedilmektedir. Babası Belh’e yerleşmiş bir ulemâ ailesine mensuptu ve “sultânü’l-ulemâ” unvanıyla tanınmıştı. Öte yandan Eflâkî, Bahâeddin Veled’in bir sözüne dayanarak onun soyunun anne tarafından Hz. Ali’ye ulaştığını söyler. Hüdavendigar’ın Mesnevisin de bir beytin de;

“Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim.

Sizin mahallenizde evimi arıyorum.

Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim.

Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türk’tür”

Aslının Türk olduğunu yazması kafaları da karıştırmıştır. Kimi alim Türk kelimesiyle ırkî mensubiyetin kastedildiğini savunanların yanında bazıları kelimenin burada farklı anlamlara geldiğini, bir kısmı da bununla Türk ırkına ruh yakınlığının kastedildiğini ileri sürmüştür.

Hüdavendigar henüz beş yaşındayken babası, ailesini ve müridlerini alıp Belh şehrinden göç etmiştir. Bir çok kaynakta nasıl ve neden olduğu anlatılsa da çelişkiler oldukça fazladır. Kimi belgelerde Moğol sebebi, kimi belgelerde manevi bir işaret sonucu göç ettiği yazmaktadır. En hakiki rivayet ise Hüdavendigar’ın oğlu sultan veledin İbtidaname eserinde Bahaeddin Veled’in Hicaz’dan Rum diyarına geldiğini ve Sultan Alâeddin Keykubad’ın onu Konya’da ziyaret ettiğini kaydetmekle yetinmiştir. Hüdavendigar’ın fihi ma fih adlı eserinde Harzemşah’ın Semerkant’ı kuşatması sırasında orada olduklarının anlaşılması yolculuk sırasında önce Semerkant’a gittiklerini göstermektedir. Ayrıca Bahaeddin Veled’in yol üzerinde bulunan Nişabur şehrine uğradığı, burada Feridüddin Attar’ın kendilerini ziyaret ettiğini kaynaklardan biliyoruz. Şöhreti duyulan Bahaddin Veled’le Feridüddin Attar koyu muhabbetler etmiş hoşnut olmuştur fakat asıl onun oğlu Hüdavendigar içinde derin izler bırakmıştır. Hatta Feridüddin Attar’ın tasavvufî mesnevisi olan Esrarname’yi Hüdavendigar’a hediye ettiği de belirtilmektedir.  Devletşah’a göre bu görüşmede Feridüddin Attar Mevlânâ için babasına, Bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek, âlemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler salacaktır demiştir. Bu seyahat sonrasın da Şam’a geçen ve orada Şeyh-i Ekber (Muhyiddin İbnü’l-Arabî) ile yapılan uzun, koyu sohbetten sonra baba oğul oradan da ayrılır. Arkalarından bakarken İbn Arabi Hüdavendigar’a hayretler içinde bakarak: Allah, Allah! Ne hikmetti? Bir derya, bir ırmağın peşine düşmüş gidiyordemiştir. Bu seyahatlerden sonra ikili Rum diyarına gider ve yaşı gelen Hüdavendigar burada Gevher Hatun ile evlenir. Bu evlilikten ise Sultan Veled ve Alaaddin adlı iki oğlu olur. Gevher Hatunun vefatı sonrası Konyalı İzzeddin Ali’nin kızı Kira Hatun’la evlendi. Dul olan ve Şemseddin Yahyâ adında bir de çocuğu bulunan bu hanımdan Emir Muzafferüddin Âlim Çelebi ve Melike Hatun dünyaya geldi. [1]

Bahaeddin Veled, Konya’da Altınapa (Altun-aba/Altunpâ) Medresesi’nde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra 18 Rebîülâhir 628 (23 Şubat 1231) tarihinde vefat etti. Bu sırada yirmi dört yaşında olan Mevlânâ babasının yerine geçip müderrislik yapmaya başladı. Ertesi yıl Mevlânâ’nın çocukluğu sırasında terbiyesiyle meşgul olan, Bahaeddin Veled’in müridlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi şeyhini ziyaret etmek için Konya’ya geldi, ancak burada şeyhin öldüğünü öğrendi. Seyyid Burhaneddin’in daha önce şeyhinin vefatından haberdar olduğu, rüyasında Bahaeddin Veled’in kendisine oğlunu irşad etmesini söylediği için Konya’ya geldiği de kaydedilmektedir. Seyyid Burhaneddin Hüdavendigar’a gelişmesinde eşlik edecekti lakin delikanlı, bütün bilgilerde inanılmaz bir maharet sahibiydi. Ancak işlenmemiş maden gibiydi. Tirmizi Burhaneddin Hüdavendigar’a: “Bilgide eşin yok, gerçekten seçilmişsin amma, baban hal ehliydi. Yani sözle değil, yaşayarak olmuş ve ermişti. Sen sözü bırak, onun haline sahip olmaya bak. Benim arzum, senin benim önümde halvet çıkarmandır” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ, Seyyid Burhaneddin’e mürid olup, bir süre çile hayatı yaşamıştır. Her çile kırk gün üç defa sürmüş ve her kırk günün sonunda Seyyid Burhaneddin Tirmizi Hüdavendigar’ı kontrol etmiş her gün sonunda farklı haller zuhur etmişti. Çile hayatı bittikten sonra Hüdavendigar artık hal dilini de anlamış ve yaşamaya adım atmıştır. Böylelikle Hüdavendigar Seyyid Tirmizi’ye dokuz yıl mürid olmuştur, hizmet etmiştir. Mevlânâ’nın Arap dili ve edebiyatı, lügat, fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilimler başta olmak üzere aklî ve naklî ilimlerden icâzet aldığını söyleyen Sipehsâlâr onun Şam’da Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sa‘deddîn-i Hammûye, Osmân-ı Rûmî, Evhadüddîn-i Kirmânî ve Sadreddin Konevî ile uzun müddet sohbet ettiğini belirtir. [1]

Hüdavendigar şeyhi olan Seyidin Burhaneddin’i çok severdi. Şeyhi bir yere gitse Hüdavendigar bu ayrılığa razı olmazdı. Rivayet odur ki bir gün Seyyid Burhaneddin Kayseri’ye gidecekmiş fakat attan düşüp ayağını kırmıştı. Seyyid Burhaneddin Hüdavendigar’ı görünce tatlı tatlı sitem etmiş: Ne güzel mürid! Mürşidinin ayağını kırıyor! Neden bana izin vermiyorsun gideyim?” Hüdavendigar cevap vermiş:” Neden beni bırakıp gitmek istiyorsun?” Burhaneddin’in cevabı da şu oluyor: “Buraya kuvvetli bir aslan yöneldi. Senin üzerinde işim bitti. Fakat ben de bir aslanım! Olabilir ki birbirimizle geçinemeyiz, seni müşkülde bırakırız. Onun için ben gitmek istiyorum.” [2]

ŞEMS-i TEBRİZİ’NİN HAYATINA GİRİŞİ

Hüdavendigar bu sözden sonra Allah’a yönelip yanıp yakılarak, dertlere düşerek beş yıl riyazet çekerek, arayış içerisindeydi. Kül olmaya az kalmıştı. Artık aç, susuz, uykusuzdu günleri. Bu bir uyanış dönemiydi, beklediği aslan için hazırlanıyordu. Ve beklediği haber gelmiş, küllerinden doğup tekrardan yeşermişti Hüdavendigar. O gelmişti, gönül yangının damlası, hakikate ulaşmasındaki vasıta, köprü… Onun adı Şemsi Tebrizi idi.

Şems-i Tebrizi bir çok yer dolaştığı için “Şems-i Perende” (uçan şems) diye anılan zat ise Hüdavendigar gibi arayış içerisindeydi. Hayatı boyunca dolaşıp ona hitap edecek, güneş gibi tekrardan doğacak, filizlenip ilmini yeşertecek bir zata ihtiyacı vardı. Gittiği her yerde oranın önemli zatı görülen kişiye bir tek soru sorup onu tatmin edeceği cevabı arayarak bulmak istedi. Ama şu zamana kadar karşısına tatmin edici bir cevap çıkmamıştı. Bir manasında ise aradığının “Rum ülkesinde” bulacağı gösterilmiştir.. Üçüncü bir rüyasında ona “ Daha vakit gelmedi! Her şey deminde olur, beklemek gerek” dendi. Demini bekleyen, dostunu aramak için Şems-i Tebrizi yola çıkmıştı. Gözleri yaşlı Allah’a: Ey Allahım! Onun mübarek yüzünü artık bana göster” diye feryad edince, bir ses; “bunun şükranesi olarak bana ne verirsin? Şems: onu bana göster, başım yoluna kurban!”… bu konuşma sonrasında yollar artık ona açılmıştı. Hüdavendigar ile karşılaşması hakkın da kaynaklarda iki rivayet vardır. Birincisi, Sipehsâlâr, bir gece Konya’ya gelip Pirinççiler Hanı’na yerleşen Şems-i Tebrizi’nin sabahleyin hanın önündeki sedirde otururken oradan geçmekte olan Mevlânâ ile göz göze geldiğini, ilk manevi etkinin bu şekilde gerçekleştiğini, Mevlânâ’nın hemen karşısındaki bir sedire oturduğunu, uzun müddet hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını, ardından Şems’in söze başlayarak Bayezid-i Bistami’nin, Hz. Peygamber’in kavunu nasıl yediğini bilmediği için ona bağlılığı sebebiyle ömrü boyunca hiç kavun yemediği halde, “Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir”; “Cübbemin içinde Allah’tan başka kimse yoktur” gibi sözler ettiğini, Hz. Muhammed’in ise, “Bazan gönlüm bulanır da o sebeple ben Allah’a her gün yetmiş defa istiğfar ederim” dediğini ve bunları nasıl yorumlamak gerektiğini sorduğunu kaydeder. Hüdavendigar, cevap olarak Bâyezîd’in kâmil velilerden olmakla birlikte çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince bunu yukarıdaki sözlerle ifade etmeye çalıştığını, Resul-i Ekrem’in ise her gün yetmiş makam geçtiğini, ulaştığı makamın yüceliği yanında bir önceki makamın küçüklüğünü görünce daha önce o kadarla yetindiğinden dolayı istiğfar ettiğini söylemiş, bu cevabı çok beğenen Şems-i Tebrîzî ayağa kalkarak Mevlânâ ile kucaklaşmıştır (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 126-127). [1]

İkincisi ise, Eflâkî’ye göre ise Şems-i Tebrizi Konya’ya geldiğinde Şekerciler Hanı’na yerleşmiş, Mevlânâ, ders verdiği dört medreseden biri olan Pamukçular Medresesi’nden talebeleriyle birlikte ayrılıp katır üzerinde giderken Şems ansızın önüne çıkmış ve katırın gemini tutarak, “Ey dünya ve mana nakitlerinin sarrafı, Muhammed hazretleri mi büyüktü yoksa Bayezid-i Bistami mi?” diye sormuş, Mevlânâ, “Muhammed Mustafa bütün peygamberlerin ve velilerin başıdır” diye cevap verince Şems, “Peki ama o, ‘Seni tesbih ederim Allahım, biz seni lâyıkıyla bilemedik’ dediği halde Bayezid, ‘Benim şanım ne yücedir. Ben sultanların sultanıyım’ diyor” demiş, bunun üzerine Mevlânâ, “Bayezid’in susuzluğu az olduğu için bir yudum su ile kandı; idrak bardağı hemen doluverdi. Halbuki Hz. Muhammed’in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı (el-İnşirah 94/1). Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah’a daha çok yakın olmak istiyordu” diye cevap vermiş, Şems bu cevabı duyunca kendinden geçmiş, bir müddet sonra birlikte yaya olarak medreseye gitmişlerdir (Menâḳıbü’l-ʿârifîn, I, 86-87; II, 618-620). [3]

İki denizin kucaklaştığı o noktaya, onların yolunun yolcuları: “Denizlerin kavuştuğu yer” anlamına gelen Merecel Bahreyn adını verdiler. Hüdavendigar’la Şemsin dostluğunu Sultan Veled de Musa-Hızır dostluğuna benzetmiştir. İkisi de bu zamana kadar kimse tarafından anlaşılamamıştır. Rivayet odur ki Şems: “Benim Tebriz’de Ebubekir adlı şeyhim vardı. Sepet örer, satardı. Ondan, pek çok şey öğrendim. Fakat bende bir şey vardı ki, şeyhim onu görmüyordu. Zaten hiç kimse de görmemişti. İşte, onu Hüdavendigar’ım Mevlana gördü!” Hüdavendigar’ın Şems ile olan bu manevi yolculuğu onların zamandan, dünyadan uzak bir hale getirmişti. Bu iki dost sürekli beraber muhabbet halinde idiler. Şemsin batini ilmi ile Hüdavendigar’ın zahiri ilmi buluşunca ortaya bilinmeyen sırlar çıktı. Perdeler ortadan kalktı. Birbirini Hak yolunda tamamlayan o iki cevher buluşmuştu. Hak yoluna çıkan iki dosta bu dünya dar gelmişti. Birbirlerinin içine dökülüyor, zindan olan ruhları birliğe erişiyordu. Konuştukları her saniye zaman duruyor, musiki eşliğinde yaptıkları semalar, sohbetler ve bilinmeyen daha nice hakikatleri tatmışlardır. Mürşid olan Hüdavendigar artık mürid olmuştu. Yanlarına Sultan Veled ile Şeyh Selâhaddin-i Zerkûb’dan başkası giremiyordu. Hüdavendigar’ı görmek isteyenlere Şems izin vermiyordu. Gelenlere sorguya çeker, tatmin edici cevap verilmediği taktirde Hüdavendigar ile görüştürmüyordu. Hüdavendigar’ın Şemse olan bağlılığı Konya halkını da hayrete düşürdü. Vaizler, dersler, kitaplar, sohbetler artık olmuyordu. Halk bu dervişin bizden sonra gelip nasıl olurda Hüdavendigar’ı bu hale getirdiğini düşünmekten kendilerini alamamışlardır. Bunun üzerine Şems, Hüdavendigar’ın müridlerinin bu halde olduğunu görünce çözümü orayı terk etmekte buluyor. Hüdavendigar Şems’in gidişi ardından yasa boğuluyor. Müridleri ayrı kalırlarsa eski sohbet dolu günlerimize döneriz sandılar fakat dostunu, kaybetmenin acısı Hüdavendigar’ı derslere bağlamak yerine divane olmuştu. Bir parçası değil zerresine kadar yoktu Hüdavendigar. Umman da tek başına çaresiz kalmıştı. Yol ona görünmüyor, tükenmişlik iliklerine kadar zuhur etmişti. Hüdavendigar bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, “hindibari” denilen kumaştan bir ferecî (önü açık hırka) yaptırdığını, başına bal renginde yünden bir külâh geçirip üzerine şekerâvîz tarzında sarık sardığını ve öteden beri dört haneli olan rebabı altı haneli yaptırarak sema meclislerini başlattığını söyler. Hatta rivayet odur ki sema ilk olarak Hüdavendigar’ın matem giysisini giyip kuyumcular çarşına indiğin de ortaya çıkmıştır. Sessiz sedasız çarşıda dolaşan Hüdavendigar kimseyi görmüyor ve duymuyordu. Çarşıda o sırada çekiç ile altın döven çalışanlar vardı. Çekiç seslerinden öyle ahenkli bir musiki çıkıyordu ki Hüdavendigar cezbe geldi ve sema yapmaya başladı. Sema sonrasında Hüdavendigar yakasını tutmuş sesin ahengiyle Kainat nizamı, bu nizamda güneş başta olmak üzere tüm gezegenler bir bir gözünün önünde belirdi. İşte Şems tam ortada duruyordu. Her şeyin merkezi Şems idi. Hüdavendigar da zaten bu merkeze, güneşin cezbesine tutulmuştu. Bu yüreğinin yangınlığını yalnızca yangının söndürmesini gerektiğini biliyordu.

Hüdavendigar Şems’iz olmaya daha fazla dayanamayarak oğlu Sultan Veled’den Şemsi bulup getirmesini istedi. Buldu ve Şems oğluyla beraber geldi. Bu sefer Hüdavendigar’ın medresesinde ki hücrede altı ay boyunca marifetullaha dair sohbet ettiler. Tekrardan Hüdavendigar’ın müridler ve halk arasında dedikodular arttı. Hüdavendigar durumun vehmini idrak etmeye başlamıştı. Karar verdi ve Şems’i evlatlığı olan Kimya hatun ile evlendirdi. Müridler ve halk tekrar dedikodu yapmaya başlayınca Şems, Sultan Veled’e ilim ve irfanda eşi benzeri olmayan Hüdavendigar’dan kendisini ayırmak istediklerini, bu defa ortadan kaybolduktan sonra kimsenin izini bulamayacağını söyledi ve bir gün ansızın kayıplara karıştı. Eflaki, Şems kaybolmadan önce kendisine suikast teşebbüsünde bulunulduğunu söyler. Şems, Hüdavendigar ile sohbet ederken yedi kişilik bir grup hücrenin önüne gelmiş, içlerinden biri Şems’in dışarıya çıkmasını istemiş, Şems de Hüdavendigar’a, “Beni öldürmek için çağırıyorlar” deyip çıkmış, o anda Şems’e bir bıçak saplanmış, Şems şiddetli bir nâra atıp kaybolmuş, ardından birkaç damla kandan başka bir şey görülmemiştir. Eflaki’nin aktardığı bir rivayete göre Şems suikast sırasında öldürülüp cesedi bir kuyuya atılmıştır. Şems bir gece Sultan Veled’e rüyasında atıldığı kuyuyu bildirmiş, Sultan Veled müridleriyle onu kuyudan çıkarıp Hüdavendigar’ın medresesine, medresenin mimarı Emir Bedreddin’in yanına defnetmiştir. Eflaki’nin kaydedip daha sonra Cami’nin de zikrettiği diğer bir rivayete göre ise Şems’in kabri Bahaeddin Veled’in yanındadır. Devletşah, Şems’i Hüdavendigar’ın oğlu Alâeddin’in öldürdüğüne dair halk arasında bir söylentinin yayıldığını, ancak bunun kesinlikle doğru olmadığını ifade eder. [3]

Daha sonra Hüdavendigar yanan bu gönlünü biraz da olsa Selâhaddin-i Zerkûb’a da ferahlattı. Sultan Veled bu konuda: “Hüdavendigar’ın coşkunluğu onun sayesinde yatıştı” der.” Onun irşadı, başka çeşitti. Vergisi, herkesten fazlaydı. Başkasından yıllarsa sürede elde edilen şey, ondan bir nefeste elde edilirdi. Dilsiz, dudaksız sırlar söyler, dile getirmeksizin mana incileri derler. Kulaklar, bir harf duymadan, bir ses işitmeden, ondan faydalanırdı. Sözleri gönülden gönleydi.”… Sultan veled, Selahaddin Zerkubi’nin kızı Fatma Hatun ile evlenmişti. Hüdavendigar manevi dostluğunu dünya akrabalığı ile de sağlama aldı. Selâhaddin-i Zerkûb on yıl sonra vefat edince Hüdavendigar, hilâfet makamına müridlerinden İbn Ahî Türk diye de tanınan Urmiyeli Hüsameddin Çelebi’yi geçirdi. Sultan Veled babasının Şems-i Tebrizi’yi güneşe, Selâhaddin-i Zerkûb’u aya, Hüsameddin Çelebi’yi de yıldıza benzettiğini ve onu meleklerle aynı mertebede gördüğünü kaydeder. Hüsameddin’in hilafetinden dokuz on yıl sonra Hüdavendigar rahatsızlanarak on yedi aralık bin iki yüz yetmiş üç yılında vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma vakti olarak tanımlaması sebebiyle ölüm gününe “şeb-i arûs” (düğün gecesi) denmiş ve ölüm yıl dönümleri bu adla anılagelmiştir.

“Bizim ölümümüz ebedi bir düğündür, aslında ölüm Allah’ın nuruyla diri olan kişinin ruhuna beden zindanından kurtuluş yardımıdır.” – Divan-ı Kebir

DÜŞÜNCELERİ

Hüdavendigar’ın tasavvuf anlayışı alemi birlemek, yaratılan her varlığın bir de var olduğunu, benlik davasının ortadan kalktığı vahdet-i vücud düşüncesidir. İman-küfür, hayır-şer gibi ayırımlar bize göredir, Allah’a nispetle hepsi birdir. [4] Ona göre ikilikten kurtuluş kulun kendi varlığından soyutlanmasıyla gerçekleşir. Yani benlik davası gütmekten vazgeçmektir. Hakikate ulaşmak, onda birlenebilmektir. Yediğin, içtiğin, yaptığın her şey, dünya da aldığın her nefes onunla bir olmayı idrak etmektir. Hüdavendigar bu konuda şu sözleri zuhur etmiştir:

“Ne ben benim, ne sen sensin, ne de sen bensin;

 Ben ise yine benim, sen ise sensin, hem de bensin,

 Ey saklı güzel! Biz seninle o kadar bütünleşmişiz ki bilemiyorum,

 Sen mi bensin, ben mi senim?”

Hüdavendigar’ın Allah aşkından kastı Allah ile aradaki perdenin kalkması ve bir olmasıdır. Aslında Şems’te gördüğü de buydu. Onun Allah’a kavuşmasında, kendisini Allah’ta birleme noktasında Hüdavendigar’a yardım eden, anlayan, yargılamayan tek kişi yalnızca Şems idi. Hüdavendigar Hak’ta birlenme konusunu şöyle izah etmiştir:

“Bizim Mesnevi’miz vahdet dükkânıdır. Onun içinde birden başka ne görürsen o puttur.”

“İnsanın varlığında cisim ve mana birlik olmazsa hiçbir kıymeti olmaz.”

“Sen ki cisimlere takılmışsın, cisimi bırak da manaya talip ol! Çünkü mana olmadan cisim cansızdır. Eğer maneviyatta yükselmek istiyorsan mana âlemine vâkıf olan kişiler ile olmaya devam et. Sen bedenine gizlenmiş ruhuna bir anlam yüklemezsen, ruhun süslü bir kılıf içinde gizlenen değersiz bir kılıç gibidir.”

HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM

Hüdavendigar’ın hayatını üç kelimeyle ifade etmiştir. “Ömrümün hülasası sadece şu üç kelimedir; hamdım, piştim, yandım.”

İnsanın ilk doğum anı, kendini bilmeden önceki halidir hamlık. Tıpkı olgunlaşmamış bir meyve misali.. o hamlık tadını kimse sevmez, çünkü acı, ekşi sevimsiz bir tattır. Ama kimseden önce ham olan meyve de tıpkı insan gibi ne olduğunu anlayamaz. Ben kimim, neredeyim, neye aitim?… kafasında bir sürü soru var. Olgunlaşana kadar sabır ve tevekkül etmesi gerekiyor. Çünkü gün geçiyor kendini tanımaya, bilmeye, keşfetmeye başlıyor. Hangi dalın meyvesini olduğunu pişme yolundayken öğreniyor. Uzun ve meşakkatli yolda ona doğru yolu gösterecek olgunlaşmasını sağlayacak dostlar ışığında artık meyve nerenin dalı olduğunu idrak ediyor ve kendini buluyor. Nereden geldiğini bilip kendinin ne olduğu anlayınca yanmak işte o zaman başlıyor. (Nefsini bilen Rabb’ini bilir.) Bilinmezliğin, ilk ham olduğu yere, Hakk’a gitme çabası başlıyor bu kez de. Yandım hali aslında insanın ham iken idrak edemedikleri o sonsuzluk oluyor. Her varlığın, nefesin, sesin, nefsin tevhid noktasında birlendiği merkez. İşte Hüdavendigar da bu merkeze ulaşmanın tarifinde hayatını üç aşamada izah ediyor.

Kul kendi benliğinden, nefsinden, kemik ve deriden oluşan bu bedeninden vazgeçip içerisine baktığında, onu hamlıktan getirene teslim olduğunda asıl aslını göreceğini bir kez daha Hüdavendigar da görmüş oluyoruz. İnsan, içerisindeki maddi varlıktan ziyada mana varlığından haberdar olması gerektiğini şu sözleriyle de vurgulamıştır:

“Sen görünüşte bu alemde küçük bir şeysin ama taşıdığın mana bakımından en büyük alem seninsin.”  MEVLANA

MEVLEVİYYE

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye (ö. 672/1273) nispet edilen tarikattır. Silsile halinde 1944 e kadar tekkenin başında çeşitli şeyhlerin bulunduğu ve Mevlana’nın sohbetlerini, mesnevilerini ele alan, bir çok fakire kol kanat geren ev olmaktan ziyade; musiki, edebiyat, fıkıh, kelam, hadis, felsefe tarihi, mezhepler- dinler tarihi, şiir, usul, adap, neyzen, imam, katip gibi bir çok mesleğe ve derse hitap eden bir tekkedir. Mevlevîlik’te tarikatın esası aşk, mârifet ve hizmettir. Tarikata girmek isteyen tâlip, gusül abdesti aldıktan sonra muhib veya çilekeş can olmak için şeyhe gelir, şeyh onun muhiblik müracaatını kabul ederse başını çekip dizine koyar, sikkesini giydirir, tekbir getirir ve her ikisi de Fâtiha’yı okuduktan sonra birbirlerinin sağ elini aynı zamanda tutup kaldırarak parmaklarının üzerini öperlerdi (görüşme). Böylece nevniyaz adıyla muhibbân arasına katılan tâlip şeyhin görevlendirdiği dededen tarikat âdâbını öğrenmeye başlardı. Bilinenin dışında yalnız da Konya’da değil Anadolunun her yerine yayılmış Mevlevihane dergahları da bulunmaktadır. [5]

MEVLANA TÜRBESİ ve MÜZESİ, KONYA

Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlâna Dergâhı‘nın yeri, Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi iken bahçe, Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlâna’nın babası Sultânü’l-Ulemâ Bâhaeddin Veled‘e hediye edilmiştir. Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 tarihinde vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Sultânü’l-Ulemâ’nın ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlâna’ya müracaat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlâna “gök kubbeden daha iyi türbe mi olur” diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled, Mevlâna’nın mezarı üzerine türbe (“Kubbe-i Hadra” Yeşil Kubbe) yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. [6]

Günümüzde halen Konya da bulunun Mevlana müze ve türbesine yurt içi yurt dışı ziyaretler devam etmektedir. Mevlana müzesinde ise Mevlana’ya ve Mevlevîliğe ait eserler ile el yazması kitaplar, levhalar, kandiller ve mûsıkî âletleri sergilenmektedir. Müzede bulunan ihtisas kütüphanesi 1854 yılında Postnişin Mehmed Saîd Hemdem Çelebi tarafından kurulmuştur. Kütüphanede Selçuklu, Karamanoğulları ve Osmanlı dönemine ait 2 bin 756 cilt içinde 4 binin üzerinde el yazması eser bulunmaktadır. UNESCO İnsanlığın Sözlü ve Somut Olmayan Kültürel Mirası Başyapıtları Programı çerçevesinde 2005 yılında Başyapıt olarak ilan edilen Mevlevî Semâ Töreni, 2008 Yılında UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesi’ne ülkemiz adına kaydettirilerek tüm dünyaya tanıtılmıştır. [6]

ESERLERİ [7]

Mevlânâ’nın şiirleri ve mektupları arasında Arapça olanlar bulunmakla birlikte eserleri Farsça’dır.

  1. Dîvân-ı Kebîr(Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî)

Gazel ve rubâîlerden meydana gelen eser çok geniş bir hacme sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr, gazellerde genellikle Şems, Şems-i Tebrîzî mahlasları kullanıldığından Dîvân-ı ŞemsDîvân-ı Şems-i Tebrîzî adıyla anılmaktadır. Şiirlerin çoğu Mevlânâ’nın Şems ile buluşmasından sonraki döneme aittir. Gazellerde mahlas olarak Selâhaddin (Selâhaddîn-i Zerkûb), Hüsâmeddin Çelebi isimlerine de rastlanır.

  1. Mes̱nevî-i Şerif

Mesnevi’nin dili Farsçadır ve toplam altı ciltten oluşmaktadır. Mevlâna Müzesi’nde teşhir edilen 1278 tarihli el yazması en eski Mesnevi’de, beyit sayısı 25 618 olarak tespit edilmiştir. Mesnevi de bir çok kıssa, hikmet  konulu yazılar vardır. Peygamber Efendimizin hayatı, sahabeler; güzel ahlak, dürüstlük, terbiye, cömertlik, açık sözlülük, insan olabilmek gibi daha bir çok konuyu kıssa ve hikaye yöntemiyle bizlere öğütlemiştir. Bu konuları ele alırken kuran ve hadisler ışığında yazmıştır. Mesnevi’de tefsir ve hadis yanında; fıkıh, kelâm, tasavvuf, tarih, tıp gibi ilimlere ait konular, zamanın örf ve adetleri de yer alır. Tasavvufî düşüncenin bütün konularını içermekte ve İslâm kültürünün en önemli eserleri arasında sayılmaktadır. Diğer mesnevilerden ayırt edilmesi için Mes̱nevî-i MevlevîMes̱nevî-i Maʿnevî ve Mes̱nevî-i Şerîf gibi isimlerle de anılan eser müellifi tarafından “Keşşâfü’l-Ḳurʾân”, “Fıḳh-ı Ekber”, “Ṣayḳalü’l-ervâḥ” ve “Ḥüsâmînâme” gibi lakaplarla da adlandırılmıştır.

  1. Fîhi mâ fîh.

Mevlânâ’nın sağlığında oğlu Sultan Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen sohbetlerinin vefatından sonra derlenmesinden meydana gelmiştir. Mevlana’nın tasavvufi düşünceleri, sohbetlerde ettiği mürşid-mürid, cennet, cehennem, insan, ahiret, Allah, kitap ve  daha bir çok konuyu ele aldan bir eserdir. Altmış bir bölümden oluşmaktadır. Abdülbaki Gölpınarlı eseri Türkçeye çavirmiştir.

  1. Mecâlis-i Sebʿa.

Mevlânâ’nın vaaz ve sohbetlerinde yaptığı konuşmalardan oluşmaktadır. Bu konuşmalarda konuyla ilgili âyet ve hadislerin açıklanmasının yanı sıra Senâî, Attâr gibi şairlerin şiirlerine, Mes̱nevî’de anlatılan bazı hikâyelere ve Dîvân-ı Kebîr’den şiirlere de yer verilmiştir. Eser, Feridun Nafiz Uzluk tarafından Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ndeki 788 (1386) tarihli nüshası esas alınarak iki defa neşredilmiştir. İlkinde bir giriş yazısı ile Türkçe tercümesi bulunmakta (Ankara 1355), ikincisinde Uzluk’un 108 sayfalık notu ve M. Hulusi’nin Türkçe tercümesi yer almaktadır (Mevlânâ’nın Yedi Öğüdü, İstanbul 1937). Daha sonra Uzluk neşrinin İran’da ayrı basımı yapılmıştır (Tahran 1984). Kitabı ayrıca Rizeli Hasan Efendioğlu Türkçe’ye çevirmiştir (Mevlânâ’nın Yedi Öğüdüdür [tashih: Ahmed Remzi Akyürek], İstanbul 1937).

  1. Mektûbât.

Mevlânâ’nın değişik sebeplerle çeşitli kimselere yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Bunların arasında yakınlarına, çocuklarına ve müridlerine gönderilenler bulunmakla birlikte çoğu yöneticilere ihtiyaç sahiplerinin taleplerini bildirmek maksadıyla kaleme alınmıştır. Eser, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir nüshası (Nâfiz Paşa, nr. 1055) esas alınarak Feridun Nafiz Uzluk tarafından yayımlanmış (Mektûbât-ı Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1937), ardından bu matbu eserle Konya Mevlânâ Müzesi’ndeki (nr. 1102/52) nüshası karşılaştırılıp farklılıklar eserin sonuna eklenmiştir. Eseri Abdülbaki Gölpınarlı muhtelif kütüphanelerdeki altı nüshasına dayanarak Türkçe’ye çevirmiştir (Mektuplar, İstanbul 1963).

Mevlana Celaleddin Rumi hakkında bir çok detaylı bilgiyi İslam ansiklopedisi ve ulusal tez merkezlerindeki makalelerden ulaşabilirsiniz.

KAYNAKÇA

1)Neziha ARAZ- ANADOLU EVLİYALARI /1972 [2]

2)Mevlana- MESNEVİ-İ ŞERİF /1945

3)Sultan VELED- MAARİF

4)Selda KARAGÖL-MEVLÂNA’NIN MESNEVÎ-İ ŞERİF EKSENİNDE CENÂB-I HAKK’IN ZÂTI VE SIFATLARIYLA İLGİLİ GÖRÜŞLERİ,KONYA,2019 (E.T. 14.08.2023)

5)Elif YALÇIN- MESNEVÎ’DE KALB/GÖNÜL,2019 (E.T. 15.08.2023)

6)Saffet Nur ALHAN-MEVLÂNÂ’NIN TASAVVUF ÖĞRETİSİNİN TOPLUMA YANSIMASI, AĞRI,2022  (E.T. 17.08.2023)

7)MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-i RÛMÎ – TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr) (E.T. 14.08.2023) [1] [3] [4] [5] [7]

8) ŞEMS-i TEBRÎZÎ – TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr) (E.T. 16.08.2023)

9) MEVLEVİYYE – TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr) (E.T. 17.08.2023)

10) MEVLANA MÜZESİ | Kültür Portalı (kulturportali.gov.tr) (E.T. 17.08.2023) [6]

 

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Büşra Yıldız

Latest posts by Büşra Yıldız (see all)