Semboller başlangıçtan günümüze kadar gelmiş ve insanın soyutlama yeteneğiyle özdeşleşmiş işaretlerdir. Edebiyatta, sanatta, felsefede, mimaride ve mitoloji gibi pek çok dalda kendini göstermiştir. Örneği Göktürkçede D harfinin y, ay, yay olarak seslendirmesinin sebebi yarım aya ve ok atan yaya benzerdi ve bunlara yalnızca Türkler böyle ses verirdi.  Bu pek tabii güzel bir soyutlama örneği ve iyi bir sembolik anlatımdır. Türk mitolojisinde de sembolizme, arketiplere rastlamaktayız. Örneğin anaerkil dönemde iyi figür olan alkarısı/albız ateş ile özdeşleşirken, ataerkil döneme geçen Türkler al karısını evden kovmuş ve su sembolizmi ile özdeşleştirmişti. Evden çıkan geline, lohusa kadına kırmızı kurdele bağlanması ya da etrafına demir materyal bırakılması (ki bazı yörelerde bu erkek kıyafeti de olmaktadır) bu kişileri alkarısından koruma içgüdüsüyle yapılmıştı. Bir yakınımız vefat ettiğinde üzerine demir bıçak koymamız günümüzde “ölü şişmesin” amacıyla koyuluyor gibi söylense de ölen ruhları Erlik Han’dan korumak için koyulurdu; çünkü Erlik Han’ın demirci şamanlardan korktuğunu bu konuda araştırmaları okuyarak öğrenebiliyoruz. Türk mitolojisinin dağılımı ve ayinleri kimi zaman bize pagan kimi zaman da çok tanrılı inanç algısı oluştursa da Türklerin kutsal görme ve bu sebepten tanrılaştırma gayesi güttüğünü düşünmekteyim. Mitolojimizin dağınıklığı Türklerin çağlar boyu savaş görmesi, Türkistan’ın doğu kanadının otuz sene önceye kadar bağımsız olamaması ve yazıya çok geçirilmesinden kaynaklı olabilir. Bu sebepten ötürü Türkiye’de ailemizin yaptığı ritüellerde İslami etki varken, Altay Türklerinde bu durumun olmadığını bu ögelerin yaşadığını görebiliriz.

Türk mitolojisinde tanrı ve tanrıçalar da belli arketiplerle özdeşleşmiş ve özellikle gezegenlerle bağdaştırılmıştı. Kayra Han yaratıcı ve baş tanrıdır. Gök Tengriden sonra onun tanrı olduğu söylenir ve annesi yoktur. Onun arketipi Satürn gezegeniydi. Soyut olarak tasvir edilen Kayra Han’ın bir cinsiyeti olmadığı da yer yer yazılmaktadır. Değişik renklerde yıldırımlar çaktırır ve bunların çarptığı kişi şaman olur. Bu cümleyi okuduğumda aklıma Ulu Önder Atatürk’ün “Bir gün, ressamlar Türk’ün simasını kaybederlerse, yıldırımı alsınlar, yapıversinler.”  Sözü geldi.

Zamanın sonu gelende,
Kara toprak ateşle alevlenende,
Baba tanrı Kayra Han,
Kulaklarını tıkar!

Tanrı Ülgen, Kayra Han’ın oğludur ve göğün on yedinci katında oturan yaratıcı tanrılardan birisidir ve iyilik tanrısıdır.  (Anlatıda ne kadar oğlu dense de Türklerde hierogami yani kutsal evlilik yoktur. Kutsal evlilik olmayan yerde oğul kız olması mümkün değil elbette. Bu isimler kutsal ruhtur. O yüzden Türk mitolojisinde Tengri tek bir tanedir. Geri kalan günümüzde ve benim de popülizm etkisinde kalıp tanrı diye yazdığım isimler kutsal görevli ruhlardır. Bundan sonrakiler için de bu durum geçerlidir.) Altın sarayda yaşar ve altın tahtta oturur. Kimi kaynakta bu altın renginin kızıl renk olduğu belirtilir. Göksel arketipi Jüpiter gezegenidir. Ülgen her yer suyla kaplıyken suyun derinlerinden çıkan Ak Ana/Ak Ene isimli ışıktan bir varlıktan yaratma fikrini alır ve yeri yaratır. Ak Ana suyun derinliklerinden çıkıp: “Yaratmak istersen Ülgen, şu kutsal sözü öğren. Sakın yaptım olmadı deme! Yaptım oldu de!” der. Ülgen de yarattığı tüm insanoğluna şu sözü öğretir: “ Yaptıklarım olacak de, eğer yoktur dersen zaten hiç olmamıştır.” Bu öğretilerde dahi günümüzde çekim yasası olarak adlandırdığımız kurgunun motifini görmekteyiz. Şamanlar/Kamlar ritüellerini gerçekleştirirken Tanrı Ülgen’e ulaşmaya çalışırlar. Tanrı Ülgen’e gitmek zordur, kamlar en fazla kutup yıldızına yani demir kazığa kadar ulaşabilir.

Sen yeri güvenli bir yerde yaptın
Sen insanın güzel kalbini yarattın
Üç renkli papağıyla süslü atamız Bay Ülgen
Kurban sunarak sana sığınırız
Akılla yükseliriz

Göğün dokuzuncu katında yaşayan Kayra Han’ın diğer oğlu Kızagan Tanrıdır. Mars gezegeniyle özdeşleşir ve savaş tanrısı olarak bilinir. Savaşları yönetir, savaşçıları korur. Kazvini’ye göre de mars savaş gezegenidir ve Türkler onun hâkimidir. Türkler Merih’e (Mars’a) bakır-sokum adını verirlerdi. Merkür gezegeniyle de özdeşleşen bir diğer oğlu da Mergen tanrıdır. Akıl ve bilgi tanrısıdır. “Her şeyi bilen akıllı Mergen” olarak betimlenir. Göğün yedinci katında oturan Mergen tanrı iyi okçudur ve insanlarda iyi okçu olanlara Mergen unvanı verilirdi. Türkler sadece birkaç tanrıyla göğü özetlememiş aynı zamanda yıldızlara, takımyıldızlara, güneşe, aya vb gibi pek çok gök cismine göre de sembolik anlatımlar yapmıştır. Alaca atların süt gölündeki Tulparların soyundan gelmesi, göğün direğinin çadır direğine benzetilmesi, çadırın dairesel strüktürünün 28 takımyıldızının izdüşümü olması gökle ilgili çoğu örnekten sadece bir kaçıdır. Göğün ihtişamlı durumu evren düşüncesini de arketiple özdeşleştirmişlerdi. Kutadgu Bilig’te gök çığrısını bir evrenin evirdiğini söyler. Yani zaman çarkını çeviren bir ejderha… Ögel’in aktardığına göre Osmanlı kaynaklarında da evren çoğu zaman büyük yılan olarak tanımlanır. Her mitolojide yer alan yılanlar Türk mitolojisinde kulaklı yılanlar olarak tanımlanmış ve ejderha motifini ortaya çıkarmıştı. Çok büyük olduğu, iki ya da yedi başlı, büyük kuyruklu, iri gözlü, siyah renkte, burnundan, ağzından ateş çıkarabilen, uçan varlık olarak tasvir edilir. Korkutucu yanlarına da değinilmektedir. Günümüzde ünlü bir benzin istasyonunun logosu ağzından ateş çıkaran dişi kurttur. Bilge Kağan anıtında ejder figürü tunç maske şeklinde bulunmuştu. Yelbegen, Badraç, Bükrek, Sangaş, Ertöştük, Kök Luu, Ebren Türk mitolojisinde gördüğümüz ejderhalardandır. Dağdaki toprağın altında, akan suyun yakınında olarak mekân belirtilir. Gökte ya da gökten yıldırım, şimşek gibi doğa olayları eşliğinde yeryüzüne iner.

“Ey sen dokuz Kartal’ın Anası, Yayık üstünde uçarsın yolunu şaşırmadan”

Bu ejderhalar coğrafya olarak komşumuz olan Çin’in ejderhasından farklıydı, kulaklı olması onu özelleştiriyordu. Ejderhaların insan donuna girmesi bu motifi iyice özelleştirmiştir. Türk destanlarında ya da hikâyelerinde tanrılar değil kahramanlar ejderhalarla savaşır ve onu yenen yarı tanrı olur.  Ejderha, Türk mitolojisinde Yayık Han ile özdeşleştirilmiştir. Yayık Han su ejderi ya da su yılanına dönüşebilirdi. Ejderha takımyıldızı onun göksel arketipidir. Ejderha 12 hayvanlı takvimden bir isim almış ve bu yıllar “kut” (Başkurt Türklerine göre şans, baht demek) sahibi yıllardan sayılmıştı. Bu yıllar ejderhanın güçlü, kuvvetli ve yiğit özelliğine sahiptir.

“Oğul! Ocağını issuz koma!” –Dede Korkut

Ateş kültü de Türkler için önemli bir sembolizmdir. Ateş veya ocak kültünün onlarca değişik varyantı bulunmaktadır. Bereket, koruma, tedavi bu varyantların başında gelir. Umay’ın yeryüzüne inerken yanında getirdiği ateş ataerkil dönemde kadın tipinden erkek tipine geçmiştir. Nesil manasında da kullanılan ocağın töresine göre ateşi korumak en küçük oğula kalır. Kadın figürü de atlamamak gerekir; çünkü Altay Türklerine göre Kız Ana denilen bir ateş tanrıçasının beyaz, güzel bir kadın olduğu söylenir.Ögel, Türklerde ateşin tanrı olmadığını, onların Türk ismindeki atası tarafından keşfeldiğini ya da Tanrı tarafından gönderildiğini söyler. Aynı zamanda her evdeki ateşini ocağın ayrı bir koruyucu ruhu olduğunu, ateşe saygının var olduğundan bahseder. Ağacın ateşin ham maddesi olduğunu ve ateşin keşfi ile ilgili efsanelerde –Umay’ın ağaçla birlikte indirdiği ateş örneği- ağacın önemli rol oynaması dikkat çekici husustur. Türklerde evlenen kişiler babasının otağında yanan ateşin korundan kendi evlerine götürürlerdi. Ocak kelimesi ateş kelimesiyle özdeşleşmiş ve ocağımız sönmesin, ocağımız tütsün deyimini kısaca açıklar olmuştur. Ocak kültü Türkistan Coğrafyasının doğu kanadından doğu kanadı olan bölgemize kadar ilerlemiş ve günümüzde nevruz ateşini de harlamıştır. Nevruzda yakılan ateşin üstünden atlanıldığında günahlarından arındıklarına, ateşin onları temizlediğine inanmışlardı. A. İnan hoca da Türklerin en eski devirlerden beri al-bayrak kullanmasının sebebinin al-ateş kültü olduğunu söyler. Bayrakta da kullanılan ateşe saygı vatanımızda neredeyse hepimizin ailelerinden, büyüklerinden duyduğu, ateşe tükürme yüzünde yara çıkar, ateş suyla söndürülmez suyun ruhu yanar gibi cümlelerle kendini göstermiştir. Çakmak taşından yakılan ateşin ise kutsal ateş olduğu söylenmektedir. Fuzuli Bayat’tan edindiğimiz bilgiye göre de al ruhu ocak, ateş kültüyle bağlantılıdır. Kutsal kadın, bu vaziyetini erkek egemenliğinin güç kazanmasıyla kaybetmiş, ocaktan yani evden sürülmüştür. Bu egemenlik rolünün değişimi kadını ateşin zıttı olan su kültüyle ilişkilendirilmiştir. Ocağı, ateşi koruyan dolaylı yoldan kadının yardımcısı ve koruyucusu konumundan uzaklaşarak bir düşman vaziyetine dönüşmüştür. Türklerin kadın şamanlara udagan demeleri de anaerkil dönede ateşin kâhini olmasından kaynaklıdır. Kadın ruhlar yaratılma sürecinde aktif rol almıştır. Bir anlatıda gördüğümüz Ak ana, diğerinde Umay. Hatta gök cisimlerinden olan güneş kadın, ay ise erkektir.  Yer yer rastladığımız okumalara göre de Hayat Ağacını kadın ve erkek ruhlarını oluşturur veyahut temsil eder. Bilindiği üzere hayat ağacı İslamiyet öncesi bir külttür ama günümüze dek gelmiştir. Yeri tam olarak bilinmemekle birlikte Ötüken’de olduğu söylenir.  Kayra Han bazı kaynaklarda yeryüzünü yarattıktan sonra dokuz dallı bir ağaç diker ve bu yeri, göğü birbirine bağlayan hayat ağacıdır. Hayat ağacı kimi zaman Ulu kayın olarak adlandırılır. Yaşadığımız topraklarda mezarların başına “ölüyü serinletsin, gölge etsin” amacıyla ağaçlar dikeriz. Bu ağaç ölen kişinin ruhunu öteki âleme taşıyan hayat ağacı olarak da dikildiği bilinmektedir. Bazı tezlerde ise ağacın sonsuzluk manasını taşıdığı ve ölen kişinin başına dikilmesinin ebedi canlılık kazandırması mantığından geldiği yazmaktadır. Dünya tarihinde pek çok rastladığımız bu kozmik ağaçlar genellikle yaratıcı ile bağ kurulmasında etkin rol oynamıştır. Türkler kayın ağacını hayat ağacı olarak görmüşlerdi. Yine Türk düşüncesine göre dokuz dallı ağaçtan dokuz soy türemiştir. Ağaçların dallanıp budaklandığı meyve verdiği dönemler bereketli, yaprak döktüğü dönemler uğursuz sayılırdı. Ağaçlar tanrı ile şaman arasında bir köprü vaziyesi görmektedir. Aynı zamanda Kıpçak soyu ağacın kovuğunda doğan bebeğe dayandırılır. Hatta Hayat ağacının gövdesinde Kübey’in yaşadığına inanılır ve kendisi doğum tanrıçasıdır. Doğacak bebeğin ağzına süt gölünden getirdiği sütten damlatır. Doğum yapan kadınları korur ve başlarında üç gün bekler. Doğum yapmak isteyen kadınlar bu ağaca gidip- dolaylı yoldan Kübey’e- dilekte bulunurlardı. Hayat ağacının köklerinde bengisu denilen su bulunur. Bu su ölümsüzlük ve gençlik verir. Bu suyu bir ruhun koruduğuna inanılır. Kimi zamanda suyun başında bir ejderhanın (veyahut yılanın) beklediği söylenir. Hayat ağacının tepesinde altın sarısı bir yumurta vardır.  Bu yumurta öksökö isimli çift başlı kartalın yumurtasıdır. Bu kartal Ülgen’in sembolüdür. Sağ kanadı güneşi, sol kanadı ayı kapsar. Gökten yıldırımlar indirir. Bakır tırnakları, altın kanatları vardır. İki kartalın yer ve göğün tam ortasında döngüye ayak uydurarak birbiri etrafında dönmesiyle tek bir varlık oldular. Kartal kuşlar arasında ululuk sembolüdür. Türkler kılıç kabzalarında çift başlı kartal motifi kullanmışlardı.  Türk polis teşkilatı, Selçuklu devleti arma olarak çift başlı kartal kullanmaktadır. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığının logosu hayat ağacı soyutlamasıdır, 5 kuruşun üzerinde hayat ağacı motifi vardır.

Özümüzün duruluğu ve günümüzün çalkantılı halini birbiri içinde harmanlamak çok zor olabilir. Fakat bu kültürümüzün işe yaramaz olduğunu göstermez. Romantizm değil bu söylediğim, bu bir hedef. Türk kültürü çağlar boyu ilerlemiş ve günümüze intikal etmiştir. Bu intikal bize sadece savaşçı olan bir soy olmadığımızı da anlatmıştır. Gündelik yaşantıdan, dini hayata kadar bu serüvenden kalanları öğrenebiliyoruz. Emel Esin, Bahaeddin Ögel, Fuzuli Bayat, Yaşar Çoruhlu gibi pek çok hocamız ve yabancı literatürlerden öğrendiklerimizin sonucunda Türk kültürünün günümüze gelen şeklindeki anlamca olumsuza dönüşen pek çok oldu olduğunu görüyoruz. Bizler Türk gençleri olarak kültürümüzde olumsuza dönüşen bu durumları iyi analiz etmeli ve olumlusunu öğrenip uygulayarak nesillere aktarmalıyız. Ancak bu bizi kültürel deformasyondan kurtarır ve daha da ileriye taşır. Ulu Önderimizin de dediği gibi Büyük davamız en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir!

 

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Senem Karabulut

Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi İç Mimarlık bölümünü 2018'de tamamladı. Aktif olarak İç mimarlık mesleğini icra etmektedir. Türk mitolojisi ve Türk mimarlığı üzerine araştırır, okur ve yazar. Erlik Han Tamgası isimli kitabın yazarıdır.