Bu kelimeleri yazmaya başladığımda ilk kez -‘’ stajyer’’ sıfatıyla da olsa- önlüğümü giymiştim. Andan geleceğe ulaşan adımlarımı atarken birer ikişer öğrenciler geçiyordu yanımdan. Geçen öğrencilerin her birinin gözlerinden aynı soru okunuyordu. ‘’ Kim bunlar?’’ Sahi kimdik biz? Dört sene süresince her gün ama bilerek ama farkında olmadan öğretmen olacağımızı sezerek hareket eden öğrencilerdik. İşin doğrusunu söylemek gerekirse fakülteye ilk adımımızı attığımızda oldukça şaşkın olan toy çocuklardık.

İlk dersimize girdiğimizde ise şaşkınlığımız daha da artmıştı. Hocamız bütün o tanışma ritüellerini bir kenara bırakıp ilk bakışta oldukça kolay duran bir soru yöneltmişti bize. Soru şuydu: ‘’ Sınıfa girdiğinizde karşınızda ne görürsünüz? ‘’  Öğrenci, sıra, kürsü, çocuk… Akla ilk gelenler bunlar değil mi? Biz de öyle düşünmüştük. Yanıldık. Karşımızda olan bir insan, bir bireydi.  Yalnızca fiziksel ve zihinsel olgunlaşma evrelerini henüz yeni yeni adımlayan biri. Yazıyı okuyan dostlarımın içerisinden ‘’Çocukla insan arasında ne fark var ki?‘’ diyen çıkabilir. Bunu da şöyle açıklamak isterim. Bizler kelimeleri kullanırken onlara anlamlar yükleriz. Bu konuyu kıymetli dil bilimci Doğan Aksan ‘’Bir sözcüğün anlamı, kullanıldığı kültüre, o sözcüğü kullanan bireylerin bilişsel özgeçmişlerine, en önemlisi de içinde bulunduğu bağlama göre değişiklik gösterebilir. Dili oluşturan sözcükler farklı kuruluşlar içinde bulunabildikleri gibi, değişik etkenlerle değişik anlamlar kazanabilmektedir.’’ şeklinde ifade eder. Yani aslında biz çocuk derken; farkında olmadan bir küçültmeye, aşağı görmeye gidiyoruz. Oysa insan/birey sözcükleriyle karşı karşıya kaldığımızda istemsizce ciddiyetle yaklaşmaya başlıyoruz. Bakın ne kadar da farklı şeylerden bahsediyoruz. Bir tarafta ‘’çocuktur, anlamaz.’’ üslubuyla hareket ederken diğer tarafta ‘’ Haklı olabileceği bir nokta olabilir.’’ diyoruz. Esasında burada bile ne çok yanılıyoruz. Yalnızca fark etmiyoruz. ‘’Çocuktur, anlamaz’’ derken oluşan o üstten bakışı tersine çevirin ve yeniden bakın. ‘’ Biz büyüklerin’’ anlayamayacağı resimleri nasıl güzel yorumladıklarını gözlemleyin. Şaşırtıcı mı? Evet mi dediniz? Çok üzgünüm ama yine yanıldınız. Aslında ortada şaşırtıcı olan tek bir şey dahi yoktur. Sanatçıların ve ‘’çocukların’’ hayal güçleri uçsuzdur. Özgürlüklerine ket vurulmamıştır. Peki, vurulmak istenmiş midir?  Sanırım bu kez ortak bir paydada buluştuk sevgili okuyucu. Elbette hayalleri ellerinden alınmış, oluşan boşluğu ise test kitapları doldurmuştur. Ne de güzel kandırırız kendimizi bilir misiniz?

Kürsülerde koca koca profesörler ezberledikleri kalıpları tekrar ederler. ‘’ Türk eğitim sistemi davranışçı yaklaşımdan yapılandırmacı yaklaşıma geçmiştir.’’ Bu sözleri devam ettirirler. Her biri yalan. Yalnızca biri gerçeği yansıtıyor. O da yaklaşımsal açıdan programların yapılandırmacı yaklaşıma göre hazırlanıyor oluşu. Bunun dışında söylenen her bir kelime yalan. ‘’ Artık öğretmen merkezli hareket etmiyoruz.’’ YALAN. ‘’ Her öğrenci biriciktir. Bu sebeple öğrencilerimizle özel olarak ilgileniyoruz’’ YALAN. ‘’ Öğrencinin bireysel farklılıkları dikkate alınarak ders planı oluşturulur.’’ YALAN. Ortada bu kadar yalan varken eminim ki yalancıyı merak etmişsinizdir. Size yalancıyı da söyleyeyim. Yalancı biziz. Bu kocaman toplum, bir yalancı. Öğretmenin gerçekten programa ve anlayışa uygun olarak hareket ettiğini varsayalım. Öğrencilerimiz, geleceğimize artık emin adımlarla mı ilerliyor? Hayır. Okulda biricik olan eve döndüğünde ‘’ sen anlamazsın’’ gibi sözlerle köreltiliyor. Kıymetli Cüceloğlu, Öğretmen Olmak adlı eserinde bir anısını anlatır. Bir babayla oğlunun hikâyesi. Çocuk hevesle yanından geçen bir objeyi babasına göstermek ister. Baba ise oğlunu geçiştirir. Hikâyemiz bu kadar. İlk bakışta alışılmış belki de tanıdık gelen bir hikâye değil mi? Bazılarınızın ‘’ Bu olayda ne var ki’’ dediğini duyar gibiyim. Bu hikâyede çok fazla şey var. Az önce bahsetmiştik. Çocuk biricikti. Özeldi. Nerede biriciklik, özellik?  Baba, farkında olmadan çocuğu uzaklaştırdı. Biz toplum olarak uyarıcı- tepki genellemesinin daimi üyeleriyiz. Biz çocuğumuzu ‘’ en’’ olması için zorlayan, sözde idealist bir yaklaşım içerisinde ‘’ideal çocuk/ insan’’ yaratmaya çalışırken ideal dediğimizin kalıplar olduğunu fark etmeyenleriz.

Erikson, çocukları -özellikle de altı ve on iki yaş aralığında- asla karşılaştırmamak gerektiğinden bahseder. Zira bu dönemde çocukların hayatı okul, rol modelleri ise öğretmenleridir. Ağızdan çıkan her kelime, hatta arkadaşına karşı söylenmiş bir ‘’ aferin’’ bile çok büyük önem taşır. Bu dönem içerisinde kıyas ile karşılaşan çocuklar ise hayatını daima yarışma olarak görecek ve çoğunlukla bu yarışmanın içerisinde kalmaya gücünün yetmediğini düşünerek vazgeçecek.

Yapmayın kıymetli öğretmenlerim. Yapmayın kıymetli velilerim. Güneşin doğuşunu sağlayacak geleceğe, bunları yapmayın. Vazgeçin ideal kavramından. Yıkın kalıplarınızı. Yalnızca akademik başarısına odaklanmayın. Bakmayı değil, görmeyi; duymayı değil, dinlemeyi öğretin. Ezbere yapılan konuşmalardan sıyırın çocuklarımızı. Bırakın eleştirsinler hatta sizi bile eleştirsinler. Eleştirinin ne olduğunu, ne denli kıymetli olduğunu birlikte keşfedin. Öğretmenlerim; Türkiye Cumhuriyeti’nin bizden beklediği ‘’ fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’’ nesillerin yanı başında yürümemizdir.

Please follow and like us: