Serin bir yaz akşamıydı. Kırcaali hiç olmadığı kadar sessiz fakat hareketliydi. Bir değişiklik vardı, belliydi. Her tarafta Anadolu’dan gelen bıyıklı adamlar, gecenin karanlığına gizlenmiş bir hararetle bir şeyleri değiştirmeye çalışıyordu. Mahzun bir hareketlilik tüm şehre hakimdi. Anadolu’dan gelen bu aksi, yorgun fakat temiz yürekli adamlar daha soluklanamadan geri dönmeye hazırlanıyor gibiydiler. Kırcaali’de kaldırım taşları hiç aşınmadığı kadar aşınmıştı. Yıllar sonra Kırcaali’deki her taş tekrar Türkler tarafından aşınmak için yalvaracaktı. Taşlar da farkındaydı bu hareketliliğin, ne de olsa olana da ölene de çare yoktu. Bunun en iyi şahidi onlardı.

Bu serin akşamın üzerinden aylar geçti, olmaması gerekenler oldu. Anadolu’dan gelen aksi adamlar bir anda kayboldu. Kalktı göç eyledi Balkan illeri.

Oğuz Ağa ve ailesi de göç eyleyenlerin içindeydi. İlk durak İstanbul oldu. Muhacirun komisyonu önünde uzun kuyruklarda bekleyenler, yavaş yavaş kendilerini cihan harbine hazırlıyordu. Kırcaali kaldırımları mı? Onlar dolu gözlerini gizlemeye çalışıyor, ağlasa da dışarı vurmuyordu.

Muhacirun komisyonu Oğuz Ağa ve ailesine Eskişehir Çifteler’de, Kozanoğulları’nın himayesinde bir tarla tahsis etti. Aile yerleşse de daha düzen kurulmadan Oğuz Ağa cepheye gitti. Gerisinde gözü yaşlı hanımını ve dünyadaki tek mirasını, Tuğrul’u bıraktı. Oğuz Ağa, ufak adımlarla Kanal’a, şehadete yürüdü ve bir daha geri dönmedi. Oğlu Tuğrul, baba ne demek asla görmedi, sadece bir isim bildi ve belledi: Oğuz.

Hayat, Tuğrul’a da pek gülmedi. İstiklal Harbi sırasında anasıyla beraber Tuğrul da Ankara’ya göç etti. Hacettepe’ye yerleşti ve sonrasında kurulacak olan hastanesinde 78 kışında can verdi. Babasız ve çileli bir ömür geçirmişti. Annesini tam hayata tutunurken kaybetmiş, aile nedir öğrenemeden evlenmiş ve aile edinmişti.

Talih bu ya, Tuğrul’un da yüzü çok uzun süre gülmedi. 59 yazına kadar çocuğu olmadı. İlk eşi de akkumdan vefat etti. 58 kışında evlendiği ikinci eşinden 59 yılında Oğuz adlı bir oğlu oldu. Anadolu’nun en çileli zamanında dünyaya gelen Tuğrul, oğlu Oğuz’a da pek ferah bir zamanda yaşama imkanı veremedi. Oğul Oğuz köklerini, babasından duyduğu kadar duymuş ve öğrenmişti. Zaten babası da yaş aldığı için aralarındaki ilişki öyle en mükemmel ilişki değildi. Bir zamanlar kendilerinin olan ve babasının da asla görmediği toprakları benimsedi, özledi ve sevdi. 68 Kasımında annesi de vefat eden Oğuz, ülkenin de bir anda içine düştüğü saldırı yıllarını zor geçirdi. Hayatta görmemesi gerekenleri erken gördü.

İlkokul bitmişti. Oğuz Ankara’nın en iyi liselerinden olan Kurtuluş Lisesi’ne yerleşmişti. Az ileride Cebeci’de bitmeyen kavgalar, Kurtuluş Parkındaki çatışmalar ve Hacettepe’de takılan ağır ağabeyler kendisine bir şeyler anlatıyordu. Kendisi de harekete geçmeliydi. Ama erkendi.

Aradan birkaç yıl daha geçti. Sonunda Oğuz Kurtuluş Lisesinde lise 1. sınıfa geçmişti. O sene, Bursa’dan Ankara’ya; Küçükesat Mahallesine Sevda isimli bir kız gelmişti. Oğuz’un da oturduğu Bağcılar mahallesindeki tüm gençler Sevda’yı konuşuyordu. Oğuz da bu gençlere dahildi. Semte her yeni gelen kız gibi Sevda da gelip geçmişti.

Aradan okula gidip gelinen bir yıl daha geçti, ne Sevda, ne Hacettepe’deki bıyıklı ağabeyler Oğuz’un aklına hiç gelmemişti. Lise ikinin başladığı gün, Oğuz ile Sevda’nın yolları beklenmedik bir şekilde kesişti. Oğuz karşılaştığı kişinin Sevda olduğunu bilmiyordu. Onun için Sevda, iki serseri tarafından sıkıştırılmış alelade birisiydi. Her Türk’ün yapması gerekeni, üzerine düşeni yaptı. Ona bakan ürkek gözleri daha da ürkütmemek için kafa selamı verdi ve okula doğru devam etti. Karşıda bıraktığı efsunun farkında değildi. Neye bulaştığının da…

Lise ikinin ilk günü bitmiş, herkes köyde yaşadıklarını birbirine anlatmış sonunda o zil çalmıştı. Atatürk Lisesi talebesi olan Sevda o gün bir mazeretle dersten erken çıkmış, Kurtuluş Lisesi’nin çıkışına Oğuz’a teşekkür etmeye gelmişti. Herkes okuldan çıkmış sayılırdı. İçeride, eğri duran basketbol potasının dibinde bir kalabalık kalmıştı sadece. Sevda bir süre beklemiş, ardından geç kaldığında babasının huzursuzlanacağını düşünmüş ve eve dönmüştü. Oğuz ise kendisini sıkıştıran dört “delikanlı” tarafından önce faşist, sonra katil, en sonunda da köylü ilan edilmiş, kanayan dudağını durdurmaya çalışırken eğri potaya yaslanmış iç geçirmekteydi. Bir şeylerin olma vakti gelmişti, ama bu şey neydi?

Günler geçti. Sevda’nın gönlündeki kor ateş küllendi. Bir daha Oğuz’u bulabileceğine umudu kalmayan Sevda, aynı yollardan okula gidip gelmeye devam etti.

Aynı günlerde Oğuz kinlendikçe kinlendi. İçini amansız bir nefret bürüdü. Hilal bıyıklı, çatık kaşlı ağabeyleriyle sokak sokak, mahalle mahalle gezindi. Aylar onu olduğu yerden bambaşka bir yere çekmişti. Okulu fiilen bırakmış, intikamının peşindeydi.

Sokak sokak gezdiği günlerde kader büyüklük etti, Oğuz’un yolu okula gittiği nadir günlerden birinde Sevda ile kesişti. O da Sevda’yı hatırlamıştı.

O zamanlar Kurtuluş parkı şimdiki kadar “güvenli” değildi. Oğuz, Sevda ile parkı geçti ve Sıhhiye’de unutamayacağı o çayı içti. Sevda’sı ile içeceği tek çaydı.

Laf lafı açtı, Sevda, pek de konuşmayan Oğuz’u konuşturabilmek için ailesini sordu. Kimdi? Nereliydi? Balkan İlleri’nin göçü Sevda’ya çok uzak gelmedi. O da Anadolu’da yeniydi. 44 Kasımında o da ailesiyle Ahıska’daki komünist mezaliminden kaçmıştı. Ahıska İlleri’nin göçüne denk gelenlerdendi.

Aile’nin ne olduğunu pek de kestiremeyen Oğuz, Sevda’yı ailesindenmiş gibi yakın hissetti. Onu bundan başka bir kere daha görecekti. Ailesindenmiş gibi hissettiği Sevda’nın komünist mezaliminin kurbanlarından sayılması Oğuz’da yer etti. İçindeki kin daha da keskinleşti. Memlekette durum pek de iyi değildi. Silahlar patlıyor, kanlar dökülüyordu. Bir gün o da şeytana uydu, bir cana kıydı. Kışın, İncesu caddesinde bir çatışmada solcu bir “öğrenciyi” yaraladı. İçinde pişmanlık yoktu, ailesinin intikamını almıştı. Gururla cezaevine girdi, bu gururun sebebi neydi? Kendi de pek emin değildi ama gururluydu. Sevda’nın ailesinin intikamını almıştı. Zaten çocuk olduğu için uzun süre de cezaevinde kalmazdı. Kalmasına gerek de yoktu, düzen böyleydi.

O zamanlar olan biten hemen yayılmazdı. Oğuz’un cezaevinde olduğu haberi Sevda’ya Nisan ayında kırk ikindi yağmurunun altında gitti. Sevda soluğu hemen Ulucanlar’da alsa da içeri giremedi. Görüş için cumayı beklemeliydi. Cuma günü Oğuz’u gördü ve kendisine mektup atacağı adresi ve ismi kendisine iletti. Aralarında gerçek anlamda bir şey yaşanmamış olduğu için pek de özlem giderilmedi. Sevda sadece “beklerim” dedi. Cezaevi’nin dışındaki eski çeşmeyi gösterdi eliyle, çeşme her ne kadar görünmese de…

Gece gündüzü kovalarken mektuplar geldi ve gitti. Sevda mezun olmuş, Mekteb-i Mülkiye’ye girmişti. Oğuz ise Ulucanlar’da, Sevda’nın hem yakınında hem uzağındaydı. Sevda Oğuz’a mezuniyet balosunda hatıra olarak çekindikleri fotoğrafını gönderdi. Oğuz ise cezaevinde parası olmadığı için ranza arkadaşı Malik ile çektirmek zorunda olduğu fotoğrafı göndermekle yetinebilmişti. Günler geçti, Oğuz’un cezası ertelendi ve bitti. Çıktığında Lise’ye geri dönmek istedi ama asla geri dönemedi. Çıkmadan birkaç ay önce babasını kaybetmiş, haberi bile gelmemişti. Ankara’da düzen değişmişti. Oğuz da bu düzende bir yer edinmeliydi. Eskiden Ağabeyleri ile buluştuğu Taceddin Dergâh’ına namaza gitti. Orada fark etti ki artık ağabey kendisiydi. Birkaç eski tanıdığına uğrayıp eski dostu Tufan’ı ziyarete gitti. Sevda’yı ha gördüm ha göreceğim derken yıllar geçmeye devam etti. Kara Eylül bir anda Oğuz ve binlercesinin üzerine bindi. Arada yakalanmayan gençler de vardı. Oğuz da bunlardan biriydi. Tufan’ın kardeşi ile birlikte önce İzmir’e, oradan Antalya’ya geçti. Antalya’dan bir kayık ile gün ağarırken Kızılhisar adasına geçti ve iltica etti.

Yunanistan’da geçen kısa bir süre sonra kendisini Paris’te buldu. Orada Ankara’dan arkadaşları Abdullah ve Mehmet ile uzun yıllar türlü işlere gidip geldi. Savaş Anadolu’da bitse de Avrupa’da devam ediyordu. Türk’e arayınca düşman mı yoktu?

Yorucu yılların ardından bir gün Abdullah bir trafik kazasında can verdi. Yıllarca sırt sırta çalıştığı Abdullah’ı kaybeden Oğuz’a bir üzüntü çöktü. Her şeyden kaçmak, uzaklaşmak istedi. O günlerde Libyalı bir Türk olan Eşref ile tanıştı. Eşref Mısrata’dan gelen bir gemide çalışıyordu. Kuloğlu Türklerinden, Hızırkulu adında saygın bir ailedendi. Eşref, yıllardır uzak olsa da Anadolu’dan kopan kardeşini Avrupa’da bırakmak istemedi. Onu kendisiyle birlikte gemide çalışmaya ikna etti. Oğuz Ağa’nın soyu yine olduğu yerde duramadı, harekete geçti.

Oğuz zamanla Libyalılara alıştı. Zaten Libya’da görüştüğü herkes Türk’tü. Alışmak çok da zor olmadı. Eşref’in hamiliğinde denizlerde çalıştı. Kendi düzenini kurdu, eski sevdasını unuttu. Zaten sevda yaşı da geçmişti. Kalan ömrünü bir şekilde bitirecekti. Ötesini düşünmek dahi fuzuli bir işkenceydi.

Gariplik dolu yıllar Oğuz’da zevklerinin gelişmesine izin vermedi. En büyük zevki Eşref’in Türkiye ziyaretinde kendisine getirdiği kasedi dinlemekti. Yine bir gün, Mısrata’dan Suriye’ye giden gemisinde, güverte altındaki kamarasında yatıyordu. Eşref’in aldığı kaset son şarkıya geçti. Bu şarkı Oğuz’un en sevdiğiydi, sözler başlamadan sigarasını yaktı ve eşlik etti:

Yollar uzun bitmeyi,
Burda zaman geçmeyi.
Nasıl da hatırladın,
Kapıdaki çeşmeyi?

Şarkının bitmesiyle birlikte Oğuz da sigarasını söndürmüştü. Gerçekten zaman geçmiyordu, sadece bu şarkıyla hatırladığı Sevda’nın artık solmuş ve yüzü seçilmeyen mezuniyet fotoğrafına baktı ve bir ritüel olarak çeşmede kavuştuklarını hayal etti. Ritüeli devam ettirmek için bir sigara daha yakacaktı ki telefonuna bir mesaj geldi.

Türkiye’ye Hoş Geldiniz! Yurtdışı tarifeniz olası bir arama durumunda hattınıza tanımlanmak üzere onaylanmıştır.

Oğuz, yıllar önce canını hiçe sayarak savunduğu ülkesine ilk defa gelmişti. Uzun bir süre ne yapacağına karar veremedi. O sırada anlamadığı Arapça bir mesaj geldi. Tekrar gurbetteydi.

Suriye’de gemi boşaltılmış, yeni mallar yüklenmişti. Oğuz Suriye’de yaşayan Türkmenlerden yakaladıklarına Türkiye’yi sordu, uzun uzun dinledi ve hiç ses vermedi. Geri dönme vakti gelmişti. Geri dönüş yolunda, saatlerce tekrardan vatan toprağı olmasa da vatan suyuna dönmeyi bekledi. Beklese de gemi bu sefer Mavi Vatan’a girmedi. Şu gurbet ellerinde zaman geçer miydi?

Kıbrıs’ta doldur boşalt yaptıktan sonra, gemi bu sefer Yunanistan’a yöneldi. Oğuz geminin nereye gittiğinden haberdar değildi. Zaten çok da bilmek istemiyordu, Türkiye’ye dönmediği sürece ne fark ederdi ki… Büyük bir yorgunlukla yatağına uzandı, gece olmuştu. Tam uykuya dalmak üzereyken cebinden asla çıkarmadığı, çıkarsa da arayacak kimsesi olmadığı için geri koyduğu telefonuna bir mesaj geldi:

Türkiye’ye Hoş Geldiniz! Yurtdışı tarifeniz olası bir arama durumunda hattınıza tanımlanmak üzere onaylanmıştır.

Oğuz bu sefer aynı hatayı tekrarlamadı. İstese de kalbi buna müsaade etmezdi, can havliyle güverteye çıktı. Telefonu güvertede çekmiyordu. Birden, kendisinden gençlerin daha öndeden direklere tırmanıp telefona konuştuğunu hatırladı. Gördüğü en yüksek direğe çıkmak ve Sevda’yı aramak istedi. Artık yaşlanan bedeni kendisini kaldırmasa da son gücüyle geminin en yüksek direğine tırmandı, telefonunu büyük bir mutlulukla cebinden çıkardı ve rehberini açtı. Rehberinde sadece geminin kaptanı Turgut Reis ve tek arkadaşı Eşref’in numarası vardı. Bir de belki bir gün dönerim diye Türk Polis’inin numarası olan 155’i kaydetmişti. Uzun uzun Sevda’nın numarasını düşündü, düşünse de bir sonuca varamazdı. Sevda’nın o yıllarda cep telefonundan öte ev telefonu dahi yoktu. Oğuz, uzunca bir süre kendince Türkiye olduğuna inandığı tarafı izledi. Bir ara, belki bir umudum olur diye Polis’e Sevda’nın numarasını sormaya karar verdi ve gemide bulunmayan tek numarayı, 155’i aradı. Telefonu açan memura tek kelime edemeden telefonu geri kapattı ve aşağıya indi. Sevda, Oğuz’un asla ulaşamayacağı bir yerdeydi. Oğuz Türkiye’de Türk’ü sevdiği için Libya’da yaşayan ihtiyar bir denizciydi. Gemi Yunanistan’a vardıktan sonra Yunanistan’da tayfadan ayrıldı, bir zamanlar onların olan topraklara gitmeye karar verdi.

Kırcaali’ye giden ilk otobüse binbir zorlukla bilet aldı ve yola koyuldu. Kırcaali’ye vardığında ne yapacağını bilemiyordu yalnız ilk adım attığından beri Kırcaali kaldırımlarının sevinç çığlıklarını duyuyordu. Şükür namazı kılmaya karar verdi. Bunun için bulabilirse bir camiye girmek gerekirdi. Etrafta bir cami ararken Oğuz’un ayağı çıkıntı bir taşa vurdu, Oğuz sendelerken dengesini sağlamaya çalıştı. İhtiyar bedeni kendisini arkaya bıraktı ve kafasını takıldığı taşa çarpıverdi. Akan kanının değdiği Kırcaali kaldırımları tekrardan kan ağlamaya başladı ve yemin etti, Türkler tekrar Kırcaali’ye gelene kadar bu feryat asla bitmeyecekti.

 

Bayram Köroğlu

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.