Reha Oğuz Türkkan’ın Kaleminden Tabutluk Bahsi

Reha Oğuz Türkkan, 3 Mayıs tevkifatında derdest edilen en genç Türkçülerdendi. 24 yaşındaydı.

Girişken bir yapısı olması, birçok konu hakkında -çok da bilgisi olmasa bile- kalem oynatması ve faaliyetlere girişme çabası Tek Parti iktidarını ziyadesiyle rahatsız ediyordu.

Bu yüzden tutuklanmanın da ötesine geçerek ağır işkencelere maruz kaldı. Meşhur Tabutluklarda en uzun süre kalan Türkçü de Reha Oğuz’du.

Şimdi -bu sefer çok iyi bildiği- bu alanı Reha Oğuz Türkkan’ın kaleminden okuyacağız. 1975’de Boğaziçi Yayınları’ndan bastırdığı “Tabutluktan Gurbete” isimli anı kitabının 62-73 sayfalarından iktibas ediyorum:

 

TABUTLUK!

Tekrar koridordan geçtik, camlı kapıyı aşarak nezarethane kısmına girdik. Hemen oracıkta durduk.
Karşımızdaki beton duvarda yan yana dolap kapağı gibi 2 kapı duruyordu. Polis memuru birini açtı ve yardıma gelen iki resmi polisin elbirliğiyle beni açılan insan boyu kadar deliğe ite kaka soktu. Duvarlardan sarkan iki halka bileklerime geçirildi, zincir gerilerek ayaklarım yerden bir karış kesildi ve birden tepemde muazzam bir ışık parladı, arkasından kapı veya kapak kapandı.

Mahut tabutlukla teşerrüf etmiştim.

Tevkifimizden aşağı yukarı bir ay sonra, 3 Haziran 1945 Cumartesi sabahı, benim ağzımdan uydurulan ifadeleri imza etmiyeceğimi söylediğim için “Tabutluk” denilen deliğe atılmıştım.

İlk hamlede fazla bir acı duymadım. O küçücük delik ışıl ışıl aydınlık içinde olduğundan tetkiki zor değildi. Ne çare ki fazla kıpırdayacak halde değildim.
İki kolumla tavandan sarktığım için ve ayaklarım da yere değmediğinden, tetkikimi ancak başımı sağa sola çevirmek suretiyle yapabiliyordum.

Tabutluğun dikine uzunluğu, benim gibi orta boy bir insanın uzanmış kolları ile ulaşabileceği kadardı – biraz daha fazla- çünkü ayaklarım yerden bir karış kadar yukarıda sallandığına göre, hesaba bir karış daha ilave edebilirsiniz. Genişlik ve enlilik ölçülerine gelince, “tabutluk” tabirinin de ifade ettiği şekilde, dikine oturtulmuş uzun bir sandığın ebadından farksızdı. Benim gibi zayıfça bir insan ancak sığabiliyordu. Sonraları, iki metreyi aşkın boyu ve iri de endamı olan Hamza (Sadi Özbek kastediliyor. FK) adlı arkadaşı sokmak istemişler, mübarek sığmadığından kapağını kapatmadan işkence etmek zorunda kalmışlar. Tabii Hamza’yı kollarından da asamamışlar, çünkü ayakları yere değmiş, iş bozulmuş.

Bugün bunları şakalı bir üslupla anlatmak kolay oluyor ama, o anda hissettiklerimizin şakaya gelir tarafı hiç yoktu.

FİZİKİ – RUHİ ISTlRAP

Evvela dehşet hissi var. Ne kadar kabadayılık taslarsanız taslayın, bilinmedik bir işkence tarzıyla
karşılaşınca yüreğiniz, bir el tarafından sıkıştırılmış gibi sıkılıyor, barsaklarınız büzülüyor. Sizin yüreğiniz ve barsağınız öyle olur mu bilmem ama, benimki oldu.

Bu fiziki – ruhi ıstıraptan başka, bir de sırf manevi, daha doğrusu akli ıstırap: Ya dayanamazsam da
istediklerini imza edersem? Ya korkağın biriysem?
Ya alçaklık edersem korkusu …

İlk defa anlıyorsunuz ki, kendinizi tam tanımıyorsunuz.

Ve nihayet maddi acılar.

İlk hissettiğim, bilek etlerimin ve az sonra da kemiklerimin acı ve ağrıları oldu. Bileklerime geçirilen kelepçevari zincirler vücudumun ağırlığı ile gitgide etime gömülüyor, rahatsızlıktan acıya, acıdan
ağrıya kademe kademe geçiyordu. Yavaş yavaş bilek ve bileklerimin birleştiği el kemiklerim ve oylukları sancımaya başladı. Oyluklarından fırlayacakmış gibi gerilen omuz ve kol kemiklerim de sızlamaya ve
arkasından şiddetle sancımaya başladı.

Bütün bunlara ilaveten, bir de son derece şiddetli Haziran sıcağının, hava deliği bile olmayan çimento tabutluğun boğucu havası vardı. “Vardı” kelimesi yanlış. Hava yoktu ki! Bu beni öldürebilirdi. Asıl hayati tehlike bu havasızlık ve eritici sıcaklık olmuş olacak ki, kollarımın, etlerimin ve kemiklerimin yara ve acılarına rağmen vücudumu sallandırdım, ayaklarımı tabutluğun iki yan ve arka cidar köşelerine yapıştırdım. Acıdan dişlerimi gıcırdata gıcırdata ve suratımdan bol bol akıp gözlerime, ağzıma bulaşan terleri kafamı iki yana sallayıp silke silke vücudumu öne doğru tam bir kavis halinde germeğe gayret ettim. Mesnetsiz olan ayaklarım duvar köşelerinden kaydıkça vücudum olanca şiddetle sarkıyor ve bu sayede bileklerime demirleri daha fazla gömdürüyor, omuz oyluklarımı iğne batmış gibi sancıtıyor ve beni acıdan bağırtıyordu. Bu çığlıklara polisler alışmış olacaklar ki, tahkik için kapağı açmıyorlardı bile!

HAVAYI CİĞERLERiME ÇEKTiM

Birçok acıtıcı denemelerden sonra muvaffak oldum: Vücudum yarım kavis halinde gerilmiş, böylelikle suratım tahta kapağa dayanmıştı.

Kapak rezelerinin bıraktığı aralığa dudaklarımı yapıştırarak dışarının havasını yanan ciğerlerime şiddetle çektim.

Emniyet binasının en üst katında olduğumuz ve bu kısmın damı her nedense cam olduğu için her taraf sıcaktan kaynıyordu; ama gene de koridorun kaynar havası, tabutluğun boğucu havasından daha iyiydi veya bana öyle geldi…

Ama bu anormal vaziyette uzun müddet durmama imkan yoktu; ayaklarım kaydıkça ve vücudum eski haline düşüp sallandıkça acılarım daha da şiddetleniyordu.

Birdenbire yeni bir acı, bütün ötekilerini bastırıverdi. Başımın üstünden, örme tel arkasından parlayan şiddetli ışıklar beynimin içini zonklatmaya başlamıştı.

Şimdiye kadar bu şiddetli ışıklı ampullere dikkat etmemiştim. Derdim kafi olduğundan, bu daracık yere neden bu kadar çok aydınlık koyduklarını merak etmeğe ve şaşmağa vaktim olmamıştı. Şimdi beynimin sancısı dikkatimi bu yeni musibete çekti. Nefes mücadelemden vaz geçip başımı dönebildiği kadar kıvırdım, saçlarımı ateş gibi yapan bu acaip ampullere bir göz attım. Derhal gözlerim kamaştı ve fazla
bakamadım. Fakat bu kısa müddet esnasında gördüklerimi ömrüm sürdükçe unutmıyacağım.

İŞKENCE AMPULLERİ!

Başımdan bir kaç karış mesafede, herbiri sokak ampulü kadar büyük üç, belki de dört gayet iri ampul yanıyordu. Işıklar mavimtrak beyazdı. Ampullerin içinde, mutat harici helezoni bir takım “filamanlar” vardı. (Osman Serdengeçti’nin hâtıratından öğrendiğime göre bunlar 2000 mumlukmuş.)

Sonradan öğrendiğime göre bunları, o zamanki Polis Müdürü, Nazi Almanya’ya bir seyahatı esnasında öğrenip getirmiş. Mahiyetlerini bilmiyorum, fakat tesirlerini pek iyi biliyorum.

Bu müthiş sıcak günde, havasız daracık tabutluk içinde yarattıkları muazzam sıcaklığı bir tarafa bırakın. Asıl korkuncu, insanın başında ve beyninde yarattıkları sancıydı. Tarifi zor bir sancı. En şiddetli başağrısıyla bir alakası yok. Ağrı şakaklar ve alın nahiyesinde değil, kafanın orta ve üst taraflarında. Sanki kızgın şişler beyninize sokuluyor ve içinde oynatılıyormuş gibi. Gözlerim kısılıyor, dişlerim gıcırdıyor
ve avazım çıktığı kadar bağırıyordum.

Kollarımdan asılı olarak, terden suya batmış gibi sırılsıklam ve inkıtasız çığlıklarla bağırarak sallanıp durdum.

Saatler geçti. Zaman oldu, bağırdığımın bile farkında değildim. Belki de sesim kalmamıştı ve açık
ağzımdan, büzülmüş boğazımdan hırıltıdan başka bir şey çıkmıyordu.

TESLİM

Ne kadar zaman böyle geçirdiğimi, ne o zaman ne de şimdi hatırlıyamıyorum. Belki aynı gün, belki de ertesi sabahtı. Kapağı açan polise:
– Beni hakime götür! İmza edeceğim! diye bağırdım. Daha doğrusu bağırdığımı sandım. Sesim öyle boğuk çıkmış olacak ki herif anlamadı, büyük gayretle ve yutkuna yutkuna cümleyi üç defa tekrar ettim.

Üniformalı polis “Ha” dedi ve birden o meş’um ampuller söndü. Zincirler çözüldü, yere ıslak çamaşır gibi yığılıverdim. Başka bir polis su getirdi, suratıma serpti. Zaten baygın değildim, fakat şuurumun tam olduğunu iddia etsem yalan olur.

Halime daha fazla itina göstermeden iki polis kollarıma girdiler ve yarı sürükliyerek, yarı taşıyarak beni 1. ci Şube Müdürünün odasına götürdüler.

Aman Allahım! Dünya varmış! Açık pencereden tatlı bir meltem esiyor, odayı serinletiyordu. Maroken
koltukların cennetlik konforunu tam idrak edebilmek için insan meğer böyle bir gün veya 5 – 10 saat tabutlukta kollarından asılı sallanmalıymış!

Odada 1. ci Şube Müdürü Sait’le Emniyet Müdürü Demir vardı. İkisi de abus suratlarla beni seyrediyorlardı. Herhalde halim seyre şayandı ki gözlerini
ayırmadılar. Sakalım bir aylıktı, onu biliyorum. Fakat işkence suratıma ne ifade ilave etmişti onu bilmiyorum.

LÜNA PARKIN SARHOŞU

Derken içeri kısa, tıknaz, esmer kuvvetli çeneli bir adam girdi. Ne kadar traş olsa yanak ve çenesi
gölgeli kalan tiplerden biriydi. Kıyafetinden ve odadakilerin tavrından mühim bir adam olduğu anlaşılıyordu. Laubali bir samimiyetle bana döndü.

– E! Nasılsın bakalım. Oğuz? dedi ve cevabımı beklemeden kapıdaki polise seslendi:
– Bir bardak su getir bu delikanlıya!

Yavaş yavaş aklım başıma geliyor, muhakeme kabiliyetim uyanıyordu. Bu adam gözüktüğü gibi dost
muydu, yoksa hilekar biri miydi? Kimdi acaba?

Suratı büsbütün yabancı gelmiyordu bana. Beş altı sene evvel, hakikaten, “delikanlı” olduğumuz çağlarda, Büyükada’da Lüna Park’ta bir gece hadisesinde kavgalaştığımız bir adamı hatırlatıyordu. O gece
gazinoda pek sarhoş olan bir adam, haksız yere ağabeyime çatmış ve itmiş, ben de yakasına yapışıp suratına bir yumruk indirmiştim. Bunun üzerine sarhoşun arkadaşları bize saldırmıştı. Polis gelmiş ve hep birlikte Nizam Karakolunu boylamıştık. Orada adam
komiserin odasına alınmış, büyük iltifat ve hürmet sahneleri olmuş, sonradan elini kolunu sallıyarak gitmişti. Biz de şikayetçi olduğumuz halde 4 – 5 saat karakolda alıkonduktan sonra komiserin huzuruna çıkarılmıştık. İzahatımızı dinlemek bile istemeyen bu adam:

-Babanız mühim bir zat olmasa başınız belaya girerdi. Kiminle hadise çıkardığınızı biliyor musunuz? Gidin bir daha yapmayın! Dedikten sonra bizi salmıştı.

Biz iki kardeş, neyi “bir daha yapmamak” icabedeceğini de, bu mühim zatın kim olduğunu da öğrenmeden evin yolunu tutmuştuk.

Göz hafızam kuvvetli olduğu için delikanlılık çağlarında gece vakti bir saat kadar gördüğüm bu esrarengiz yüzü unutmamıştım. İşte şimdi karşımda duran bu adam tıpkı ona benziyordu! Dayanamadım,
“Siz kimsiniz?” diye sordum. Güldü:

– Emniyet Umum Müdür Muaviniyim. Sorgu Hakimi bu gün yok burada. Fakat senin ifadeni zaten hazır bırakmıştı. Sadece imza eksik. Gelince iç suyunu da imza et, bitsin gitsin.

HAZlR İFADE

Suyun da, “Hazır ifadenin” de bulunup getirilmesi yarım saati buldu. Bu Allah’ın yardımıymış meğer! Nefes almaya, aklımı toplamaya bol bol vakit buldum. Suyu yudum yudum içerek zevkine vardım. Şampanya halt etmiş!

Kamuran (adı buymuş), sabırsızlandı. Hazır evrakı önüme uzatarak “imza et” dedi. “Okuyayım bir kere” dedim ve kızgın bakışları altında, ömrümde eşine rastlamadığım bir vesikayı okudum!

Tabutluk işkencesinden çıkalı yarım saat henüz olmuştu ama, Emniyet Müdürü’nün odasının serinliği, rahat koltukları, cana can katan bir bardak su, beni mezbahaneye götürülen koyun tevekkülü halinden kurtarmış, aklımı başıma getirmişti.

Emniyet Umum Müdür Muavininin “imzala” diye elime tutuşturduğu ve güya benim olan “hazır” ifadeyi dikkatle ve gitgide artan bir dehşetle okudum. Emniyet Amiri sahte bir lakayt tavırla başkalarile görüşüyordu . Fakat gözucuyla beni süzdüğünün farkındaydım.

Daha yarım saat evvel çektiğim azap gözümün önüne geldi. Saçlarımın dibinden terler boşandı. Fakat bunu imza edemezdim. Böyle bir vesikayı tanzim etmek şeytanın aklına gelmezdi! “İfademdir” diye
güya imza edeceğim hikaye dört başı mamur olarak tertiplenmişti.

Bu mürettep “İfademe” göre babamın teşvikiyIe, gençleri organize etmeğe başlamışım. Bu gençlerle, ırkçı-Turancı gizli bir cemiyet kurmuşum. Ben
bu işleri görürken aynı gaye yolunda Nihal Atsız da gizli bir cemiyet kuruyor, talebelerini aza yazıyormuş. Onu da, beni de el altından idare eden gizli elebaşılar, babam, Prof Zeki Velidi Togan ve Dr. Hasan Ferit Cansever’miş. Bunların teşvikiyle gizli cemiyetlerimiz birleştirilmiş. Fakat asıl “gizli şef” ile hiç karşı karşıya gelmemişim. Ara yerde, Prof. Remzi Oğuz Arık vesaire gibi “Anadolucular” köprü vazifesi görüyorlarmış.

Nihayet bu sene, bütün bu lrkçı -Turancı komiteciler son kozumuzu oynamağa karar vermişiz. Evvelce tabancalar üzerine edilen yeminlerle de zaten “herşeye hazır olduğumuzu” beyan etmişiz. Prof. Zeki Velidi’nin, Dr. H. Ferit Cansever’in, Nihal Atsız’ın ve benim de iştirakimizle yaptığımız gizli bir toplantıda komünizmle mücadele maskesi altında gençliği kışkırtmağa ve bir nümayişe başlayıp işi hükûmet darbesine çevirmeğe karar vermişiz. Hükûmeti devirdikten sonra Alman’larla “işbirliği” yapacak ve Turancılık uğrunda Rusya’ya hemen ilanı harp edecekmişiz … İlh.

KİMLER YOKTU Kİ

Üç buçuk sahife tutan bu “ifade” işe hakikat süsü verecek vak’alarla, tarihler’le ve tırnak içinde makale ve mektup parçalariyle doluydu. Akla geldik gelmedik her tanıdığımın ismi de kaydedilmişti. Hiç tanımadığım Celal Bayar ve Ali İhsan Sabis Paşa dahil!

İmza etmesem gene Tabutluğa atılacaktım. Etsem, yalnız benim değil, babamın ve sayısız kimselerin de canını yakacaktım.

Ecel teri dökerek bir çare düşündüm. Daha doğrusu düşünmeye çalıştım. Ne çare!Beynim sanki boşalmış gibiydi. Hiçbir şey düşünemiyor, aptal aptal gözüm, koltuğun kenarında yürüyen sineğe takılıyor­du.

Emniyet Umum Müdür Muavini bana dönerek:
– İmza ettin mi? dedi.

Yalvarır gibi bir sesle:
– Rica ederim, müsaade edin de ben söyliyeyim daktilonuz yazsın, onu imza edeyim, dedim.

Emniyet amirinin zaten esmer olan suratı büsbütün karardı. Kaşlarını çatarak:
– Vaktimizi ziyan ediyorsun. Demin polislere “imza edeceğim” demişsin, getirdik sana insan gibi
muamele ettik, uzun ediyorsun. İmzala, koğuşuna git.

– Bu şekliyle imkan yok ki!

Haşin bir hareketle yerinden kalktı, yanıma geldi ve parmağını evirip çevirdiğim kağıda uzatarak:
– İmza et! diye bağırdı.

Cevap vermeden önüme baktım. Bekledi. Ben de bekledim. Plansız bir şekilde, insiyakla hareket
ediyordum.

– Doktoru çağır, dedi.

Şişman müdür kalktı, dışarı çıktı, biraz sonra kısa boylu, ihtiyar, kel kafalı ve iri burunlu bir adamla içeri girdi. Şimdi gözümün önüne geliyor da, İran’­ın sabık Başvekili Musaddık’a çok benzetiyorum. Yalnız daha çirkini. Emniyetin doktoruymuş.

“EZİYETE DAYANIR RAPORU”

Emniyet U. Müdür Muavini sırıtarak:

– Beyi muayene etsene, doktor. Bakalım eziyet ve meşakkate müsait mi? dedi.

Bu kelimeler hece hece ve hala kulağımdadır. Doktorun alelacele kalbimi dinledikten sonra ağzında
geveler gibi konuşmasile yaptığı beyanat da aynen hafızamda:
– Evet efendim… Kalbinde bir arıza yok…

Nefretle daktorun gözlerinin içine baktığımı ve bakışlarını başka istikametlere kaydırdığını hatırlıyorum.

Ağır ağır, kelimelerin tam payını vererek ve hırsımdan titreyerek adama ders vermeye kalkıştım:
– Doktor ha! Bir de Tıbbiyeden mezun olurken, hastaların yardımına koşacağınıza, bozuğu iyi etmeğe çalışacağınıza yemin ettiniz ha! Şimdi üç buçuk
maaş uğruna.. sağlam vücudun bozulması, sıhhatin hastalığa çevrilmesi için fetva veriyorsunuz! Bunu polislerden beklerdim ama sizin gibi sözüm ona ilim
adamı!.. Vicdan olmadıktan sonra!

Kesik kesik, bozuk cümlelerle konuşuyordum.

Bu iğrenç sahne beni öfkelendirmiş bu sayede de cür’etkarlaştırmıştı. Yaptıklarımın akıbetini fazla
düşünmeden “ifadem” olacak olan kağıdı parça parça edip doktorun suratına fırlattım. Birden, hepsi üstüme üşüştü. Kafama, boynuma, sırtıma yumruklar indi. Bir taraftan da Emniyet Umum Müdür Muavini avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
– Götürün d …… u tabutluğa!Geberinceye kadar bırakın orda aklı başına gelsin!

Sivil ve üniformalı bir sürü polis, gayretlerini isbat için birbirleriyle yarışırcasına beni yumruklayarak ve tekmeleyerek sürüklemeğe başladılar. Suratım çarçabuk kan içinde kaldı. Ve kendimi, gene kolIarımdan asılı olarak, her tarafı kapalı beton tabutluğun içinde sallanır buldum.”

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Fırat Kazganoğlu

Meçhul bir zamanda doğdu. Muammaya müptela. Türkçü. Yazar.