“Terörizmin Siyasal Fantazyaları” gibi bir yazının ardından sizlerin karşısına bu yazıyla çıkmam garip karşılanabilir. Ama gariplikler bizde garip durmaz. Bir arkadaşımla “gariplik” üzerine sohbet ederken, “garip” kavramını her ikimizinde “ilginç, tutarsız” olarak (veya yakın anlamda) kullandığımızı tespit ettik. Arkadaşım yüzüme donuk bir ifadeyle bakarak :”Sen garip bir şekilde tutarlı bir garipsin” dedi. Bizim dilimizde “tutarlı tutarsız” gibi bir anlamı var galiba. Atsız’ın kendisine “ırkçı” diyenlere teşekkür etmesi gibi bende arkadaşıma şükranlarımı sundum, olaysız dağıldık.

Biz ondan öncesinde ve halen dahi dağınığız, bari konuyu toplayalım. Efendim tevellüdüm müsait olmadığından Nazım’la tanışamadım. Aynı devirde yaşasam tanışır mıydım? Zannetmiyorum. Aynı devirde nefes alıp vermediğimiz birisiyle nasıl teşrik-i mesaimiz olacak?

Açıklayayım.

Belki 5, belki 3 belki de 15 sene evvel yıldızlı bir Ankara gecesinde evimin balkonunda oturuyorum. Ankaralı değilim. Ankara’da yıldızlı bir geceye alışık da değilim. Çünkü; benim inancıma göre, Ankara’da yıldızlı gece olmaz. Veya nadirattandır. O da bize denk geldi.

Oysa memleketim öyle mi? Orada her gece ve hatta dikkatli bakarsanız çoğu gündüz yıldızlıdır.

Yıldızlı Ankara gecesine, hafiften esen rüzgara paralel yudumladığımız çaya geri dönelim. Tabii rüzgar kesildikçe dumanını ciğerimize işlediğimiz sigaraya da…

Düşlerimizi düşünüyoruz. (Düşünmek kelimesi düş kökünden geliyor herhalde.) Hayalimizde “milliyetçi” bir Türkiye inşa ediyoruz. Sabahına yıkıyor karanlık silüetler. Bizde onlar yıkmasın diye kendimiz yıkmaya karar veriyoruz. Akşam üzeri milliyetçi büyük Türkiye’mizi inşa ediyor, sabaha karşı tarihe gömüyoruz.

Artık neden geldiğimizi dahi unuttuğumuz bu başkentte, sanki “gençliğimizin” geçtiğini hissediyoruz. Bazı söylemleri “eskisi kadar” azimle savunmuyoruz. Azmimize bakıyoruz; yerinde. Öyleyse tecrübemiz müsaade etmiyor. Tecrübe ile yaşlılık arasında kesinlikle bir bağ vardır. Biz yaşlı olmasak da, gençlikle de anlaşamıyoruz. Araftayız.

Yıldızlı Ankara gecesinde halimize tercüman bir mısra arıyoruz. Yurdakul’dan Atsız’a, Dilaver Cebeci’ye dek uzanan milliyetçi şairlere ve şiirlerine başvuruyor, sonuç alamıyoruz.

Şahsen şiir yazmam ama okumayı severim. Şiir ezberim iyidir. Kafamda dönen mısraları, içinde bulunduğum duruma uyduramadım. Bir 3 Haziran gecesi; milliyetçi şairler meramımı ifadede yetersiz kaldı tüm Dünya’ya karşı.

Ne “yolların sonuydu” geldiğimiz yer, ne de “Zühre bir şarkı tutturmuştu Babil’den kalan”. “Dinim, cinsim uluydu” fakat konumuzla bir alakası yoktu.

Tam o anda bir vesile (eğer olay son 10 yıl içerisinde gerçekleştiyse, bu vesile kesinlikle sosyal medya olmalı) Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü olduğunu öğreniyorum. Bunun hemen ardından bir mısraına tesadüf ediyorum.

Yıldızlara bakarak memleketimi ve gençliğimi düşündüğüm bu anın, sanki daha öncesinde birebir yaşandığını hissettiren mısra şöyle: ” Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?”

İşte Nazım Hikmet’le böyle barışıyorum. Önceleri Stalin’e ve komünizme yazdığı övücü şeyler (eğer bunlar şiirse esas yazdıkları şiir olamaz. Bu yüzden “şey” diyerek sıfatlandırıyorum.) sebebiyle “komünist bir hain” olarak gördüğüm bu adam, gözümün önünde bu kalıbı yıkıp geçiyor.

Atsız’ın unutulmaz hücumu, bizim “mahallenin” ikircikli tavrı nedeniyle hiç adamakıllı okumadığım, adeta “sessize aldığım” bu adam, yarım asır öteden benim sesimle bana soruyor: “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?

Bu mısraın ardından Nazım Hikmet okumaya başlıyorum. Eğer liseli değilseniz ve eğer lisenizde okuyan bir kıza ilan-ı aşk etmeyecekseniz Nazım Hikmet okumanın çoğu zaman bir faydası yok.

Ama benim durumum farklı. Biz, Nazım Hikmet’le “olması gereken” zamanda, “olması gerektiği kadar” tesadüf ediyoruz.

Sonrasına gelelim. Sonrasında (muhtemelen öncesinde de) deli gibi kavga ediyoruz. İsteğim bu kavga hem fikri hem de fiziki olsun. Milliyetçi ve büyük Türkiye’mizi böyle kuracağımıza iman ediyorum. Kurduktan sonra dahi kavga etmek istiyorum. İster fıtrat deyin ister delilik, ben hayata buradan bakıyorum.

Benzer düşüncedeki arkadaşlarla (ki bunlar fiziki kavgada başarılı olanlar) cephanemizi tedarik etmek, teçhizatlarımızı yenilemek maksadıyla kavganın fikri cephesini ziyaret ediyoruz. Sözleriyle teçhizat yenileyip, yazdıklarıyla cephane tazelediğimiz bu adamlar, bizi hayal ettiğimiz gibi karşılamıyor.

Bir tuhaflık söz konusu. Bizi istemiyor gibiler. Fakat açıktan bir tavır belli eden yok.

Açıktan bize dönüp “gidin buradan” deseler bir sıkıntımız olmayacak. Hatta ben kendimi sorgulayacağım “nerede yanlış yaptım” sualiyle…

Hayır! Açıktan değil gizliden, mertçe değil sinsice istemiyorlar bizi. Bize “git” diyemiyorlar ama “kal” demekte gelmiyor içlerinden anlayacağınız…

Putlarımız yıkılıyor. İki cepheli gördüğümüz kavganın ikinci cephesi çöküyor. Üstelik daha cephe gerisindeyken!

Sövüp sayarak eve dönüyorum. O kadar çok küfür ediyorum ki, sanki vasıta olarak otobüs değil de küfür kullanmışım. Net küfürler ediyorum ve zaman hızlı akıyor, evdeyim.

Artık Nazım Hikmet’e başvurmak için vesileye ihtiyacım yok. “Kurtuluş Savaşı Destanı’nı” okumaya başlıyorum. Denk geldiğim bir mısra sonucu, eşofmanımın üzerine hızla ceketimi geçirerek önümü ilikliyorum. Nazım Hikmet için bir dakikalık saygı duruşu! Duvardaki Atsız biraz sinirleniyor sanki. Fakat ben hiç oralı olmuyorum. (“Diğer tarafa bakıyorum” şeklinde de okunabilir.)

Ne yazmış Nazım Hikmet beni hazırola geçirecek? “Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.”

Bir daha yazıyorum. Bu sefer lütfen tok sesle, yavaşça ve kelimelerin üstüne vurarak okuyunuz: ” Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.”

Nazım Hikmet artık Nazım oluyor benim için. Sebepleri ayırıp, ne yaşadığına ve nasıl anlattığına odaklanıyorum. “Garip” benzerliklerimize ben bile şaşıyorum.

İnsanların yaşamak denilen hadiseyi ciddiye alıp, üzerine aforizmalar icat ederken bir şeyi, yaşamak denilen hadisenin kendisini kaçırmaları, beni en çok güldüren olaydır.

Nazım, en az benim kadar dalga geçiyor. (Öyle tahmin ediyorum, benim kadar da gülerdi.)

“Yaşamak şakaya gelmez                        büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın                          bir sincap gibi mesela,           yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,                                         yani bütün işin gücün yaşamak olacak.”

Veya gökyüzü kendisine yasak edildiğinde ciddileşir Nazım. Kelimeleri sertleşir. Benim de gökkubbem yıkılıp kendi kendimi dört duvar arasına hapsettiğimde, volta arkadaşım Nazım olur bu yüzden hep.

“Ben içeri düştüğümden beri                     güneşin etrafında on kere döndü dünya.                                                           Ona sorarsanız:                                          “Lafı bile edilmez,                                             mikroskobik bir zaman.”                   Bana sorarsanız:                                            “On senesi ömrümün.”

Yazımızın sonuna geldiğimiz bu bölümde; “ama Nazım Hikmet bir vatan hainidir senin onunla ne işin olur” diyenler olacaktır. Muhakkak olurlar. Var olsunlar.

Kendisi de “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala” yazmadı mı Nazım’ın?

Cevabımızı beğenmeyip “sen yok hükmündesin” diyenler de olabilir. Onlar da var olsunlar!

Doğrudur, hükmüm olmayabilir. Belki de vardır. Emin değilim.

Bu cevapta kesmediyse, toparlayalım bitirelim. (Önce ufak bir not: Bu yazıda geçen; kişi, kurum, şehir adları uydurulmuştur. Hikaye tamamen hayal ürünüdür.)

Belirli bir zeka sahipleri bu yazıyı bir hesaplaşma,

Belirli bir zeka sahipleri bu yazıyı bir edebiyat,

Belirli bir zeka sahipleri bu yazıyı bir delinin hatıraları olarak okusun.

Hangi zeka seviyesinin nasıl okuyacağına büyük Türk milleti karar versin(!)

Demokratik günlerde görüşmek dileğiyle…

Türk’çe bakın, zaferle kalın!

(Dipnot: Yazıda bazı söz sanatları bilinçli olarak yanlış kullanılmış, bazı edebi sanatlar bilerek çarpıtılmıştır. Türkçenin bu en “garip” şairini başka türlü anlatamazdım.)

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Fırat Kazganoğlu

Meçhul bir zamanda doğdu. Muammaya müptela. Türkçü. Yazar.