TARİHE İFTİRA DEĞİL, ŞAHSİYET GEREKİR
Tarih, yalnızca geçmişin olaylarını sıralayan kuru bir kronoloji değildir; milletlerin varoluşunun mayası, kimliğinin temeli, hafızasının harcıdır. Türk milleti için tarih, sadece hatırlanacak bir geçmiş değil; uğruna mücadele verilecek bir hakikattir. Zira bu milletin tarihi, yüzyıllar boyunca adalet, hoşgörü ve birlikte yaşama kültürüyle şekillenmiş; farklı inançları ve etnik kökenleri bir arada barındıran büyük bir medeniyetin taşıyıcısı olmuştur (Lewis, 2002; Shaw, 1977). Ne var ki bu köklü geçmiş, son yüzyılda sistematik biçimde karalanmaya, çarpıtılmaya ve siyasî hesaplarla şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle 1915 yılına dair ortaya atılan “soykırım” iddiaları, bu tarihsel çarpıtmanın zirveye ulaştığı bir noktayı temsil etmektedir (McCarthy, 2001).
Birinci Dünya Savaşı’nın kaotik ortamında, hem cephelerde emperyalist ordularla hem içeride organize ihanet ağlarıyla mücadele eden Osmanlı Devleti, varlığına doğrudan yönelmiş silahlı isyanlara ve düşman iş birlikçilerine karşı meşru bir savunma refleksi geliştirmiştir (Yalçın, 2008). 27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskân Kanunu bu kapsamda alınmış; savaş bölgesindeki isyancı unsurların etkisiz hâle getirilmesi, cephe gerisinin güvenliğinin sağlanması ve toplumsal düzenin korunması amaçlanmıştır. Bugün bu karar, bağlamından koparılmış şekilde “soykırım” yaftasıyla itham edilmekte, Türk milletine tarihî bir suç isnat edilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu iddialar, ne belgelerle ne uluslararası hukuk normlarıyla ne de vicdanla bağdaşmaktadır (Guenter Lewy, 2005; Justin McCarthy, 2001).
Osmanlı arşivleri, dönemin resmî yazışmaları ve askerî raporları açıkça ortaya koymaktadır ki, 1915 olaylarında ne bir “imha kastı” ne de bir etnik temizlik planı mevcuttur (ATASE, 2006; Türk Tarih Kurumu, 2015). Aksine, sevk sürecinde alınan idarî ve hukukî önlemler, Ermeni nüfusun yaşam hakkının ve mülkiyetinin korunmasını hedeflemektedir. Talat Paşa başta olmak üzere dönemin yöneticileri, bu kararın sınırlarını açıkça çizmiş; kötüye kullanımı engellemek için yerel idareleri sıkı şekilde uyarmışlardır (Uras, 1987). Devletin kendi görevlilerini Divan-ı Harp’te yargılaması, Türk yönetim geleneğinin adalet ve sorumluluk anlayışını yansıtan ender örneklerden biridir (Özdemir, 2019).
Buna rağmen, “soykırım” söylemi bugün ne yazık ki tarih biliminin değil, siyasî baskıların, lobicilik faaliyetlerinin ve emperyalist hesapların diline dönüşmüştür. Fransa, Almanya, ABD gibi ülkelerin parlamentolarında tarihî belgeler ve akademik araştırmalar dikkate alınmaksızın alınan kararlar, ne tarihin vicdanında ne de bilim dünyasında karşılık bulmaktadır (Kévorkian, 2011; Göçek, 2015). Bu durum, Türk milletini tarihî bir günah keçisi hâline getirme çabasının bir parçasıdır. Oysa biz biliyoruz ki, tarih galiplerin değil, hakikatin vicdanıyla yazılır. Ve bu milletin hakikati, arşivlerin, belgelerin ve mazlum coğrafyaların şahitliğinde apaçık ortadadır.
Bu çalışma, 1915 Tehciri’ni Türk milletinin meşru müdafaa hakkı bağlamında değerlendirerek, sözde soykırım iddialarının hukukî, tarihî ve vicdanî temelden yoksun olduğunu belgelemeyi amaçlamaktadır. Gayemiz hamaset üretmek değil; arşivle, mantıkla ve ilimle konuşmaktır. Ama şunu da unutmadan: Bu mesele yalnızca akademik bir tartışma değildir. Bu mesele, Türk milletinin şerefine, tarihine ve haklı geçmişine sahip çıkma meselesidir. Bugün 1915’i savunmak, sadece bir kararın doğruluğunu değil; bir milletin tarihine iftira atılmasına izin vermeme iradesini ortaya koymaktır.
Çünkü bizler, sadece tarih yazan bir milletin çocukları değil; aynı zamanda tarihine sahip çıkan bir iradenin temsilcileriyiz. Tarih bizim için salt bir geçmiş değil; karakterimizin aynası, egemenliğimizin hafızasıdır. Ve biz bu aynayı kimsenin kirletmesine izin vermeyeceğiz.
1915 Tehciri: Devlet Refleksi
- yüzyılın başında Osmanlı Devleti, içten ve dıştan kuşatılmış, imparatorluk düzeninin çözülmeye başladığı dramatik bir tarihsel dönemecin içindeydi. Balkan Harbi’nin yıkımı henüz tamiri mümkün olmadan, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı fırtınası Anadolu’nun üzerine çökmüş, devletin dört bir yanı işgal tehdidi altına girmişti. Savaşın cephede yürütülen kısmı kadar tehlikeli olan bir diğer yönü ise, içerideki silahlı ayaklanmalar ve düşmanla iş birliği yapan unsurlardı (Erickson, 2001). Bu noktada, Ermeni komiteleri – başta Taşnaksutyun ve Hınçak – uzun yıllardır dış merkezlerden beslenen ideolojik örgütlenmelerle, Osmanlı millet sistemini parçalamayı hedefleyen bir çizgi izlemiş, halkı ayrılıkçı isyanlara sürüklemişti (McCarthy, 2001; Yalçın, 2008).
Van, Erzurum, Zeytun, Bitlis, Muş ve Adana gibi şehirlerde patlak veren silahlı isyanlar yalnızca askerî otoriteye karşı değil, doğrudan Türk köylerine yönelmişti. Kadınlar süngüleniyor, çocuklar diri diri yakılıyor, camilerde toplu katliamlar yapılıyordu (ATASE, 2006; Uras, 1987). Bu bir halkın “özgürlük arayışı” değil; sistematik bir ihanetin ve emperyalizm adına yürütülen taşeronluğun kanlı yansımasıydı. İşte böylesi bir ortamda, Osmanlı Devleti’nin aldığı Tehcir (Sevk ve İskân) kararı, bir milleti korumaya yönelik zorunlu ve tarihsel bir refleksin sonucuydu (Lewy, 2005). Bu karar, ne bir nefretin ürünüydü ne de bir intikamın; tam tersine, yaşananların kontrol altına alınması, cephe gerisinin güvenliğinin sağlanması ve bin yıllık Türk-Ermeni komşuluğunun onurunu daha fazla kirletmeden düzene kavuşturulması amacı taşıyordu.
Bu kararın arkasında, dönemin devlet aklını yönlendiren ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurumsal hafızasını temsil eden Talat Paşa vardı. Talat Paşa, bu sürecin hem siyasi hem insani hem de idarî sorumluluğunu doğrudan üstlenmiş, Osmanlı devlet arşivlerinde kendi imzasıyla yer alan emirnamelerde, tehcir edilen Ermenilerin can ve mal güvenliğinin mutlak surette korunmasını, barınma, iaşe, sıhhiye hizmetlerinin aksatılmamasını, yerel yöneticilerin suistimallerine karşı hukuki işlem başlatılmasını emretmiştir (Türk Tarih Kurumu, 2015; ATASE, 2006). Böylesi olağanüstü bir dönemde, adeta savaşın ortasında hukuk devleti refleksiyle hareket eden Osmanlı Devleti, tehciri bir insanlık dışı uygulama değil; insanî sorumlulukla yürütülen bir güvenlik tedbiri olarak yürürlüğe koymuştur (McCarthy, 2001; Özdemir, 2019).
Ne var ki bugünün siyasî ikliminde, bu kararı “soykırım” olarak sunan çevreler, hem tarihî belgeleri kasıtlı olarak göz ardı etmekte hem de Talat Paşa başta olmak üzere Osmanlı yöneticilerini hedef alarak Türk milletinin onurunu kırmaya çalışmaktadır. Oysa Talat Paşa yalnızca bir siyaset adamı değil; bu milletin zor zamanlarında elini taşın altına koymuş, sorumluluk almış ve sonunda hain bir pusuyla Berlin’de katledilmiş bir vatan evladıdır (Çiçek, 2010). Onun itibarsızlaştırılmaya çalışılması, yalnızca şahsına değil; bir milletin tarihî hafızasına, adalet anlayışına ve meşru müdafaasına yapılan saldırıdır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, her ne kadar zaman zaman eleştirilse de, 1915’teki tehcir kararı bağlamında devleti ayakta tutmaya çalışan, halkın birliğini ve dirliğini korumayı hedefleyen stratejik bir siyasal iradeyi temsil etmiştir (Ahmad, 1993). O dönemin dünyasında, isyana karışan gruplara karşı alınan tedbirler yalnız Osmanlı’ya özgü değildir. Rusya, Fransa, Almanya ve Britanya gibi devletler de savaş dönemlerinde benzer önlemler almıştır (Dadrian, 1995). Ancak ne gariptir ki, yalnızca Osmanlı Devleti’nin uygulamaları “soykırım” yaftasıyla itham edilmekte; Batılı devletlerin örttüğü kendi tarihî suçları ise görmezden gelinmektedir.
1915 Tehciri, bu çifte standarda kurban edilemeyecek kadar açık, belgeli ve anlaşılabilir bir devlet kararıdır. Ve bu karar, Türk milletine karşı işlenmiş sayısız iftiranın ortasında, bir milletin devletini ve halkını koruma iradesinin tarihî belgesidir. Bu karar, Talat Paşa gibi şahsiyetlerin cesareti ve vatanseverliğiyle şekillenmiş; bugün hâlâ Türk milletine yöneltilen suçlamalara karşı en güçlü cevabımızdır.
Bugün bu kararı “soykırım” diye yaftalayanlar, aslında Türkiye’ye ve Türk milletine karşı yürütülen çok boyutlu bir siyasî baskının parçasıdır. Bu baskıya karşı durmanın yolu, sadece inkâr ya da savunma değil; bilimle, hukukla, belgelerle, tarih şuuru ve millî duruşla hakikati haykırmaktır. Tehcir, bir kıyım değil; bir milletin varlık mücadelesidir. Bir savaş suçu değil; bir devletin, üzerine yürüyen düşmana karşı halkını savunma iradesidir.
“Soykırım” İddialarının Analizi
1915 olaylarına dair dünya kamuoyunda yaygın şekilde dile getirilen “1.5 milyon Ermeni’nin katledildiği” yönündeki iddia, gerçeği yansıtmadığı gibi, Türk milletini haksız yere töhmet altında bırakmayı amaçlayan bir dezenformasyonun ürünüdür (McCarthy, 2001; Shaw, 1977). Osmanlı Devleti’nin 1914 yılına ait nüfus sayım kayıtları, Anadolu’daki toplam Ermeni nüfusunun yaklaşık 1.295.000 civarında olduğunu ortaya koymaktadır (Erickson, 2001). Bu sayı, dönemin Batılı gözlemcilerinin ve konsolosluk raporlarının verileriyle de örtüşmektedir. Ortada bu denli büyük bir ölüm rakamını doğrulayacak ne bir belge ne de sahada tutarlı bir gözlem mevcuttur. Basit bir aritmetik değerlendirme dahi, bu iddianın bilimsel değil, ideolojik bir propaganda ürünü olduğunu göstermektedir (Lewis, 2002).
Tehcir sırasında yaşanan kayıpların önemli bir kısmı, savaşın olağanüstü koşullarının, göç yollarındaki açlık ve salgınların, asayiş problemlerinin ve yerel çatışmaların bir sonucu olarak değerlendirilmelidir (Lewy, 2005; Uras, 1987). Aynı dönemde, Ermeni çetelerinin saldırıları sonucu 500.000’i aşkın Türk ve Müslüman sivil de katledilmiştir (ATASE, 2006). Ne var ki bu gerçekler, kasıtlı olarak göz ardı edilmekte, Türk milletinin yaşadığı büyük acılar görmezden gelinmektedir. Bu çifte standart, tarihi hakikatten uzaklaştıran, vicdanı felç eden bir yaklaşımın ürünüdür (Lewis, 2002).
“Soykırım” iddiasının en çok referans gösterilen dayanaklarından biri, Aram Andonian tarafından yayımlanan ve Talat Paşa’ya ait olduğu iddia edilen telgraflardır. Ancak bu sözde belgeler, içerik ve biçim açısından Osmanlı bürokrasisinin belge düzenine aykırı olduğu gibi, tarihsel ve teknik yönden birçok çelişki barındırmaktadır (Özdemir, 2019). Dönemin uzmanları tarafından yapılan bilimsel analizler, telgrafların gönderildiği iddia edilen tarihlerde bahsi geçen bölgelerde telgraf merkezlerinin dahi bulunmadığını ortaya koymuştur. Kullanılan şifreleme yöntemleri ise Osmanlı’da hiç kullanılmamış sistemlerdir (Lewy, 2005). Bu durum, belgelerin sahte olduğunu ve Türk milletine yönelik tarihî bir iftiranın akademik kılıfa sokulmaya çalışıldığını açıkça göstermektedir.
Uluslararası hukuk bağlamında da bu iddiaların geçersizliği açıktır. 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’ne göre, bir olayın “soykırım” sayılabilmesi için, hedef grubun tümünü veya bir kısmını kasten ve sistematik biçimde imha etmeye yönelik niyetin (dolus specialis) bulunması gerekir (United Nations, 1948). Oysa Osmanlı Devleti’nin arşiv kayıtları, tehcir edilen Ermenilerin can ve mal güvenliğini sağlamak üzere valiliklere açık talimatlar gönderildiğini; bu süreci suistimal eden görevlilerin ise yargılanarak cezalandırıldığını ortaya koymaktadır (ATASE, 2006; Türk Tarih Kurumu, 2015). Eğer devletin amacı gerçekten bir imha planı olsaydı, bu tür önlemler değil, sistemli infazlar belgelenirdi. Türk devleti, zorunlu yer değiştirmeyi insani boyutta yürütmeye çalışmış, savaşa rağmen hukuk ve vicdan ilkelerinden sapmamaya özen göstermiştir (McCarthy, 2001).
Nitekim bu gerçekler, yalnızca Türk araştırmacılar tarafından değil; Batılı akademisyenlerce de dile getirilmektedir. Princeton Üniversitesi’nden Bernard Lewis, 1915 olaylarının arkasında sistematik bir imha kastının olmadığını açıkça ifade ederken (Lewis, 2002), Oxford’dan Norman Stone, tehcir kararının bir savaş zorunluluğu olduğunu belirtmiştir (Stone, 2007). Kentucky Üniversitesi’nden tarihçi Justin McCarthy ise, tehcirin karşılıklı acılara yol açtığını ve Türklerin Ermenilerden daha fazla kayıp verdiğini rakamsal olarak ortaya koymuştur (McCarthy, 2001).
Bütün bu değerlendirmeler ışığında açıkça görülmektedir ki, 1915 olaylarının “soykırım” olarak tanımlanması, tarihsel hakikate değil, siyasî baskıya ve ideolojik manipülasyona dayanmaktadır. Türk milleti, arşivlerin, belgelerin ve adaletin ışığında kendisini savunmakta; tarihî meşruiyetini belgelerle kanıtlamakta ve iftiralara karşı bilimsel bir onur mücadelesi vermektedir. Bu mücadele, yalnızca geçmişe sahip çıkma meselesi değil; aynı zamanda milletimizin bugününe ve yarınına yönelik bir bilinç ve duruştur.
Gerçekliğin Siyasallaşması
Tarih, sadece olmuş bitmiş olayların yazımı değil; milletlerin var oluşlarını meşrulaştıran, kimliklerini şekillendiren ve geleceklerini inşa ettikleri en önemli hafızadır (Nora, 1989). Ne yazık ki 1915 olaylarına dair uluslararası söylem, bu tarihî hafızayı delik deşik eden çarpıtmalara, ideolojik manipülasyonlara ve diplomatik şantajlara maruz kalmaktadır. Bugün “Ermeni Soykırımı” söylemi, birçok ülkenin parlamentosunda, belgeye ve tarihî bağlama dayanmadan, yalnızca iç siyaset kaygılarıyla kabul edilmekte; adeta bir diplomatik koz olarak Türk milletinin karşısına çıkarılmaktadır (Gunter, 2011). Böylece tarihî olaylar bilimsel tartışma alanından kopartılmakta, siyasetin araçsallaştırdığı bir silaha dönüştürülmektedir.
Bu sözde soykırım iddiaları, tarihî gerçekliğin değil, Ermeni lobisinin yıllar süren propaganda faaliyetlerinin ve Batılı devletlerin tarihî sorumluluktan kaçma çabalarının ürünüdür (Lewy, 2005; McCarthy, 2001). Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Anadolu’yu işgal planlayan emperyalist devletlerin, Sevr Antlaşması çerçevesinde Ermenilere “Doğu Anadolu’da bağımsız bir devlet” vaadiyle sunduğu hayal kırıklığı, bugün hâlâ siyasi bir yara olarak gündemde tutulmaktadır (Fromkin, 1989). Gerçekte 1915’te yaşananlar, Osmanlı Devleti’nin yıkıma sürüklendiği bir dönemde, iç isyanlarla mücadele ederken aldığı zorunlu bir güvenlik önlemidir (Erickson, 2001). Ancak bu önlem, tarihî bağlamdan koparılarak ve tek taraflı olarak değerlendirilmekte, Türk milletine kolektif bir suç isnat edilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, 2005 yılında Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül’ün imzasıyla tarafsız tarihçilerden oluşacak bir komisyon kurulmasını ve Osmanlı arşivlerinin karşılıklı olarak araştırılmasını teklif etmiştir. Bu teklif, yalnızca diplomatik nezaketin değil, aynı zamanda tarihî hakikate olan güvenin göstergesidir (Oran, 2005). Ancak Ermeni tarafı bu teklifi reddetmiş; çünkü iddialarının bilimsel temelde tartışılmasını değil, siyasi zeminde kabul ettirilmesini tercih etmektedir. Çünkü arşivlerin açılması, propaganda ile inşa edilmiş bu söylemin altını boşaltacak, hakikatin ışığı o karanlık kurguyu dağıtacaktır (ATASE, 2006).
Bu süreçte Türk milletinin sergilediği duruş; ne inkâr ne boyun eğmedir. Bu duruş, tarihine sahip çıkan, arşivle, belgeyle, hukukla konuşan, ama aynı zamanda millet onuruna yönelik saldırılar karşısında susmayan bir vakardır. Türk milleti, binlerce yıllık devlet geleneğinde onlarca etnik ve dinî unsuru aynı çatı altında adaletle yönetmiş; millet sistemine dayalı hoşgörü anlayışını Batı’nın “medeniyet” dediği yapının çok öncesinde hayata geçirmiştir (İnalcık, 1993). Osmanlı topraklarında kiliseler, sinagoglar, manastırlar yüzyıllarca özgürce işlemiş; farklı inançlardan toplumlar, yerel özerklikleriyle varlıklarını sürdürmüştür. Böylesine bir geleneğin mirasçısı olan Türk milletine “soykırımcı” yaftası yapıştırmak, yalnızca tarihî gerçekleri çarpıtmak değil; bir medeniyetin ahlâkını kirletmeye kalkışmaktır.
1915’te çıkarılan Tehcir Kanunu, savaş ortamında cephe gerisini korumak, askerî lojistiği güvence altına almak ve silahlı isyanları bastırmak amacıyla alınmış zorunlu bir devlet refleksidir (Lewy, 2005). Van İsyanı, Ermeni gönüllü birliklerinin Rus ordusuyla iş birliği içinde Osmanlı askerine ve sivil halka saldırması, ordu kervanlarının pusuya düşürülmesi gibi sayısız somut vaka bu önlemin kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır (Shaw & Shaw, 1977). Bu gerçekler görmezden gelinerek, tehcir süreci bir “soykırım” olarak sunulmakta, tarihî bağlam kasıtlı biçimde silinmektedir.
Bugün Ermeni iddialarının kabul edilmesini isteyen devletler, bu iftirayı diplomatik koz olarak masaya sürmekte; Türkiye’ye karşı baskı unsuru olarak kullanmaktadır (Grigoryan, 2017). Fransa, Almanya, Kanada gibi ülkeler, kendi tarihî sömürge suçlarını ve soykırımlarını tartışmazken, Osmanlı’nın hukukî temele dayanan tehcir kararını “soykırım” diye damgalamakta bir beis görmemektedir. Bu bir çifte standart değil, düpedüz tarihî ahlâksızlıktır.
Türk gençliğine düşen sorumluluk burada başlar. Bu mesele yalnızca akademik değil; millî bir bilinç ve varoluş meselesidir. Gençler, tarihlerini yalnızca öğrenmekle kalmamalı, onu belge, bilgi ve bilinçle savunmalıdır. Sadece duygularla değil; arşivlerle, hukukî normlarla ve uluslararası literatürle konuşan, ama aynı zamanda milletin onurunu savunmaktan çekinmeyen bir nesil, bu saldırılara karşı en güçlü cevabı verecektir. Çünkü tarih, yalnızca geçmişi değil; geleceği de inşa eden bir bilinçtir. Geçmişine sahip çıkmayan bir milletin, geleceğini inşa etme hakkı da yoktur.
SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME
1915 olayları, tarihsel bağlamından koparıldığında yalnızca bir dönemin savaş koşullarındaki trajik gelişmeleri olarak değil; aynı zamanda günümüze taşınmış sistematik bir ithamın ve tarihî bir haksızlığın aracı hâline getirilmiştir (Lewy, 2005; McCarthy, 2001). Tehcir kararının soykırım kavramı ile özdeşleştirilmesi, ne belgelerle, ne arşiv kayıtlarıyla, ne de uluslararası hukuk normlarıyla örtüşmektedir (United Nations, 1948; Özdemir, 2019). Bu çalışma süresince ortaya konulan bilgi, belge ve değerlendirmeler, Osmanlı Devleti tarafından alınan bu kararın, etnik temelli bir yok etme operasyonu değil; doğrudan devletin ve milletin bekâsına yönelen tehditlere karşı alınmış zarurî ve geçici bir güvenlik önlemi olduğunu açıkça göstermektedir.
Uluslararası hukuka göre bir eylemin soykırım sayılabilmesi için, planlı ve sistematik bir imha kastı taşıması gerekmektedir (Schabas, 2009). Oysa Osmanlı arşivleri, dönemin resmî yazışmaları ve uygulamaya konulan hukuki süreçler, tam aksine, devletin Ermeni nüfusun can ve mal güvenliğini korumaya dönük irade ortaya koyduğunu gözler önüne sermektedir (ATASE, 2006; Türk Tarih Kurumu, 2015). Bu süreçte Ermenilere maaş bağlanması, sağlık ve iaşe yardımı yapılması, yollarda oluşturulan yardım merkezleri ve tehcir sürecini istismar eden görevlilerin Divan-ı Harp’te yargılanması gibi somut uygulamalar, “imha kastı” iddiasını baştan çürütmektedir (Yalçın, 2008; Özdemir, 2019). Ancak bütün bu gerçeklere rağmen, Ermeni tarafının ve onları destekleyen bazı Batılı aktörlerin, başta Aram Andonian’ın sahte telgrafları olmak üzere birçok tarih dışı unsura dayalı olarak yürüttükleri kara propaganda, hâlâ uluslararası siyasetin bir parçası olarak sürdürülmektedir (Lewy, 2005).
Bu noktada sorgulanması gereken yalnızca Ermeni iddialarının tarihî dayanaktan yoksunluğu değil; aynı zamanda Batı’nın ikiyüzlü tutumudur. Kendi tarihî sicillerinde sayısız sömürge suçu, yerli halk katliamı ve gerçek soykırımlar bulunan bu ülkeler, Osmanlı’nın meşru güvenlik uygulamasını “soykırım” olarak tanıma cüretini göstermektedir (Gunter, 2011; Grigoryan, 2017). Cezayir’de, Ruanda’da, Hindistan’da, Güney Afrika’da gerçek soykırımlar gerçekleştiren güçlerin, Türk milletine tarihî suç isnat etmeleri, sadece bilimsel değil, ahlâkî bir tutarsızlık örneğidir. Bu, tarih üzerinden bir milletin itibarına saldırmaktır; belgesiz, vicdansız ve kasıtlı bir karalama kampanyasıdır.
Tüm bunlara rağmen, Türkiye Cumhuriyeti devleti bu konuyu polemikle değil, bilimsel yöntemle çözmek istemektedir. Defalarca dile getirilen, karşılıklı arşivlerin açılmasını ve uluslararası, tarafsız tarihçilerin oluşturacağı bir hakikat komisyonunun kurulmasını içeren teklif, Türk tarafının tarihî özgüveninin ve haklılığının en açık göstergesidir (Oran, 2005). Ancak bu çağrının sürekli olarak Ermeni tarafınca reddedilmesi, iddialarının ne kadar sağlam temellere dayandığını değil; ne kadar kırılgan ve savunulamaz olduğunu göstermektedir.
Bu çerçevede Türk milletinin duruşu, inkâr üzerine değil; belgelere, arşive, hukuk ve vicdana dayalı bir savunma anlayışı üzerine kuruludur (İnalcık, 1993). Bu tavır, yalnızca geçmişimizi savunma çabası değildir; aynı zamanda geleceğe olan inancımızın, millet olarak onurumuzun ve tarihî gerçeklik karşısındaki dik duruşumuzun bir tezahürüdür. Özellikle Türk gençliğinin bu meseleye yaklaşımı, duygusal tepkilerden ziyade, bilgiye dayalı, sistemli ve özgüvenli olmalıdır. Her saldırıya karşı cevabını bilgiden alan bir bilinçle donanmak, bu milletin gelecek nesillerine bırakacağı en büyük mirastır.
Sonuç olarak 1915 olaylarına ilişkin “soykırım” iddiaları, tarihî belgeler, nüfus kayıtları, uluslararası hukuk ve objektif akademik araştırmalar açısından hiçbir geçerliliğe sahip değildir (Lewis, 2002; Stone, 2007). Bu söylem, siyasi çıkarların ve ideolojik mühendisliğin ürünü, hakikatin önüne konmuş bir perdenin ifadesidir. Türk milleti, bu karanlık perdenin arkasında kalmayacak kadar güçlü, arşivlerinin ışığında konuşacak kadar özgüvenlidir. Tarih, adaletin ve sabrın mahkemesidir. Bu mahkemede Türk milleti ne suçludur ne sanık; aksine iftiraya uğramış ama hakikatle kendini temize çıkarmış bir millettir.
KAYNAKÇA
Ahmad, F. (1993). The Making of Modern Turkey. Routledge.
ATASE. (2006). 1915 Olaylarına Ait Belgeler. Genelkurmay Başkanlığı Yayınları.
Erickson, E. J. (2001). Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War. Greenwood Press.
Fromkin, D. (1989). A Peace to End All Peace. Holt.
Göçek, F. M. (2015). Denial of Violence. Oxford University Press.
Grigoryan, M. (2017). Armenian diaspora and genocide recognition politics. Nationalities Papers, 45(4), 695–713.
Gunter, M. M. (2011). Pursuing the Just Cause of Their People: A Study of Contemporary Armenian Terrorism. Greenwood Press.
İnalcık, H. (1993). The Ottoman Empire: The Classical Age 1300–1600. Phoenix.
Lewy, G. (2005). The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide. University of Utah Press.
Lewis, B. (2002). The Emergence of Modern Turkey (3rd ed.). Oxford University Press.
McCarthy, J. (2001). The Ottoman Peoples and the End of Empire. Arnold.
Nora, P. (1989). Between memory and history: Les lieux de mémoire. Representations, (26), 7–24.
Oran, B. (2005). Türkiye’nin Ermeni açılımı ve uluslararası tarih komisyonu önerisi. Birikim, (194), 64–69.
Özdemir, H. (2019). Divan-ı Harp ve Osmanlı’da savaş hukuku uygulamaları. Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları Dergisi, 5(2), 67–88.
Schabas, W. A. (2009). Genocide in International Law: The Crime of Crimes (2nd ed.). Cambridge University Press.
Shaw, S. J., & Shaw, E. K. (1977). History of the Ottoman Empire and Modern Turkey (Vol. 2). Cambridge University Press.
Stone, N. (2007). Turkey: A Short History. Thames & Hudson.
Türk Tarih Kurumu. (2015). Tehcir ve Ermeni Meselesi Üzerine Belgeler. TTK Yayınları.
United Nations. (1948). Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide.
M. Batuhan Akça
Latest posts by M. Batuhan Akça (see all)
- TEHCİR: TÜRK MİLLETİNİN MEŞRU MÜDAFAASI - 24 Nisan 2025
- MANTI - 22 Aralık 2024
- Popülizm ve Türk Milliyetçiliği: Siyasi Strateji ile İdeolojik Kimlik Arasında - 20 Aralık 2024
- Türkiye’nin Suriye Politikası: Güvenli Bölgeler ve Stratejik Öncelikler - 21 Kasım 2024