Ziya Gökalp Türklerde Ahlak Makalesi Üzerine İnceleme

 

Giriş

Türklerin Ahlak Anlayışı

Tarih boyunca büyük medeniyetlerin her biri, insanlık kültürüne farklı bir alanda üstün katkılar sağlamış ve bu alanlarda zirveye ulaşmıştır. Eski Yunanlılar estekte, Romalılar hukukta, Yahudiler ve Araplar dinde, Fransızlar edebiyatta, Anglo-Saksonlar iktisatta, Almanlar müzik ve felsefede, Türkler ise ahlakta birinciliği elde etmişlerdir. Bu bağlamda, Türk tarihi, ahlaki faziletlerin sergilendiği bir sahne niteliğindedir.

Türklerin mağlup ettikleri toplumlara tanıdıkları milli ve dini özerklik hakları, yalnızca yüksek bir ahlaki anlayışı yansıtmakla kalmayıp, aynı zamanda insan hakları ve yönetim ilkeleri açısından örnek teşkil etmektedir. Ancak ne yazık ki, Türklerin bu alicenap yaklaşımı, mağlup milletler tarafından suistimal edilerek kapitülasyonlar gibi ağır yükümlülüklerle bir zayıflık unsuru haline dönüştürülmüştür. Bu durum, hem Türklerin hem de karşı tarafın ahlaki tavrını karakterize eden, tarihsel açıdan oldukça öğretici bir tablodur.

Bu çalışmada, Türklerin tarih boyunca sergiledikleri ahlaki mefkurelerini ve bu bağlamda farklı ahlak türlerini incelemek amaçlanmaktadır. Türk toplumunun ahlak anlayışı, geniş bir yelpazede yer alan şu kategoriler üzerinden ele alınacaktır:

  • Vatani ahlak,
  • Mesleki ahlak,
  • Aile ahlakı,
  • Cinsi ahlak,
  • Medeni (şahsi) ahlak,
  • Milletlerarası ahlak.

Çalışmanın amacı, bu ahlak türlerinin Türk kültüründeki yerini ve etkisini derinlemesine analiz ederek Türklerin medeniyet tarihine sağladığı katkıyı ahlaki perspektiften yeniden değerlendirmektir.

 

Ziya Gökalp Hayatı, Düşünceleri ve Eserleri Hakkında Değerlendirme

Ziya Gökalp, Türk düşünce dünyasında derin etkiler bırakmış, modern Türk milliyetçiliğinin fikir babası olarak tanınan bir düşünür, sosyolog ve yazar olarak Türk tarihinde önemli bir yere sahiptir. Gökalp’in eserleri, Osmanlı’nın son döneminden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen süreçte Türk toplumunun kimlik arayışını, modernleşme çabalarını ve toplumsal dönüşümünü anlamak açısından da temel bir kaynak niteliğindedir.

Hayatı ve Eğitimi

Ziya Gökalp, 23 Mart 1876’da Diyarbakır’da dünyaya gelmiştir. Asıl adı Mehmed Ziya’dır. Babası Tevfik Bey ve annesi Zeliha Hanım, Gökalp’in kültürel ve entelektüel gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Diyarbakır’da başladığı eğitimine, geleneksel medrese eğitimi ile devam etmiş; bu süreçte hem İslam kültürüyle hem de Batı düşüncesiyle tanışmıştır (Mardin, 1983). Genç yaşta Jön Türk hareketine ilgi duyan Gökalp, 1895 yılında İstanbul’a gelerek Baytar Mektebi’ne kaydolmuştur. Bu yıllar, onun hem pozitivist felsefe ile hem de milliyetçi düşüncelerle tanışmasına olanak tanımıştır. Gökalp’in entelektüel gelişiminde Auguste Comte ve Émile Durkheim gibi Batılı sosyologların etkisi büyüktür. Baytar Mektebi’nde eğitim aldığı sırada, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılarak siyasi olarak da aktif bir rol üstlenmiştir. Ancak bu dönemdeki faaliyetleri nedeniyle tutuklanmış ve Diyarbakır’a sürgüne gönderilmiştir. Bu sürgün, Gökalp’in hayatında bir dönüm noktası olmuş ve onu, Türk milletine hizmet etmeye yönelik ideallerini derinleştirmiştir (Hanioğlu, 2005).

Entelektüel Çalışmaları ve Fikir Hayatı

Ziya Gökalp’in düşünce hayatı, Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme süreci ile şekillenmiştir. Gökalp, Batı medeniyetinin teknik ve bilimsel yönlerinin alınmasını savunurken, Türk toplumunun kendi milli kimliğini koruması gerektiğini vurgulamıştır. Bu bağlamda, onun “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” formülü, dönemin siyasi ve toplumsal sorunlarına yönelik bir çözüm önerisi olarak dikkat çekmiştir (Gökalp, 1923).Gökalp, özellikle Türkçülük hareketi bağlamında önemli bir lider ve teorisyen olarak öne çıkmıştır. Türk milliyetçiliğini sadece etnik bir kavram olarak değil, kültürel bir bütünlük içinde ele almıştır. Ona göre, bir milletin varlığı, ortak dil, din, ahlak ve gelenekler temelinde şekillenen kültürel bağlarla tanımlanmalıdır. Bu anlayışıyla Gökalp, Durkheim’in toplumsal bütünleşme kavramını Türk toplumuna uyarlayarak bir sosyolojik teori geliştirmiştir (Mardin, 1983).

Eserleri ve Düşünceleri

Gökalp’in yazıları, özellikle Türk Yurdu ve Yeni Mecmua gibi dergilerde yayımlanmış, bu dergiler aracılığıyla geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Onun en önemli eserlerinden biri olan Türkçülüğün Esasları, Türk milliyetçiliğinin temel ilkelerini sistematik bir şekilde ele aldığı bir başyapıttır (Gökalp, 1923). Bu eserde Gökalp, Türkçülüğün bir ırk meselesi olmadığını, aksine kültürel bir birlik ve dayanışma üzerine inşa edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.Bir diğer önemli eseri olan Doğru Yol, Türk toplumunun modernleşme sürecinde izlemesi gereken yolu felsefi ve sosyolojik temeller üzerinden tartışmaktadır. Gökalp, bu eserlerinde hem İslam dininin hem de Türk geleneklerinin modern dünya ile uyum içinde nasıl yaşatılabileceğini tartışmıştır (Hanioğlu, 2005).Gökalp’in edebi çalışmaları arasında yer alan şiirleri de, onun düşünce dünyasının bir yansımasıdır. Şiirlerinde milli duyguları ön plana çıkaran Gökalp, edebi eserlerini Türkçülük ideolojisinin bir aracı olarak kullanmıştır. Altın Işık adlı eseri, Türk mitolojisini ve masallarını modern bir dille yeniden yorumladığı bir çalışmadır.

Ziya Gökalp ve Türk Modernleşmesi

Ziya Gökalp, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde modernleşme kavramını Türk toplumunun ihtiyaçlarına uyarlayan bir düşünürdür. Gökalp’e göre, modernleşme Batı’yı taklit etmek değil, milli değerleri koruyarak çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmaktır. Bu bağlamda, Gökalp’in pozitivist felsefesi ile geleneksel değerler arasında kurduğu denge, Türk modernleşmesinin temel ilkelerinden biri olarak kabul edilebilir (Mardin, 1983).Cumhuriyet’in ilanından sonra Gökalp, Türkiye’nin sosyal, siyasal ve kültürel politikalarının şekillenmesinde de etkili olmuştur. Milli Eğitim politikalarının oluşturulmasında onun fikirlerinden ilham alınmış ve Türk kültürünün yeniden inşasında önemli bir rehber olarak görülmüştür.

Ölümü ve Mirası

Ziya Gökalp, 25 Ekim 1924 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. Ancak, onun fikirleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel ve siyasal temellerinin oluşumunda kalıcı bir etki bırakmıştır. Gökalp’in eserleri ve düşünceleri, yalnızca kendi döneminde değil, sonraki kuşaklar için de bir rehber niteliği taşımaktadır. Türk milliyetçiliği, sosyoloji ve edebiyat alanındaki katkıları, onu Türk düşünce tarihinin önde gelen isimlerinden biri yapmıştır.Ziya Gökalp, Türk milletinin kimlik arayışında ve modernleşme sürecinde önemli bir düşünür olarak öne çıkmıştır. Onun eserleri, Türk toplumunun tarihi, kültürel ve toplumsal dinamiklerini anlamak için temel bir kaynak olma özelliği taşımaktadır. Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” anlayışı, Türk modernleşmesinin yönünü belirleyen bir rehber niteliğindedir. Bu nedenle, Gökalp’in fikirleri, hem dönemi hem de günümüz açısından değerini korumaktadır.

 

1.Vatani Ahlak

Eski Türklerde vatani ahlak, toplumsal yapının temel taşlarından birini oluşturmuş, sosyal, siyasal ve kültürel hayatın düzenlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Türklerin vatan algısı, yalnızca fiziksel bir coğrafyayı değil, aynı zamanda milli kültür, gelenek ve manevi değerlerin bütününü ifade eden bir kavram olarak dikkat çeker. Vatan, hem ataların hatırasını yaşatan kutsal bir miras hem de gelecek nesillere devredilecek bir emanet olarak görülmüştür. Bu bağlamda, Türk milletinin vatana duyduğu bağlılık, hem ahlaki hem de siyasi bir olgu olarak öne çıkmıştır.

Eski Türk toplumunda vatan, yalnızca bir yaşam alanı değil, aynı zamanda milli kimliğin ve kültürel sürekliliğin bir simgesi olarak görülmüştür. Bu bağlamda, Gök Tanrı inancına dayanan vatan anlayışı, kutsallık boyutunu da içermekteydi. Türk mitolojisinde, Gök Tanrı’nın yeryüzüne inerek Kutlu İl’in ortaya çıkmasına sebep olduğu inancı, vatanın kutsiyetine dair önemli bir göstergedir. Bu inanış, Türk milletinde vatana karşı duyulan derin bağlılığın temellerini oluşturmuştur (Kaşgarlı Mahmud, 1072). Vatan sevgisinin ve fedakarlığının en önemli örneklerinden biri, Hun hükümdarı Mete Han’ın davranışlarında görülmektedir. Mete Han, vatandaşlarının güvenliğini sağlamak amacıyla kişisel fedakarlıklarda bulunmuş, ancak vatan topraklarından bir karış dahi verilmesine karşı çıkmıştır. Bu tavır, vatanın bireysel çıkarlar üzerinde bir değer taşıdığını göstermesi açısından dikkat çekicidir (Kafesoğlu, 1984).

Eski Türklerde siyasi örgütlenme, vatani ahlakın temel unsurlarıyla yakından ilişkilidir. İl olarak adlandırılan siyasi yapı, toplumsal düzenin ve adaletin sağlandığı bir merkez olarak görülmekteydi. Hükümranlık anlayışı, bireylerin eşitliği ve toplumsal katılım ilkelerine dayanıyordu. İl’in yönetimi, boy beylerinden oluşan ve halkın temsil edildiği meclisler tarafından gerçekleştirilmekteydi. Bu meclisler, halkın iradesini yansıtan bir mekanizma olarak işlev görmekteydi (Ögel, 1981). Kurultay adı verilen bu meclisler, savaş ve barış gibi önemli kararların alınmasında belirleyici bir rol oynuyordu. Mete Han’ın “Vatan, bizim mülkümüz değildir; mezarda yatan atalarımızın ve doğacak torunlarımızın mülküdür” şeklindeki ifadesi, vatani ahlakın hukuki ve siyasi boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır (Gömeç, 1997).

Türk kültüründe töre, yani milli kültür, vatani ahlakın temel unsurlarından biri olarak kabul edilmiştir. Kaşgarlı Mahmud’un “ülkeden geçilir, töreden geçilmez” atasözü, milli kültüre verilen önemi ve bunun vatan algısıyla ilişkisini göstermektedir. Bu anlayış, kültürel sürekliliğin sağlanmasında ve toplumsal birlikteliğin korunmasında vatani ahlakın oynadığı merkezi rolü ifade etmektedir (Kaşgarlı Mahmud, 1072). Eski Türklerdeki barış ve eşitlik anlayışı da vatani ahlakın bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. İl kelimesinin “barış” anlamına gelmesi ve ilhanların, tüm Türk boylarını birleştirerek geniş bir barış ortamı yaratma çabaları, bu bağlamda değerlendirilebilir. İlhanların savaşlarını, “daimi ve geniş bir barış sahası kurmak” amacıyla yürütmeleri, Türk siyasi ve ahlaki anlayışında barışın önemini vurgulamaktadır (Kafesoğlu, 1984).

Eski Türklerde vatani ahlak, sadece tarihsel bir olgu değil, aynı zamanda günümüz toplumu için de önemli dersler sunmaktadır. Türk milliyetçiliğinin ve modern vatan anlayışının temelinde, Eski Türklerin bu yüksek ahlak anlayışı bulunmaktadır. Özellikle, bağımsızlık ve özgürlük gibi kavramların korunmasında vatani ahlakın oynadığı rol, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Gökalp’in de vurguladığı gibi, millet ve vatan idealleri, diğer toplumsal zümrelerden daha üstün bir konumdadır (Gökalp, 1923).

Esas olarak, Eski Türklerde vatani ahlak, yalnızca bir etik anlayış değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel hayatı yönlendiren bir rehber niteliği taşımıştır. Türk milletinin vatan algısı, milli kültür, barış ve toplumsal eşitlik ilkeleriyle iç içe geçmiş bir değerler bütünü olarak şekillenmiştir. Günümüz dünyasında bu anlayış, bağımsızlık ve milli kimlik gibi kavramların anlamlandırılmasında hala yol gösterici bir öneme sahiptir. Eski Türklerin vatani ahlak anlayışının, Türk düşünce tarihine ve modern toplum yapısına olan katkıları, incelenmeye ve anlaşılmaya değer bir miras olarak karşımızda durmaktadır.

 

2.Mesleki Ahlak

Eski Türklerde mesleki ahlak, toplumsal düzenin ve ekonomik hayatın temel taşlarından birini oluşturmuştur. Bu ahlak anlayışı, “yol” kavramı etrafında şekillenmiştir. Yol, mesleğin sadece bir iş değil, aynı zamanda ahlaki ve sosyal sorumluluklar çerçevesinde bir yaşam biçimi olduğunu ifade eder. Bektaşi kültüründe yer alan “İl’den gelen seyyid” anlayışı, yolun soy bağından daha üstün tutulduğunu gösterir. Bu durum, mesleklerin bireysel çıkarların üzerinde bir değer taşıdığını ve toplumsal dayanışmanın öncelikli olduğunu vurgular (Gökalp, 1923).

Eski Türklerde meslek grupları; torunlar, kamlar, buyruklar ve bitikçiler olmak üzere dört ana yola ayrılmıştır. Bu yapılar, toplumsal düzenin sürdürülebilmesi ve mesleki değerlerin korunmasında önemli bir rol oynamıştır. Selçuklu döneminde bu yapı Ahilik teşkilatıyla kurumsallaşmış, fütüvvet ilkelerine dayalı bir sistem haline gelmiştir. Fütüvvet, bireyin kendisini toplumun diğer üyelerinden önce düşünmeyerek fedakarlık ve ahlaki olgunluk göstermesini ifade eder. Osmanlı döneminde ise bu yapı, esnaf loncaları olarak devam etmiş ve meslek gruplarının örgütlenmesinde temel bir model oluşturmuştur (Kafesoğlu, 1984).

Meslek ahlakının Osmanlı dönemindeki loncalar aracılığıyla kurumsallaşması, dayanışmayı, bilgi aktarımını ve sosyal güvenceyi sağlamıştır. Ancak ekonomik yapının değişmesiyle loncaların yerini ulusal düzeyde organize edilmiş ekonomik örgütlenmeler almıştır. Gökalp’e göre, milli ekonomi anlayışı içerisinde mesleki teşkilatlar ulusal düzeyde organize edilmeli ve federasyonlar aracılığıyla bütünleşmelidir. Gökalp, bu yapıların, meslek ahlakının geliştirilmesi ve sosyal düzenin sağlanması açısından kritik bir öneme sahip olduğunu savunur (Gökalp, 1923).

Modern mesleki teşkilatlar, bireylerin mesleki sorumluluklarını yerine getirmelerini ve meslek etiğine uygun davranmalarını sağlamak için kontrol mekanizmalarına ihtiyaç duyar. Eski Türklerde her meslek grubu, üyeleri için ahlaki kurallar belirlemiş ve bu kurallara uyulmaması durumunda cezai yaptırımlar uygulamıştır. Yönetmeliklerin oluşturulması ve Haysiyet Divanları aracılığıyla meslek üyelerinin denetlenmesi, bireylerin mesleki ahlaka uygun davranmasını garanti altına almıştır. Bu yapı, bireylerin profesyonel hizmetlerden zarar görmesini engelleyen bir güvence mekanizması sunmuştur (Ögel, 1981).

Meslek grupları arasında dayanışma, mesleki ahlakın temel unsurlarından biridir. Eski Türklerde meslek teşkilatları, üyelerine sosyal güvence sağlamış ve meslek mensuplarının refahını artırmaya yönelik çalışmalar yürütmüştür. Yardımlaşma sandıkları, meslek mensuplarının aileleri, yaşlıları, sakatları ve yetimlerine destek sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Ayrıca, meslek içi eğitim ve teknik gelişim bu yardım ve dayanışma organizasyonlarının bir parçası olarak görülmüştür. Modern meslek federasyonlarının da benzer şekilde dayanışma ve gelişime yönelik çalışmalar yürütmesi gerektiği belirtilmiştir. Örneğin, teknik uzmanların getirilmesi, yurtdışında eğitim programlarının düzenlenmesi ve ortak üretim araçlarının sağlanması gibi girişimler, mesleki dayanışmanın ekonomik kalkınmaya katkısını artırmaktadır (Kafesoğlu, 1984).

Sonuç olarak, Eski Türklerde mesleki ahlak, toplumsal dayanışmayı, ekonomik düzeni ve profesyonel sorumlulukları bir arada düzenleyen bir sistem sunmuştur. Ahilik teşkilatı, bu ahlak anlayışını kurumsallaştırarak Osmanlı ve modern Türkiye’ye kadar uzanan bir miras bırakmıştır. Günümüzde meslek federasyonlarının oluşturulması ve mesleki ahlakın geliştirilmesi, toplumsal ve ekonomik yapının güçlendirilmesi için kritik bir öneme sahiptir. Eski Türklerin mesleki ahlak anlayışı, modern toplumsal organizasyonlar ve meslek etiği için hala önemli dersler sunmaktadır.

3.Aile Ahlakı

Eski Türklerde aile ahlakı, toplumsal yapının en temel unsurlarından biri olarak bireylerin kimliğini, toplum içindeki rollerini ve toplumsal düzeni şekillendirmiştir. Aile yapısı, dört ana unsur çerçevesinde ele alınmıştır: boy, soy, törkün ve bark. Bu kavramlar, bireylerin sosyal aidiyetini, ekonomik ve siyasi bağlarını, ahlaki sorumluluklarını ve kültürel kimliklerini ifade etmiştir. Aile yalnızca biyolojik bir birim değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmanın ve kültürel sürekliliğin garantisi olarak görülmüştür. Bu çalışmada, Eski Türklerde aile ahlakının boy, soy, törkün ve bark gibi unsurlar üzerinden bir analizi yapılacak; ayrıca toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadının toplumdaki rolü değerlendirilecektir.

Boy: Aile ve Toplumun İlk Halkası

Boy, Eski Türklerde ailenin en geniş ve temel sosyal birimi olarak kabul edilmiştir. Bireyin kimliği, hangi boya ait olduğu sorusuyla tanımlanırdı. Örneğin, “Salur Kazan” veya “Büğdüz Emen” gibi isimlerde ilk kelimeler boyu, ikinci kelimeler ise bireyin adını ifade eder. Kaşgarlı Mahmud’a göre, bir kişinin hangi boya ait olduğu, onun toplumsal statüsünü ve kültürel bağlarını anlamanın bir yoluydu (Kaşgarlı Mahmud, 1072). Boy yapısında ekonomik ve sosyal dayanışma esas alınmıştır. Toprak mülkiyeti boyun ortak malı sayılmış, fertler arasında bu mülkiyet paylaşılmıştır. Bu dayanışma anlayışı, bireylerin kolektif bir güvenlik ve aidiyet hissi geliştirmesine olanak sağlamıştır (Gökalp, 1923).

Boy yapısı, yalnızca ekonomik dayanışmayı değil, aynı zamanda bireyler arası sosyal ilişki ve hiyerarşiyi düzenlemiştir. Bireyler, boy içinde birbirine “ici” (ağabey), “aba” (abla) veya “sinkil” (küçük kız kardeş) gibi unvanlarla hitap ederek sosyal bağlarını güçlendirmiştir. Bu kavramlar, toplumsal ilişkilerde samimiyet ve karşılıklı saygıyı teşvik eden bir dil ve davranış biçimi yaratmıştır (Ögel, 1981).

Soy: Akrabalık ve Asalet

Soy, boydan sonra gelen ve geniş aileyi ifade eden bir kavramdır. Hem anne hem de baba tarafından akrabalık bağları eşit derecede önemli kabul edilmiştir. Bu eşitlik anlayışı, toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir yansıması olarak Eski Türk toplumunda önemli bir yer tutmuştur. Örneğin, bir şehzadenin hükümdar olabilmesi için hem baba hem de anne tarafından asil bir soydan gelmesi gerekmekteydi. Baba tarafından asil olanlara “Tekin,” anne tarafından asil olanlara ise “İnal” unvanı verilmiştir. Bu uygulama, kadın ve erkek arasında toplumsal ve siyasi eşitliği sağlamıştır (Kafesoğlu, 1984).

Soy kavramı, Osmanlı dönemine kadar süre gelen aile isimlerinin oluşumunda da etkili olmuştur. “Çapanoğulları” ve “Kozanoğulları” gibi aile isimleri, soy kavramının kültürel sürekliliğini ifade etmektedir. Bu aileler, aynı zamanda sosyal ve ekonomik organizasyonun da birer parçası olarak toplumda önemli roller üstlenmiştir (Gökalp, 1923).

Törkün: Çekirdek Aile ve Baba Ocağı

Törkün, Eski Türklerde çekirdek aileyi ifade eden bir kavramdır. Kaşgarlı Mahmud’a göre, törkün bir evde oturan aile üyelerini tanımlayan bir terimdir. Eski Türklerde aile, pederşahi bir yapıdan ziyade pederi, yani demokratik bir yapıya sahiptir. Pederi ailede, babanın çocukları ve eşi üzerindeki velayeti demokratik bir anlayışla sınırlandırılmıştır. Bu yapı, aile bireyleri arasında karşılıklı saygıya dayalı bir ilişkiyi teşvik etmiştir (Kaşgarlı Mahmud, 1072).

Törkün, aynı zamanda manevi bir anlam taşımaktadır. Baba ocağı, ataların ruhlarının yaşadığı kutsal bir mekan olarak kabul edilmiştir. Ocağın ateşi asla söndürülmez ve düzenli olarak baba ocağında toplanılarak atalara saygı sunulurdu. Bu gelenek, ailenin sadece bir biyolojik bağ değil, aynı zamanda bir manevi ve kültürel birlik olduğunu ortaya koymaktadır (Ögel, 1981).

Bark: Yeni Ailenin Kurulması

Bark, evlenme yoluyla kurulan yeni bir aile birimini ifade eder. Eski Türklerde evlilik, bireyin baba ocağından ayrılarak kendi evini kurması anlamına gelirdi. Yeni evlenen çift, hem erkek hem de kız ailesinden gelen mal ve eşyalarla ortak bir ev kurardı. Bu ev, hem erkeğin hem de kadının ortak malı sayılır ve bu durum, Eski Türklerde kadın-erkek eşitliğinin bir başka göstergesidir (Gökalp, 1923). Bark, Türklerin kültürel yaşamında önemli bir yere sahipti ve yeni bir ev kurma eylemi toplumun ekonomik ve sosyal sürekliliğini sağlama amacı taşırdı.

Kadının Toplumdaki Yeri: Türk Feminizmi

Eski Türklerde kadın, toplumsal ve siyasi hayatta erkekle eşit haklara sahipti. Şamanizm’in kadın üzerindeki kutsiyet anlayışı, bu eşitliğin temelini oluşturmuştur. Kadınlar, siyasi hayatta önemli roller üstlenmiş; “Hatun” unvanıyla hükümdarın eşit ortağı olarak kabul edilmişlerdir. Hatun, devlet yönetiminde hükümdar ile birlikte karar alma yetkisine sahipti ve elçilerin kabulünde, kurultaylarda ve şölenlerde hükümdarla birlikte yer alırdı. Bu durum, Eski Türklerde toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir göstergesidir (Kafesoğlu, 1984).

Kadınlar aynı zamanda ekonomik yaşamda da aktif bir rol oynamışlardır. Evin mülkiyeti erkek ve kadının ortak malı olarak kabul edilmiştir. Kadınlar, mülk sahibi olabilir, ticaret yapabilir ve hatta siyasi görevler üstlenebilirdi. Eski Türklerde tek eşlilik esas alınmış ve çok eşlilik yalnızca siyasi ittifaklar nedeniyle istisnai durumlarda uygulanmıştır. Ancak bu durumda bile, kadının hakları ve statüsü korunmuştur (Ögel, 1981).

Eski Türklerde aile ahlakı, bireylerin toplumsal kimliğini, rollerini ve haklarını belirleyen temel bir yapıdır. Boy, soy, törkün ve bark gibi kavramlar, yalnızca aile ilişkilerini değil, toplumsal dayanışmayı ve kültürel sürekliliği de ifade eder. Eski Türklerde kadın-erkek eşitliği ve demokratik aile yapısı, modern toplumlar için de örnek teşkil eden bir mirastır. Aile, Eski Türk kültüründe bireylerin toplumsal aidiyet duygusunu güçlendiren ve ahlaki değerleri şekillendiren bir merkez olarak işlev görmüştür.

 

  1. Cinsi Ahlak

Eski Türklerde cinsi ahlak, toplumun temel değerlerinden biri olarak, bireylerin ahlaki sorumluluklarını ve toplumsal normları belirleyen önemli bir unsurdu. Kadın ve erkek arasında eşitliği vurgulayan bu anlayış, aynı zamanda bireylerin toplumsal rolleriyle uyumlu bir şekilde hareket etmelerini sağlamıştır. Eski Türklerde cinsi ahlak, yalnızca bireyler arası ilişkileri değil, toplumsal yapının genelini düzenleyen bir prensipler bütünüydü. Bu ahlaki yapı, dini inançlar ve kültürel normlarla desteklenmiş ve toplumun etik değerlerini şekillendirmiştir.

Cinsi ahlakın Eski Türk toplumundaki yüksek seviyesinin en önemli örneklerinden biri, Yakut Türklerinde görülen doğum tanrıçası Ayzıt inancıdır. Ayzıt, kadınların doğum sırasında yardımına koşan ve onları destekleyen bir tanrıça olarak saygı görmüştür. Ancak Ayzıt’ın yardımını yalnızca ahlaki saflığını koruyan kadınlar alabilirdi. Bu, kadınların cinsel ahlaklarına ilişkin toplumsal beklentileri simgeler ve cinsi ahlakın dini bir temele oturduğunu gösterir (Kaşgarlı Mahmud, 1072). Ayzıt için düzenlenen yaz bayramlarında gerçekleştirilen ritüeller, toplumun ahlaki değerlerini kutlayan ve pekiştiren önemli etkinliklerdi. Bu ritüellerde, kadın ve erkeklerin ahlaki saflıkları bir sınamaya tabi tutulur ve yalnızca ahlaki olarak kusursuz olanlar Ayzıt’ın sarayına kabul edilirdi (Gökalp, 1923).

Eski Türk toplumunda kadınlar, toplumsal yaşamda özgür ve eşit bir konuma sahip olmalarına rağmen, ahlaki sorumluluklarını öncelikli olarak görmüşlerdir. Bu durum, yalnızca bireysel davranışlarla sınırlı kalmamış, toplumsal dayanışmanın bir gereği olarak değerlendirilmiştir. Selçuklu dönemine ait bir örnek, Hanım Sultan’ın Kazvin şehrindeki yardım faaliyetleridir. Hanım Sultan, halkın ihtiyacı olan bir projeye maddi destek sağlayarak toplumsal sorumluluğunu yerine getirmiştir. Kadınların bu gibi davranışları, cinsi ahlakın yalnızca bireysel değil, toplumsal bir unsur olduğunu da kanıtlamaktadır (Kafesoğlu, 1984).

Eski Türklerde kadınlar, toplumsal hayatta yalnızca ahlaki değil, ekonomik ve siyasi rollerde de aktif bir şekilde yer almıştır. Kadınlar mülk sahibi olabilir, ekonomik faaliyetlere katılabilir ve siyasi kararlarda etkili bir rol oynayabilirdi. Örneğin, evin mülkiyeti erkek ve kadının ortak malı olarak kabul edilirdi. Bu durum, toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, kadınlar kamusal alanlarda özgürce hareket edebilmiş, devlet yönetiminde ise hükümdarın ortağı olarak görev yapmıştır. Kadın hükümdarlar ve siyasi liderler, Eski Türklerde toplumsal cinsiyet eşitliğinin ne denli köklü bir geçmişe sahip olduğunu ortaya koymaktadır (Ögel, 1981).

Cinsi ahlakın yüksek seviyede olması, Eski Türk toplumunun genel yapısında da derin etkiler bırakmıştır. Kadın ve erkek arasındaki eşitlik anlayışı, demokrasi ve feminizm ilkeleriyle uyumlu bir toplumsal yapıyı desteklemiştir. Ancak tarihsel süreçte, Yunan ve İran kültürlerinin etkisiyle Türk toplumundaki bu özgür ve eşit yapının gerilediği, kadınların toplumsal statülerinin zayıfladığı görülmektedir. Bu gerileme, Türklerin tarihsel mirasına yabancılaşmasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle, Türk toplumunun cinsi ahlakını ve toplumsal değerlerini yeniden canlandırması gerektiği savunulmaktadır (Gökalp, 1923).

Eski Türklerde cinsi ahlak, yalnızca bireylerin özel yaşamını düzenleyen bir unsur olmaktan öte, toplumun genel ahlaki yapısını ve sosyal düzenini belirleyen bir sistem olarak işlev görmüştür. Kadın ve erkek arasındaki eşitlik, cinsi ahlakın temel taşlarından biri olmuş ve bu eşitlik, toplumsal yaşamın her alanında kendini göstermiştir. Eski Türklerde bu ahlaki yapının modern toplumlar için önemli bir model sunduğu söylenebilir. Türk toplumunun geçmişteki bu yüksek ahlaki değerlerini hatırlayarak, çağdaş dünyada da demokratik ve eşitlikçi bir toplum inşa etmesi mümkündür.

 

5.Medeni(Şahsi)Ahlak

Eski Türklerde medeni ahlak ve şahsi ahlak, bireylerin toplumsal sorumluluklarını yerine getirmelerini ve manevi olgunluğa ulaşmalarını sağlayan temel ahlaki yapılar olarak dikkat çeker. Durkheim’in ahlak teorisine göre, ahlaki vazifelerin gayesi bireyler değil, zümrelerdir. Eski Türk toplumunda bu zümreler, millet, meslek, aile ve medeni toplumu kapsayan geniş bir yapı içinde anlam kazanmıştır. Medeni ahlak, toplumsal düzende adalet, şefkat ve ahde vefa gibi değerleri esas alırken; şahsi ahlak, bireyin manevi gelişimi ve sorumluluğunu temel almıştır. Bu değerler, Eski Türklerin toplumsal ve kültürel kimliğinin inşasında belirleyici bir rol oynamıştır.

Medeni ahlak, bireylerin toplumsal yaşamda birbirine karşı sorumluluklarını düzenleyen normlar bütünüdür. İptidai toplumlarda medeni ahlak, küçük sosyal gruplar içinde sınırlıyken, toplumsal evrimle birlikte şehir devletlerinden imparatorluklara kadar genişlemiştir. Eski Türklerde bu genişleme, adalet ve şefkat gibi değerlerin öncelik kazanmasıyla desteklenmiştir (Durkheim, 1893). Adalet, medeni ahlakın menfi gayesini, yani bireylerin haklarının ihlal edilmemesi gerektiğini ifade ederken; şefkat, bireylerin birbirine iyilik yapmasını amaçlayan müspet bir değer olarak öne çıkar. Bu iki temel ilke, Eski Türklerin inanç sisteminde kutsal bir yere sahip olmuş ve Gök Tanrı’nın adalet ve şefkat tanrısı olarak yüceltilmesiyle daha da güçlenmiştir (Kaşgarlı Mahmud, 1072).

Ahde vefa, medeni ahlakın bir diğer önemli unsurudur. Yapılan sözleşmelere sadık kalma ilkesi, toplumsal ilişkilerin güven temelinde ilerlemesi için vazgeçilmez bir değer olarak görülmüştür. Bu ilke, hem bireyler arası ilişkilerde hem de siyasi düzenin korunmasında büyük bir rol oynamıştır (Gökalp, 1923). Eski Türklerde medeni ahlakın temel taşı olan bu değerler, toplumsal barışın sağlanmasında ve sürdürülebilir bir düzenin kurulmasında etkili olmuştur.

Şahsi ahlak ise bireyin manevi gelişimini ve toplumsal sorumluluklarını ifade eder. Eski Türklerde şahsi ahlak, bireyin “kut” sahibi olmasıyla ilişkilendirilmiştir. Kut, bireyin manevi olgunluğu ve ahlaki sorumluluğunu simgeleyen bir kavramdır. Yakut Türklerine göre birey, maddi bir ruha (Tin) ve üç manevi ruha (Eş, Sur, Kut) sahiptir. Kut, yalnızca insanlara özgü bir ruh türü olarak, bireyin ahlaki ve manevi açıdan yüksek bir seviyeye ulaşmasını temsil eder (Ögel, 1981). Bu anlayış, Eski Türk mitolojisinde Süt Gölü’nden alınan insan ruhunun semavi bir kaynağa dayandığını ve bireyin sürekli yüksek ideallere yönelmesi gerektiğini ifade eder. Gök Tanrı’nın altın ışık suretinde yeryüzüne inerek milletleri kutsaması, şahsi ahlakın kolektif bir kimlik üzerindeki etkisini de açıkça ortaya koymaktadır (Gökalp, 1923).

Medeni ahlak ve şahsi ahlak, Eski Türklerin toplumsal yapısında birbirini tamamlayan iki temel değer olarak işlev görmüştür. Medeni ahlak, toplumsal ilişkilerde adalet ve şefkati esas alırken, şahsi ahlak bireyin manevi gelişimini desteklemiştir. Bu iki ahlak türü, Türk toplumunun ahlaki yapısını şekillendirmiş ve kültürel kimliğin sürekliliğini sağlamıştır. Gökalp’in de belirttiği gibi, Türkçülüğün temel amaçlarından biri, medeni ahlakı yüceltmek ve toplumsal yapıyı bu değerler üzerine inşa etmektir (Gökalp, 1923).

Eski Türklerde medeni ahlak ve şahsi ahlak, bireylerin toplumsal yaşamında ahlaki sorumluluklarını yerine getirmelerini sağlayan, toplumsal barışı ve bireysel gelişimi destekleyen bir sistemdir. Adalet, şefkat ve ahde vefa gibi medeni ahlak unsurları, toplumsal düzenin sağlanmasında kilit bir rol oynarken; kut inancına dayalı şahsi ahlak, bireyin manevi olgunluğunu teşvik etmiştir. Bu iki ahlak türü, Eski Türk toplumunun ahlaki dokusunun temel taşlarıdır ve günümüz toplumları için önemli bir miras olarak değerlendirilmektedir.

 

6.Milletlerarası Ahlak

Eski Türklerde milletlerarası ahlak, barış, hoşgörü ve karşılıklı saygı temelinde şekillenmiş bir değer sistemidir. Bu ahlak anlayışı, milletlerin birbirine karşı iyiliksever olması ve birbirine yardım etmesi esasına dayanır. Fertler arasındaki medeni ahlak, bireyler arasında güven ve iyilik ilişkilerini nasıl düzenliyorsa, milletlerarası ahlak da ulusların birbirleriyle olan ilişkilerini aynı temeller üzerinde düzenlemiştir. Eski Türkler, sulh dinine bağlı olmaları sayesinde, başka milletlerin dini, kültürel ve siyasi varlıklarına saygı göstermiş ve barış temelli bir dünya görüşü geliştirmiştir.

Eski Türkler, kendi toplumlarını “iç il” olarak tanımlarken, diğer milletlere “dış il” adını vermiştir. Bu sınıflandırma, Türklerin yalnızca kendi toplumlarını değil, diğer milletleri de bir “sulh dairesi” içinde gördüklerini ifade eder. Orhon Yazıtları’nda geçen “il” kavramı, Eski Türklerde barış ve düzen anlamına gelirken, milletlerarası birlik fikrini de yansıtır. Türkler, diğer milletleri yabancı olarak görmemiş; onları da barış, düzen ve saygı içinde kabul etmişlerdir (Kaşgarlı Mahmud, 1072). Bu anlayış, Türklerin dünya düzenine barış temelli bir katkı sağlama hedefini ortaya koyar (Gökalp, 1923).

Türklerin fethettikleri milletlere sağladıkları hoşgörü, milletlerarası ahlak anlayışlarının en somut yansımalarından biridir. Türkler, fethedilen milletlerin kültürel kimliklerine, dini inançlarına ve siyasi yapısına saygı göstermiştir. Bu yaklaşım, yenilmiş milletlere sağlanan geniş haklarla kendini göstermiştir. Ancak, Türklerin bu hoşgörüsü ve sağladığı ekonomik ayrıcalıklar zamanla kapitülasyonlar gibi sorunlara dönüşmüş ve Türklerin zararına işlemiştir (Kafesoğlu, 1984). Bu durum, Türklerin milletlerarası ahlak anlayışının ne kadar yüksek bir seviyede olduğunu, ancak zamanla suistimal edildiğini de göstermektedir.

Milletlerarası ahlak anlayışında “sulh” kavramı, Eski Türklerde hem toplumsal barışı hem de milletler arası düzeni ifade eder. Sulh, Türk kültüründe yalnızca iç barışın değil, uluslararası barışın da temel taşıdır. Türkler, fethettikleri topraklarda barış temelli bir yönetim anlayışı geliştirmiş, fethedilen milletlerin sosyal ve kültürel yapısını koruma gayreti göstermiştir. Bu barış temelli yaklaşım, Türklerin uluslararası sistemde oynadığı rolün büyüklüğünü göstermektedir. Türklerin bu yaklaşımı, modern uluslararası organizasyonlar için de bir örnek teşkil edebilir (Gökalp, 1923).

Eski Türklerde milletlerarası ahlak anlayışı, yalnızca pratik bir yönetim anlayışı değil, aynı zamanda yüksek bir ahlaki idealin yansımasıdır. Gökalp, Türk milletinin tarihsel misyonunun ahlaki değerleri ve faziletleri en üst seviyede temsil etmek olduğunu vurgulamaktadır. Türkler, tarih boyunca sergiledikleri fedakarlık ve kahramanlık örnekleriyle milletlerarası ilişkilerde barış ve adaleti teşvik eden bir model sunmuştur (Gökalp, 1923). Bu model, gelecekte uluslararası ilişkilerde daha samimi ve adaletli bir düzen oluşturmak için önemli bir miras sunmaktadır.

Eski Türklerde milletlerarası ahlak, barış ve hoşgörü temelli bir dünya görüşüne dayanmaktadır. Sulh, adalet ve hoşgörü değerleri, Türklerin milletlerarası ilişkilerde rehber aldığı temel ilkelerdir. Türklerin fethettikleri milletlere sağladıkları özgürlükler ve saygı, bu anlayışın bir yansımasıdır. Eski Türklerin milletlerarası ahlak anlayışı, günümüzde uluslararası barış ve dayanışma için güçlü bir model sunmakta ve Türk milletinin bu alandaki tarihsel mirasını ortaya koymaktadır.

 

Kaynakça

Gökalp, Z. (1923). Türkçülüğün Esasları. İstanbul: Vakit Matbaası.

Hanioğlu, Ş. (2005). Atatürk: An Intellectual Biography. Princeton University Press.

Mardin, Ş. (1983). The Genesis of Young Ottoman Thought: A Study in the Modernization of Turkish Political Ideas. Princeton University Press.

Kafesoğlu, İ. (1984). Türk Milli Kültürü. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Kaşgarlı Mahmud. (1072). Divân-ı Lügati’t-Türk. (Tercüme: Besim Atalay). Türk Dil Kurumu Yayınları.

Gömeç, S. (1997). Eski Türklerde Devlet ve Hükümdar. Ankara: Türk Tarih Kurumu.

Ögel, B. (1981). Türk Mitolojisi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Durkheim, E. (1893). The Division of Labour in Society. New York: The Free Press.

 

Please follow and like us:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir