Çin’den çıkan bir virüs bizi evlerimize hapsetti. Matbuatımıza bakıldığında kimi muharrirlerin okudukları kitaplardan alıntılarla, kısa tespit ve düşüncelerle harmanladıkları yazılarıyla karantinayı geçirdiğini görüyoruz. Okuma-yazması olan(büyük nimet) bir ferd olarak ben de böylesi bir işe girişmeye karar verdim. Lüzumsuzluk haricinde her türlü tepkiye açığım.
Başlayalım öyleyse.
1
Çin virüsü başladığında Ankara’daydım. Ardından Samsun’a, köyüme geldim. Canını seven, toplumu düşünenler zaten sokağa çıkmadılar. Haricinde kalıp da karantinaya şehirde yakalanan insanlar, polisin ceza yazmasından çekinerek sokağa çıkmadılar. Kırsalda ise durum farklı. Sokaktalar ve polis bu duruma sessiz kalıyor. Galiba polis “meselesi” şehirli bir mesele. Çünkü kırsalın böyle bir derdi yok.
2
Sendikacılığa merak saldım. Broşürler ve makalelerin tatmin etmemesi üzerine kitaba başvurayım dedim. Devrimci Sendikalizm meselesinin üstadı Georges Sorel okumaya başladım. İlk farkettiğim okumaya epey eskiden başlamış olduğumdu. Fazla sürmeden Sorel’in faşizmle de derin bir bağ kurduğunu öğrendim. Acaba sosyalist mektebin talebeleri her karşılarına çıkana “yansıtma” psikozuyla mı faşist diyorlar? Faşizme doğru kayma yaşamaktan mı korkuyorlar? Ya da daha iyisi aslında faşist düşünceleri var ama bunları gizlemeye mi çabalıyorlar? Bu sadece bir iki kitap ve hayli gözlemle edindiğim intiba. Nihai sonuç için üzerine eğileceğim.
Üzerinde durmazsam ne olacaksa? Sanki memlekette adamakıllı sosyalist mi kaldı?
3
Yunan ırkçısı Altın Şafak Partisi’nin yine azdığı zamanlardı. İçlerinden bir müptezel Türkiye’ye hakaret etme terbiyesizliğinde bulunmuştu. Ben tüm dünyadaki milliyetçilerin kendi milletlerinin iyi özelliklerini ortaya koyması gerektiğine inanan birisi olarak harekete geçtim. Kısa bir metin yazdım. Bunu Yunancaya da çevirdim. (Translate çok yardımcı oldu, sağolsun.) Ardından mail olarak gönderdim. Hatırladığım kadarıyla metin şöyleydi: Altın Şafak Partisi içinde barındırdığı müptezel ruhlularla Türkiye’ye sataşacağına kendi milletinin karakteristik özellikleri üzerine çalışmalıdır. Bu yolda sizlere bir tavsiyede bulunuyorum. Atina’nın tam ortasına Fahrettin Altay’ın at üzerinde bir heykelini dikin. Altına da büyük harflerle şu notu düşün: “Dedelerimiz, bu adamın atlarından daha hızlı koşuyorlardı.”
Translate’in kötü çevirisi yüzünden olmuş olacak, cevap vermediler. Fakat dediğimi yapsalardı tüm koşu yarışmalarına azimle girecek ve çoğunu kazanacak sporcular kazanacaklardı. Yazık.
4
Goethe şöyle yazmıştı: “İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemelidir”.
5
Papağanlar üzerine bir yazı yazmayı planlıyorum. Kafasında düşünce namına bir şey taşımayan, her söyleneni tekrarla vazifeli, dikkat çekmek hevesiyle daima öten, başkası tarafından takdir görmezse öleceğini zanneden, daima kalabalık taraf için şakıyan… Evet, papağanlar üzerine bir yazı yazmayı planlıyorum.
6
Sırrı Süreyya Önder “Biz yapıyoruz, devlet peşinden geliyor” demişti “eş başkanlık” meselesinin kanuni altyapısıyla ilgili olarak.
Bugün Sırrı’lar kayboldu. Çünkü gerek kalmadı. Şimdi devlet bir şey yapıyor, sonra kendi kendisini takip ediyor hukuki altyapı bahsinde.
“Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü” diye bir kuruluş vardı. Başkanlığa geçince toptan kaybettiler bunu. Bir yere aktarmadılar. Kaldırmadılar da. Bu yüzden kaybettiler diyorum.
İlk sokağa çıkma yasağının ilanında fırınların, marketlerin vs. açık kalacağına dair resmi belge bu kurumun yokluğu sebebiyle yazılamamış. Çünkü hangi maddeye dayanarak nerelerin açık tutulacağını, yine hangi maddenin bilmem kaçıncı fıkrasına göre sokağa çıkana ne ceza verileceğini bu kurum tayin ediyormuş.
Hatadan hakikaten ders aldılarsa bu kurumu tekrar harekete geçirirler, inşallah.
7
Serdengeçti’nin “Azap Hücrelerinde” başlıklı yazısını yeniden okudum. Şurası hakikaten çarpıcı: “Küçük Asya’nın sükût eden bozkırı, büyük Asya bozkırlarına, Buhara ellerine, Tibet çöllerine kadar uzanıyor. Şimdi elimizde bir zerresi bile kalmayan eski vatanlara ve kendi öz vatanlarında bir menfa hayatı yaşayan mazlumlara selâm… Gözyaşlarıyla selâm… Sizler, çekiç ve orak altında esir, bizler istiklâl ve hilâl altında… Tren pencerelerinin camlarındaki ay-yıldızlar, bozkıra, topraklara aksediyor. Toprak ve Bayrak bir arada…
Anadolu toprağı, Türk bayrağı! Siz söyleyin, bizler “Fesatçı mıyız”, size ihanet edebilir miyiz?
Ey, meçhul âlemlerin meçhul sakinleri! Ey, ebedî hayatın ebedî hâkimleri! Ey, şu ıssız, şu sessiz, şu çıplak bozkırların; Ey, burada yıllardır sükût eden sırların ulvî bir ilham ile mânasına erenler! Ey bir karış toprak için dağ gibi can verenler! Siz söyleyin, biz sizin ruhlarınıza ihanet edebilir miyiz? Biz ki, “Çanakkale’ye” “tahtakale”; sizlere “budala” diyen hoyratlarla, körlerle, nankörlerle mücadele etmek için ortaya atıldık. Ey, bu topraklar için toprağa düşenler! Siz söyleyin, biz vatan haini miyiz? Diye feryat ederken kolumdan birisi çekti. Baktım, polis… Ne oluyoruz? Cevap yok! Pencereyi kapattı. Bakamazmışım!”
8
Bu aralar beni en fazla keyiflendiren hakikat şu: Laikler 90’ları nasıl özlemle anıyorsa, İslamcılar da 2010’ları öyle anacak.
9
Türklerin çok devletli olmasının “beceriksizlik” hissi vereceğini Atsız daha 1952’de söylemişti.
Bugün artık beceriksizliğin ötesinde “vizyonsuzluk” olarak tezahür ediyor çok devletlilik. Milli düşmanlıklara inanmıyorum. Fakat “temkin” önemli bir kelimedir. Diğer milletlerle olan mücadelelerden milli hafızaya kayıt düşülür. Yüz devletlilik bu hafızayı sarstığı gibi, beklenenin tam tersine bir özgüven değil mahcubiyet doğurmuştur.
Bugün “Çinci, Rusçu, Amerikancı ve hatta Kübacıların” bu denli çokluğu buna rağmen Türkçülerin anlaşılmaz sarsaklığının altında şuur eksikliği yatmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla “şuursuzluk” hâli anlayacağınız. Tarih, millet, vatan, bugün ve gelecek yalnız hakiki bir şuurla değer kazanır. Milliyetçilik,hakeza…
Türklerin iki devlet kurma tezinin -“milli tarih tezi”- yeniden gündeme alınıp tartışılmasının zamanı gelmiştir.
10
Haber bültenlerinde herhangi bir konunun “iktidar ve muhalefeti karşı karşıya getirdiği” söyleniyor. Bu Türkçe açısından yanlış bir cümledir. İktidar ve muhalefet zaten karşı karşıya duruyor. İlgili konular bunlara sebep oluyor sadece. Hiçbir şey olmasa neden baktın diye kavga edecekler. Doğrusu budur.
11
Erol Güngör şöyle söylemiş zamanında: “Yahya Kemal Itrî’den bahsederken mânâlı şeyler söylüyordu; biz bugün Itrî’yi överken boş lâf ediyoruz, çünkü onu duymak ve anlamaktan çok uzağız.”
Peki Yahya Kemal’i bile anlayamıyan bizler?
12
Ediz Hun ve Yağmur Atsız çocukluk arkadaşı olurlarmış. Ailecek de görüşürlermiş.
13
Noktayı bir Sicilya atasözüyle koyalım: “En iyi söz hiç söylenmeyendir.”
Kitap tavsiyesi: Reha Oğuz Türkkan, Tabutluktan Gurbete.
Semih Ayna
Latest posts by Semih Ayna (see all)
- Veda ve Teşekkür - 15 Aralık 2020
- İptal Kültürü-2 - 21 Eylül 2020
- İptal Kültürü - 20 Eylül 2020
- Gözlerimizi Kısarak Baktığımız Vatan: Kırım - 11 Eylül 2020
- Rusya’nın Kırım’ı Son İşgali - 6 Eylül 2020