1960’ların sonundan itibaren İslâmcılık vücuda gelmeye başlamıştı. Kendi yapılarını yetersiz gördüklerinden milliyetçi yapılara da fazlasıyla sızmış bulunuyorlardı. Sun’i bir Türk-İslâm çatışması çıkararak milliyetçilerin arasından taraftar toplamaya gayretlilerdi. Burada devreye Atsız girdi. Eskiden beri düşman olduğu yobaz taifesine önce “Türkçülüğe Karşı Yobazlık” yazısıyla bir ihtar çekti. Bazı merkezlerden gelen “cevaplar” üzerine ise Ötüken Dergisi’nin 11. sayısında “Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir” yazısını kaleme aldı.
Dünü olduğu kadar bugünü de anlatan bu yazıyı dikkatlerinize sunuyor, merhum Atsız’ı bir kez daha saygıyla anıyorum.
“Türkçülüğe Karşı Yobazlık” adlı yazım (Ötüken, 1970 Martı), cevap değil, birbirini tutmaz avâmi tekerlemeler ve örtülmek istenen küfürlerle karşılık gördü.
Konya’daki “Oku” dergisi yazarı Hasan Bağcı, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğü İslamiyete karşı çıkardığını, Türkçülüğün büyük Yahudi himayesi gördüğünü, fakat bundan Gökalp’ın habersiz olduğunu yazarak bir de kehanet savuruyordu: “Dünyalar arası büyük muhasebede ölüm dönemecini kıvrılamayan ve inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya Gökalp….”
Sanki Hasan Bağcı o dönemeçte bekçilik ediyormuşçasına söylenen bu sözlere karşı Gökalp’ın Müslüman olduğunu, Yahudiliğin Türkçülüğü hiçbir zaman istismar edemediğini açıklamış, Türkçülüğü Gökalp’ın icad etmediğini söylemiş, kendisine bazı sorular sormuştuk. Bu sorular şunlardı:
1) Ölüm dönemeci ile kasdolunan nedir?
2) Gökalp Türkçülük yolunda hangi himayeyi görmüştür?
3) Yahudilere açılan istismar kapısı nedir?
Hasan Bağcı bunların hiçbirisine cevap verememiştir. Veremez de… Çünkü ölümden ötesi meçhul bir yokluk olduğu gibi Hasan Bağcı da ne Gökalp’ın eserlerini okumuş, ne de onun hakkında yazılanları görmüştür. Onun “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, garp medeniyetindenim” dediğinden de haberi yoktur. Sadece dini bir taassupla, sırf Gökalp Türkçü olduğu için ona düşmandır.
Yobazlık milletlerarası hastalıktır. Kızılı olduğu gibi yeşili de olur. Fikirlere ve içtihadlara saygı duymak ve onlarla tartışmak seviyesinde olmadıkları için daima yırtınırlar, küfür ve iftira ederler, ilim ve mantık alanı içinde konuşmaktan aciz oldukları için karşımıza daima ayet ve hadisle çıkarlar. Soy soy insanların bir tek Adem’le Havva’dan türediklerine, Adem’in 1050 yıl yaşadığına, Havva’nın her yıl biri erkek biri kız olmak üzere ikiz evlat doğurduğuna ve bu kardeşleri birbiriyle evlendirdiklerine inanırlar. Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh’un gemisi onlarca tarihi bir hakikattır. Hangi Teknik Üniversiteden mezun olduğu belli olmayan Nuh’un yaptığı o pazarcı kayığına her cins hayvandan birer çiftin girip sığması ve 40 tufan gününde birbirini yemeden uslu uslu oturması da gerçektir vesaire… Şimdi bu kafadaki adamla bir fikir tartışması yapmaktaki trajediyi düşünün. Böyle bir seviyede bulunan Hasan Bağcı “İslama Karşı Yobazlık” başlıklı yazısında bakın neler söylüyor:
Türkiye’mizde son yıllarda cesaretini artıran türlü akımlar arasında bir de hakiki Türk görünme, dini ve Allah’ı bir tarafa atma hastalığı türemiştir. Hakiki Türk ruhunun şiddetle nefret ettiği bu tarz hastalıklar da yine ve maalesef son yıllarda biraz bolca yetiştirdiğimiz “yarım münevverler” arasındadır.
Onlar “ben akılsızım”, “ben vicdansızım”, “ben hırsızım” cinsinden acı bir yoksulluğun ifadesi olan bu tuhaf övünmeleriyle sevine dursunlar beri yanda dünyaya hatta fen sahasındaki buluşlarıyla ışık vermiş hakiki mütefekkirlerin daima insanlığı Allah’a götürme yollarını aydınlatmak için çalıştıkları görülür…
Sahasının dışında mefkuremize saldırmak suretiyle makalemizin başlığını hak eden sayın Atsız’ın yazısında o kadar çok hata var ki, bunları teker teker düzeltmek, bir ortaokul talebesinin kompozisyonunu düzeltmeye benzeyeceğinden, biz, mefkuremiz yönünden sadece bizi ilgilendiren ve pek mühim hatalarını müsaadeleriyle düzelterek cevabımıza başlayacağız. Fikir ve ülküleri birbirine tamamen aykırı insanlar arasında da konuşma ve tartışma olabilir. Fakat edep ve terbiye dairesinde olur. Hasan Bağcı’nın yukarıya aldığımız satırlarındaki edep seviyesi onun zavallılığının kesin tanığından başka nedir ki? Biz yarım münevvermişiz. Hakiki Türk görünme hastalığı ile Allah’ı bir yana atmışız. Bu ise akılsızım, vicdansızım, hırsızım gibi acı bir yoksulluğun ifadesi imiş.
İşte Müslüman münevveri Hasan Bağcı’nın edep ve terbiye seviyesi…
Bir de bedbahlığımız ortaya çıkıyor: Bunca yıllık edebiyat öğretmenliğimize rağmen yazımız düzeltilmeye muhtaç tahrir vazifesi gibi yanlışlarla dolu imiş..
Bütün bunlardan sonra da “Müslüman etrafına saldırmaktan münezzehtir” demekten çekinmiyor. Bu da saldırmak değilse Tanrı bütün insanları ve hayvanları Hasan Bağcı’dan korusun.
Onun, “Oku” dergisinin üç sayısında devam eden yazı serisinde iddialarımıza ve sorularımıza cevap bulamadık. Gökalp’a saldırmakla başlayan yazısında zaten fikir değeri yoktu. Gökalp’ı tenkid etmek hatta yere vurmak için ilk şart olarak onun eserlerini okumak gerekirken bu zavallının o eserlerden haberi yoktu. Yalnız İslam taassubu ile Türkçü Gökalp’ın aleyhinde bir şeyler geveliyordu.
Şimdi bazı gerçekleri tekrarlayarak bugüne kadar kaç kere anlattığımız halde bazı beyinlere girmeyen düşüncelerimizi bir daha söyleyelim:
İnsanlar eşit değildir. Tabiatta eşitlik diye bir şey yoktur. Tabiatı Tanrı yarattığına göre demek ki Tanrı canlılar arasında bir eşitlik düşünmemiştir. İnsanlar hak ve hukuk bakımından da hiçbir zaman eşit olmamışlardır. Kanunlar devlet başkanı ile herhangi birisine yapılan hakareti aynı şekilde cezalandırmaz. Ancak insanlar, ızdırapların azaltılması için aradaki farkı mümkün mertebe azaltarak nisbi bir adalet ve eşitlik kurmaya çalışmışlardır.
Hasan Bağcı’nın bize öğrettiğine göre İslamiyet ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor. Amerikan anayasası da tanımıyor ama gerçekte bu fark daima vardır. İslamiyetin ırk ve renk tanımadığı çağlar bir daha dönmemek üzere geride kalmıştır. Birinci Cihan Savaşında, İslam kardeşlerimiz Arapların İngilizlerle birleşerek Türk ordularını nasıl arkadan vurduklarını unutmadık. Bu Arap ihanetinin başında Peygamber soyundan gelen şerifler bulunuyordu ki bunlardan birinin hatıraları Hayat Tarih Mecmua’sında tefrika edilmektedir. Hasan Bağcı okusun.
Biz Türkçüler ırkı tanıyoruz. Zaten mevcut olmayan eşitliği kabul etmiyoruz ve soyumuzun üstünlüğüne geçmişteki örnek ve eserleriyle inanıyoruz.
İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyeti yüceltti. Biz İslam olmadan önce de büyüktük. Keramet İslamiyette olsaydı her Müslüman millet yükselirdi. Hele tarafımızdan birkaç kere tekrarlandığı gibi islamiyetten önce büyük devlet olan İran, İslam olduktan sonra bugünkü durumuna düşmezdi.
Hasan Bağcı şöyle diyor: “Bütün insanlar yeryüzünü imar etmek, çalıştırmak ve hazinelerinden faydalanmak bakımından Allah’ın bir halifesidir. Bütün insanlar kardeştir.”
Şu ibareden “Allah’ın birer halifesidir” kelimesini kaldırırsak geride kalan fikir tam bir Marksist düşünce olmuyor mu? Allah’ın halifesi olan bütün insanlar arasında Stalin ile Moşe Dayan da var mı? Bütün insanlar kardeşse Hasan Bağcı, Çingene vatandaşlarla kardeşliği ve hilalin Çingeneler eliyle de yükselebileceğini kabul ediyor mu?
Yine Hasan Bağcı şunu da söylüyor: “İslam düşüncesinde sömürgecilik yoktur. Çünkü İslam örfünde bütün beşeriyet tek ümmettir.”
Bu da günümüzdeki komünistlerin sözleriyle tıpatıp mutabakat gösteriyor. Fakat hakikat değildir. İslam düşüncesinde sömürgecilik vardır. Ülkeler fethetmek, bu ülkeyi haraca bağlamak sömürmekten başka bir şey olmadığı gibi bütün beşeriyet de tek ümmet değildir. Peygamber “ümmetim” diyerek yalnız Müslümanları kasdetmektedir ve İslam geleneğine göre mahşerde yalnız kendi ümmeti için şefaat edecektir. Herhalde Lenin’in cennete girmesi için Tanrıya ricada bulunmayacaktır ama Pasteur veya Koch’la Hasan Bağcı arasında tercih yapmak durumuna düşerse ilk iki gavuru seçeceği muhakkaktır.
Hasan Bağcı, Türkçüleri “Allah’ı bir tarafa atmak”la suçlayarak fikri ve ilmi seviyesini göstermiştir. Türkçüler Tanrı’yı bir tarafa atmamıştır. Atmaz da. “Tanrı Türk’ü Korusun” sözü Türkçülerin sloganıdır. Tanrı, insan zeka ve idrakinin kavrayamıyacağı yükseklikte olduğu için ikidebir onu ortaya sürerek, üzerinde kırıcı tartışmalar yapmanın aleyhindeyiz. Eski Türkler büyük saygı duydukları varlıkları öz adları ile anmazlardı. Tanrı, göklerin bir yerindeki tahtının üzerindedir. Onun nasıl olduğunu, ne olduğunu bilmeye imkan yoktur. Olsaydı din bilginleri asırlar boyunca birbirine girmezdi. Tevrat’ın Tanrı ile insanı aynı şekilde tarif etmesi ne kadar iptidai ise, dünyadan 400 km yukarıya fırlatan Rus astronotunun, uzayın sonsuz olduğunu unutarak “uzaya çıktım ama Tanrı’yı göremedim” demesi de o kadar budalacadır.
Bilimdeki türlü ilerlemeler geliştikçe kainatın din kitaplarında yazıldığı gibi altı günde yaratılmadığı, bu oluşumun milyarlarca yüzyılda meydana geldiği, hele insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir Adem’le hayali bir Havva’dan türemedikleri ispat olunmakta ve ilim artık, kısa ömürlü de olsa canlı hücre yaratacak seviyeye ulaşmış bulunmaktadır.
Bütün bunlardan sonra din bir ahlak ve vicdan sistemi diye kabul edilmedikçe ilmin karşısında iflasla mahkum olacağı gibi Tanrı’yı insanların günlük işlerine kadar karışan bir varlık diye düşünmenin saçmalığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Bugünün din bilginleri artık başka türlü açıklıyor ve Tanrı’nın bazı kimselerin yani peygamberlerin gönlüne vahiy yoluyla ilhamlarda bulunduğunu kabul ediyorlar. Din kitaplarındaki tarihi ve ilmi yanlışları da ilhamı alanın insan olmasıyla tevil ediyorlar. Zaten böyle olmasaydı din kitapları insanlığın sonuna kadar değişmeyecek hakikatlerle dolu olur, insanlığın geleceğini ve geleceğindeki tehlikeleri açıklar ve mesela zararı nisbeten az olan alkol haram edilirken ondan on kat tehlikeli olan türün ve hele eroin hakkında sükut edilmezdi. Tanrı günün birinde insanların tütünü ve eroini bulup kullanacaklarını, bunun büyük bir felaket olduğunu bilmiyor muydu? Milyarlarca yıl sonraki kıyamet haber verildi de neden birkaç yüzyıl sonra ki zehirden söz edilmedi?
Çünkü din, ilahi ilhamla olsa bile sosyal bir müessesedir ve her peygamber de nihayet kendi bilgisi ve görgüsü kadar düzen ve yasak koymuştur.
Kumar, içki ve her türlü fuhşiyatla yozlaşmış, karılarını değiştiren ve kız çocuklarını gömecek kadar vahşet gösteren bir toplumda Muhammed’in başka türlü davranmasına imkan yoktu. Onlara korkunç cehennem azapları gösterecek ve dünyada doğrulukla yaşayanlara da öte alemde köşkler, Kevserler, yiyecekler, güzel huri kızları vaat edecekti.
Fakat aydınlık kafalardaki şüphe daha başlangıcından beri hükmünü yürütmüş, bu uğurda çok insan ziyan edilmiştir. Bir kısmı iki uç arasında bocalayarak sapıtmış, kimisi tarafından evliya, kimisi tarafından zındık ilan edilmiş (İbnü’l Arabi) kimisi delirerek Tanrılık iddiasına kalkmış (Hallac-ı Mansur), bir kısmı da tam yobazlaşarak dini katı ve tartışılmaz kaideler manzumesi diye kabul ederek İslamiyeti bugünkü perişan duruma sürüklemiş ve birbirlerini tekfir etmekle ömür tüketmiştir.
Büyük İslam bilgini ve mütefekkiri diye kabul olunup kendisine “Hücetü’l İslam” yani Müslümanlığın delili denilen Gazzali (yahut Gazali) “el-Munkız” adlı eserinde Farabi ile İbni Sina’yı tekfir etmiştir. Halbuki bu ikisi yalnız i
İslamiyetin değil, bütün insanlığın iki büyük dehasıdır. Aristo’dan sonra Farabi’ye insanlığın “ikinci öğretmeni”, İbni Sina’ya da “üçüncü öğretmeni” diye bakılmıştır.
Hüccetü’l-İslam bu herzeyi yedikten sonra Hasan Bağcı’nın Gökalp’ı da Türkçüleri de tekfirinde şaşılacak nokta yoktur. Gazali her şeye rağmen bilgindir. Hasan Bağcı’nın ne olduğunu bilmiyoruz.
Yobazlara göre Tanrı, insanların ne yolda hareket edeceklerini, daha kainatı yaratmadan önce tesbit etmiştir. Bunların hepsi Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. (bu yazıların dili de herhalde Arapça olacaktır.) O halde insanları cezalandırma neye? Madem ki insanlar Tanrı’nın iradesiyle suç işliyorlar, akılları, fikirleri, iradeleri Tanrı’nın ezeli kararı karşısında bir işe yaramıyor, ceza neden?
Bu soruyu ben sormuyorum. 14. yy’da yaşamış olan İbni Yemin soruyor. İbni Yemin, Türk ırkından bir İran şairidir. Ona göre dünya bir takım gayesiz olayların ardı ardına gelmesinden ibarettir. İbni Yemin, insanların daha önce Tanrı tarafından tesbit edilen şekildeki davranışları dolayısıyla öteki dünyada sorumlu tutulmalarının hikmetini anlıyamıyor.
Tekfir edilip başları belaya girmesin diye ihtiatlı bir dil kullanmak şartıyla pek çok şair ve bilgin bu noktaya temas etmiş, Bağdatlı Ruhi meşhur terkibi bendinde yobazları yerin dibine batırdığı gibi şarabın haram edilmesini kabul etmemiş, hatta büyük Türk şairi Abdülhak Hamit , şaheserleri olan “Makber” de, genç yaşta ölen eşi Fatma Hanım için Tanrı’yı sorumlu tutup ona isyan ettikten sonra, Yaradanı, insanlarla oyuncak gibi oynayan ulu bir çocuğa benzetip Fatma Hanım’a:
Çıktın mı huzûr-ı Kibriyâya
Bildin mi nedir o tof-ı ekber
Demekten kendisini alamamıştır.
Hasan Bağcı’ya göre, tabii bunların hepsi küfürdür. Bunları söyleyenler ve Allah’ı bir yana atan Türkçüler hep “tamu”da yanarken kendisi cennetin köşklerinde Huriler arasında zevkedecektir. (Sopayla Cennet kapısında bekleyip içeriye kimseyi sokmayan Birgili’den fırsat bulursa)
Hasan Bağcı’nın hoş bir tarafı da, sanki Peygamberin özel kalem müdür imiş de başından geçenleri not etmiş gibi kesinlikle onun hakkında bize bazı olaylar anlatmasıdır. Peygamberlerle amcası Ebu Talib’in bir konuşmasından bahsetmektedir. Acaba bunu nerden öğrendi? Uydurma hadislerden mi? Bizi yarım münevver görüp İslami bilgilerde pek cahil sandığına göre tam bir aydın ve aydınlık kişi olarak tanık ve kaynak göstermesi lazımdır.
Peygamberin hayatı hakkında ilk siyer kitabını yazan İbni İshak, hicri 151’de ölmüştür. Yani Peygamberlerle arasında yüzyıldan çok zaman vardır. Olmasa bile İbni İshak’ın eseri bugün ortada tam olarak yoktur. Mevcut parçalarını İngilizler neşre hazırlamışlardı. Basıp basmadıklarını bilmiyorum. Peygamber hakkında elimizde tam olarak mevcut eser ise hicri 213’te ölen İbni Hişam’ın siyeridir ki İbni İshak’tan da bazı parçaları kendi eserine almıştır. Fakat bununla da Peygamber arasında iki asır zaman vardır. İki asır geçtikten sonra, daha çok ağızdan toplanan söylentilere dayanılarak yazılan tarihi hadiselerin gerçeğe ne kadar uyacağı tarih metodolojisi hakkında bir nebze fikri olanlarca malumdur. Bu sebeple İslam tarihinin başlangıcı hakkında ortaya sürülen vukuattan çoğunun menkabe mahiyetinden ileri geçmediği, hele birçok kimse tarafından naklolunan hadiselerden hiçbirisine güvenilmeyeceği ortadadır.
Peygamberin çevresindeki ahlak bozukluğunu görerek çareler aradığını, tedbir düşünmek için dağlara çekilip insanlardan uzakta yaşadığını ve ta eski Mısır’dan gelerek Yahudilere geçen “tek Tanrı” fikrini akıl ve duygusuyla kabul ederek Arap putçuluğuna karşı çıktığını görüp anlamak için yobaz olmaya, bir takım masallara inanmaya, eski Sümer’den ve Mısır’dan gelip Yahudiler aracığıyla öteki milletlere geçen inançları ilahi hakikat diye kabul etmeye lüzum yoktur. Hele Yahudi kırallarını peygamber diye Türk milletine telkin ederek milli mefahiri unutturmak suretiyle İsrailiyyatı hayat ve ahlak sistemi diye önce sürmek milli bir cinayettir.
Hasan Bağcı bana bir tavsiyede bulunuyor: “Lütfen Müslüman’ın kim olduğunu ciddi olarak araştırıp öğrensinler”
Bende kendisine Türk tarihi ve kültürünü araştırmasını, Tanrıkut Mete’nin bu milleti nasıl yarattığını, Çiçi Yabgu’nun milliyetçiliği (yani Türkçülüğü) tarihte ilk olarak nasıl milli siyaset olarak uyguladığını, Orkun yazıtlarında neler yazıldığını, İslamiyetin yasakladığı güzel sanatların Uygurlarda ne derece geliştiğini, cennet mekan Çengiz Han Hazretlerinin yasasının nasıl bir nesne olduğunu iyice incelemesini öğütledikten sonra sorayım: Araştırmam istenen Müslüman hangi Müslüman?
Türklüğün övüncü olan Farabi mi, yoksa tekfir eden Gazali mi? Şehristani’nin saydığı mezheplerin kurucuları mı, yoksa mezarları tahribe kalkan Vehabiler mi? Para vakfını küfür sayarak para vakfı (yani tımar sistemi) üzerine kurulmuş olan Osmanlı devletini yıkmaya kalkışan Birgili öküzü mü, yoksa para vakfedilir diye fetva vererek devleti kurtaran Ebussuud mu? Kendisini son evliya olarak ilan ettiği halde küçük bir kıza aşık olan Muhyiddin-i Arabi mi, yoksa Tanrıyı haksızlıkla itham ettiğini ima eden İbni Yemin mi? Şems-i Tebrizi için garamiyatla dolu koca bir divan yazıp ak sakallı ile rakseden Mevlana mı, yoksa onun baş düşmanı kesilen Vanlı Mehmed Efendi mi?
Birbirinin zıddı olan bu insanlardan hangisinin örnek ve esas Müslüman diye alınarak ona göre hüküm yürütülmesi içinden çıkılmaz bir meseledir. Onun içindir ki dini sosyal bir kuruluş olarak görmek hem gerçeği kabullenmek, hem de dini iç mücadelelerin batağına saplanmaktan kurtarmak olur. Din en iptidai toplumlarda da vardır. Ve bu iptidai dinlerin gülünç talimatı herhalde 124.000 tane olduğu söylenen Peygamberlerden herhangi biri tarafından öğretilmemiştir. İnsanlar akıl ve bilimde ilerledikçe dinler de daha akli olmuş, çok Tanrı’dan iki Tanrı’ya ikiden de bire inerek son safhasını bulmuştur. Dini artık aklın ve ilmin kabul edemeyeceği hurafelerden, saçma inançlardan kurtararak tamamen vicdani bir hale getirmek, üzerinde tartışmamak, bu konulardaki yayınları da yalnız bilginlere bırakmaktan başka çıkar yol yoktur.
Peygamberler de insandır. İnsan oldukları için hataları vardır. İsa aleyhinde Batıda hayli eserler yayınlanmıştır. Muhammed’in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği ve Halife Ömer’in amcazadesi Zeyd’in kendisini bundan menettiği hakkında İbni İshak’ın siyer parçalarında bir kayıt bulunduğu gibi (İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi cilt I. S.126) Peygamber olduktan sonraki “Garanik” meselesi de bütün İslam aleminde meşhurdur ve tevil olarak “Şeytan, peygamberin içine girerek onun adına öyle konuştu” demek gibi çocukça bir tevile başvurulmuştur. Peki, şeytan bu karganmışlığı yaparken “alim” (her şeyi bilen), basir (her şeyi gören) ve habir (her şeyden haberi olan) Tanrı ne yapıyordu? Görülüyor ki saçmasapan tevillerle beşeri zaafları örtbas etmeye imkan yoktur.
Bunları anlatmamın sebebi şudur: Tanrı insan idraki dışındadır. Kur’an, Muhammed’in talimatıdır. Bunun birçok delilleri vardır. Bir tanesi birçok yerinde aya, güneşe, fecre, atların köprüden ağızlarına yemin ve and verilmesidir. Yemini kim eder? İnsan eder ve kendisinden daha üstün bir varlığın adına eder, Tanrı yemin eder mi? Tanrı’dan daha üstün bir varlık olmadığına göre kendi yarattığı aya, güneşe neden yemin etsin? Görülüyor ki bu yeminler Muhammed’in gönlünden ve beyninden doğmadır ve hatta Araplar arasında İslamiyetten önceki zamanların usul ve adabınca edilmektedir.
Kur’an “alemlerin sahibi olan Tanrı’ya hemdederim” diye başlamaktadır. Belli ki bu söz de Muhammedindir. Çünkü Tanrı, kendi kendisine hamdetmez. Müfessirler her ne kadar Tanrı “böyle diyin” demek istemiştir yolunda tevillere geçmişlerse de Kur’anın sonundaki küçük surelerde olduğu gibi, surenin başına bir “söyle, de ki” hitabını eklemeyi Tanrı düşünmez miydi?
Muhammed’in yirmi küsur yıl süren peygamberliği sırasında bazı ayetlerin mensuh olduğu yani hükümden düştüğü malumdur. Demek ki yirmi yılda bile hayattaki bazı değişikler Tanrı buyruklarını değiştiriyor, Tanrı eski buyruklarını hükümsüz sayarak yenilerini gönderiyor. Peki, hayatın geç ve güç değiştiği 14 asır önceki zamanların 20 yılında bile ihtiyaçlar ve hükümler değişirken gelişmenin çok hızlandığı daha sonraki 14 asırda değişecek hiçbir şey olmadı mı?
Bu gibi soruların sonu gelmez. Çünkü sosyal bir müessese olan din, hayatla birlikte yürür. Onu donduran, hayatın icaplarına uydurmayarak toplumu geri bırakan yobazlardır. Yobazlık bütün dinlerde vardır. Hıristiyanlar nasıl İsa’yı babasız doğduğu için Tanrı’nın oğlu sayarak Hıristiyanlığı bir türlü putperestlik haline getirmişlerse, bizimkiler de Tanrının dünyayı sırf Muhammed için yarattığını ileri sürerek aynı şeyi yapmışlardır.
Tabi bu arada hakikatı görenler çıkmamış değil fakat susturulmuşlardır. Şehristani’nin “Mülel ü Nihel”inde sayılan mezhep ve fırkaların en makul ve ilmi olanları tutunamamış, aklı hakim kılmak isteyen Mutezile ezilmiş, son olarak ortada kalan Sunnilik ile Şiilik ise birbirini kırmak ve tekfir etmekle vakit geçirmiştir. Nerde kaldı İslam kardeşliği? Bunların acaba hangisi doğru?
Kimisi tarafından tekfir edilen, bazılarınca büyük bilgin ve mutasavvıf olduğu kabul edilen meşhur Simavnakadısıoğlu Bedreddin, “Varidat”ında, cennet, huri ve köşk meselelerinin cahillerin sandığı gibi olmadığını söyleyerek söze başlar ve adeta bugünün ilmi kafasıyla konuşarak kainat, hayat ve ahret meselelerini izaha çalışır. Onun idamının bu dini içtihadından mı, yoksa siyasi sebeplerden mi olduğu ayrı bir meseledir. Kainatın kadim (yani başlangıçsız) olduğunu kabul etmekle de islamiyete tamamen aykırı bir fikir ileri sürmekte ve bunu İslamiyetle bağdaştırmak için kendi kendisini bizzat yarattığını, çünkü varlığını Tanrı’ya borçlu olduğunu söylemektedir. Tanrı’nın mutlak kudretini, ancak eşyanın istidadında olanı istemek ve yapmak şeklinde düşünmektedir. Yani ateş, Tanrının iradesiyle insanı dondurmaz, ancak yakar. Bunun gibi Bedreddin ahreti de kabul etmemekte, alem ezeli ve ebedidir demek istemektedir. Kıyamete inanmadığı için cesetlerin tekrar birleşip insan olacaklarına kail değildir. Bütün insanlar mahvolsa bile toprağın tabiatı icabı yine bir insan nesli türeyeceğine inanmaktadır. Cennet ve cehennemi, şeytan ve meleği herkesin anladığı manada kabul etmeyip melekleri tabiat kuvvetleri olarak görmekte, hatta peygamberler de bunu bu manada kullanmışlardır diye iddia etmektedir.
Demek ki din hakkında, din bilginleri tarafından birbirine zıt yüzlerce, belki binlerce fikir ileri sürülmüş ve bunların hepsinde senet olarak Kur’an ve hadisler kullanılmıştır. Arapça’nın elastiki bir dil olması, bir kelimenin bazen birbiriyle ilgisi olmayan birçok manaya gelmesi, hatta tam zıt anlamda kullanılması (mesela “Mevla” kelimesi hem “efendi”, hem de “köle” demektir.) Kur’anı anlayışta ihtilaflar doğurmuş, yazılan muteber pek çok tefsire rağmen meseleler çözülememiş, Müslümanlar fikir ve kanaat birliğine varamamıştır.
O halde bunun tek çaresi dini şahısların vicdana bırakarak teferruatla uğraşmamak, birbirinin inanç ve tefsirine, anlayışına karışmamaktadır.
Hasan Bağcı, makale serisinin sonuna Türkçüleri ilzam etmek için üstadları Necip Fazıl Kısakürek’in bir parçasını almıştır. Biz o üstadı tanırız, 1945’te meşhur Irkçılar – Turancılar davasından beraat ettiğimiz zaman biz Türkçüleri evine davet ederek mükellef bir rakı ziyafeti çekmiş ve kurucusu olduğu Büyük Doğu Derneğiyle birleşmemizi teklif etmişti.
Necip Fazıl iyi bir nesircidir. Fakat hiçbir yüksek okuldan mezun olmadığı için bir fikir tartışmasında ondan parçalar alıp tanık diye kullanmak doğru olmasa gerektir. Dışardan delil göstermek hususunda ben de kendisine bir profesörün, Prof. Dr. İlhan Arsel’in yazısıyla mukabele edersem herhalde daha kuvvetli bir tanık göstermiş olurum. 18 Ağustos 1970 tarihli Cumhuriyette Prof. İlhan Arsel “Viyana Kapıları” başlıklı yazısında şöyle diyor:
Türk’ün bütün yenilgileri, bütün gerilemelerini, dertlerini bizim gericimiz imamsızlığa veya şeriattan uzaklaşmaya hamleder, zanneder ki Türk sofulaştıkça, yani İslamın dondurulmuş esaslarına gözü kapalı uydukça, yani fanatikleştikçe gelişir, zaferlere erişir hidayete yetişir. Bunlar Türk’ü başarıya kavuşturan tılsımdır. Şeriata yaklaştıkça, dinin kat’i kalıplarına saplandıkça, yani hür iradesini terk ettikçe yani çöl şartlarına büründükçe, yani ilkelleştikçe, Türk ona göre şan ve şerefe kavuşmuştur, büyümüştür, fetihler yapmıştır ve taa Viyana kapılarına gitmiştir. Ağzından eksik etmediği slogan budur. “Viyana kapılarına nasıl gittik?” Neyle gittik? Çarşaflı anaların evlatlarıyla değil mi? Kendi kara cehaleti içerisinde bu milletin gerçek felaketlerinin nedenlerini anlayacak ve kavrayacak yeterlikten yoksundur ve yoksun olduğu içindir ki başka soru sormaz kendi kendisine… Türk yavrusunun beynini körletici medrese eğitimi kurmak, kişileri hür irade verilerine değil de hiç değişmez ilahi emirlere göre robot misali yaşatmak, kadını çarşafa ve çuvala tıkmak ve toplumdan atmak ve buna benzer daha nice ilkel usullerle şeriat düzenini ihya edip bu güzel ülkeyi Yemen örneği Arap ülkelerine benzetmek… Budur gericinin istediği… Budur onun gayesi… Ve bunda başarı sağlamak için uydurduğu masallarda hep imansızlık bahanesine oturtulmuştur.
Viyana kapılarına iman sayesinde, şeriat düzeni sayesinde gittik diyenlerin bir hatası var ki o da şu: Osmanlı devletinin yükseliş ve çöküş nedenlerini araştırmamak. Eğer biraz zahmete katlanıp okusalar, araştırma yapsalar, ilmi esaslara göre derinlemesine inebilseler ve yükselişin ve bu alçalışın temellerinde gericinin zannettiği ve zannettirmeye çalıştığı gibi şeriata bağlılık nedenlerinin yatmadığını göreceklerdir. Şeriata bağlılık değil, aksine şeriata bağlı olmamak, yani akılcı olmak nedenlerinin yattığını anlayacaklardır. Kanuni Süleyman’a gelinceye kadar ilk on padişahın hayatını ve icraatını tetkik etsinler kafi… Eğer Birinci Muradlar, Fatihler ve Süleymanlar şeriatın bütün gereklerini yerine getirmeye kalksalardı imparatorluk kurmak şöyle dursun, fakat Uç Beği olmaktan ve aşiret halinde yaşamaktan kurtulamazlardı. İlk padişahlar her ne kadar insan varlığına fazla değer veren kimseler olmamışlarsa da (ki bu onların affedilmez kusurudur), şeriatın akla ve hele çıkarlarına aykırı yasaklarına aldırış etmekten kaçınmamışlar ve kendi hür iradelerini ilahi emirlerin üzerine çıkarabilmişlerdir.
Şeriatın kaçamaklarından yaralanmakla kalmamışlar, fakat şeriatın kat’i ve değişmez kabul edilen hükümlerine karşı açıkça cephe almışlardır. Daha açıkçası Kur’anın emirlerine karşı gelmişlerdir. Netekim Yeniçeri teşkilatı, yani devşirme sistemi (Hıristiyan çocukların zorla Müslüman yapılarak yetiştirilmesi) Kur’anda yazılı hükümlere rağmen, yani bu emirlerin bertaraf edilmesi suretiyle kurulabilmiştir. Fatih Sultan Mehmed, dindar bir padişah olmakla beraber “her ilim Kur’anda mevcuttur, başka kitaba hacet yoktur” diye müsbet aklı, ilmi ve fenni bir kenara bırakmış değildi. Kur’an ve şeriatın diğer kaynakları, onun indinde, gerçeklerin tek kaynağı değildi. Bilakis çoğu zaman şeriat hükümlerini yetersiz görerek aklın ve mantığın icaplarına göre hareket etmesini bilmişti. Şeriat esaslarına göre zina fiilinin cezası ya falaka veya ölüm olduğu halde o kendi yayınladığı kanunnamelerle, erkeğin zina fiili için para cezası ihdas etmiştir. Gerçi din adamları ona Kur’anın ve şeriatın “Resim yasakları” ile ilgili hükümlerini gösterirlerken ve bu hükümlerin softaca savunmasını yaparken o, İtalya’dan ressam getirerek (Bellini’yi) kendi portresini ve resimlerini yaptırmıştır…Bu tanımadığım profesörün sözlerine bir şey de ben katayım: Fatih’in kanunnamesindeki “kardeş öldürme” maddesi de İslam esaslarına tamamen aykırıdır. Fakat devletin yaşayabilmesi için başka çare göremediğinden bu merhametsiz hükmü kanunnamesine koymuş, din adamları da işi kitabına uyduruvermişlerdir.
Hiç şüphesiz bir profesörün fikirleri üstad Necip Fazıl’ın şaheseri dine, diyanete vesaireye karışan yazılar değil, “Kadın Bacakları” hakkındaki nefis manzumesidir.
Şimdi biz de Hasan Bağcı’ya bir tavsiyeyle sözümüzü bitirelim: İslamın ilk buyruğuna uyarak okusun. Okusun ama, artık allamesi olduğu din kitaplarını değil de, biraz da Türk tarihini incelesin ve eğer Türk ırkındansa, kendi atalarının kimliğini biraz öğrenerek Türk olmanın gururuna ersin.
Fırat Kazganoğlu
Latest posts by Fırat Kazganoğlu (see all)
- Otobiyografik Bir Veda - 11 Aralık 2020
- Türk Ansiklopedisi’ndeki Kür Şad Maddesi - 24 Eylül 2020
- Nostaljik Bir Turancılık Hikâyesi – Cemiloğlu’nu Şehid Zannetmişlerdi - 10 Eylül 2020
- Abdülcemil Kırımoğlu’nun Kaleminden Alparslan Türkeş - 6 Eylül 2020
- Feyyaz Uçar’ın Süleyman Seba’ya Mektubu - 18 Ağustos 2020