Dünya, Çin virüsüyle uğraşıyor. Biz buna ek olarak daha tehlikeli bir virüsle İslâmcılık virüsüyle boğuşuyoruz. Çin virüsü öğreniyor ve yenileniyor. İslâmcı virüsü de öğreniyor ve yenileniyor. Çin virüsünün en tehlikeli hâlinin ne olduğu halen tespit edilebilmiş değil. İslâmcı virüsünün en tehlikeli hâli ise biliniyor: milliyetçi kisvesine bürünmüş İslâmcılık.
Bu yazıda sıklıkla -nasıl diyorlar modern Türkçede- flashback yapacağız.
Önce 15 Temmuz 2016. 15 Temmuz bir tiyatro veya kontrollü darbe girişimi falan değildir. Apaçık bir taarruz, bir silahlı isyan denemesi ve öfke boşalmasıdır.
15 Temmuz’un üç tarafı vardır: Sızma İslamcılar, süzme İslamcılar ve Türk milleti.
Sızma İslamcılar diğer ikisine müthiş bir kinle saldırmışlardır. Başaramadılar.
Fakat o gece bir hakikat güneş gibi parladı: ister sızma ister süzme olsun bu gecenin sorumlusu İslâmcılardır. Türk milleti bunu hafızasına kaydetmiştir. Nereden anlıyoruz? İslâmcı Cumhurbaşkanının 15 Temmuz’dan sonra temsilcisi olduğu devletin Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarının da Türk milleti olduğunu anlamasından tabii ki.
15 Temmuz İslâmcılığın cenaze namazıdır. Fakat ölünün morgdan kaçırılması sebebiyle namaz bir türlü kılınamamıştır.
Geçenlerde sâbık Cumhurreis A.Gül’ün de dediği gibi: “İslâmcılık ölmüştür.”
İslâmcılar gürültü kopararak bu ölümü saklamaya çalışıyor. Yeni kıvırma teknikleriyle milleti oyalıyorlar. Dansöz izlemeye meraklıların her zaman çoğunluğu oluşturması yüzünden İslâmcı cenaze ortada kalıyor.
Bu kadar oyalamalarının bir sebebi genetiktir. Yalan söylemek bir İslâmcı için farz sayılır. İkinci ve esas sebebe gelirsek o da cenaze kokmadan sıvışma çabalarıdır.
Ellerinde imkân varken tüm kaleleri düşürmek istiyorlar. “Ana akıma” çökme işini yalnızca görüntü olarak başardılar. Yoksa iktidardan düştükleri anda ana akım bunları kusacaktır. Çünkü epeydir buna hazırlanmaktadır.
Kendi meşruiyet alanları ve tabanları çökmüştür. Mirzabeyoğlu’nun ölümüyle fikir soracakları kimse de kalmamış, küçümsedikleri tarikatlarla fikir teatisine başlamışlardır.
Solcuların arasına birkaç tanesi sızmayı başarmakla beraber nüfusu memleketteki solculardan daha fazla olan bu güruh orada kamufle olamayacağını anlayacak kadar zekidir. Ayının bir papatyanın arkasına gizlenmesini andıracak bu görüntüyü izlesek, doğrusu epey keyiflenirdik.
Milliyetçilerin içine sığınmaktan başka çareleri kalmamıştır. Hepsi buraya gelmek için can atıyorlar. Neden hepsi? Çünkü iktidardan düşerseler her yerden düşecekler.
O yüzden hazır ellerinde bir güç varken kullanıp her yere kendi adamlarını geçirmek istiyorlar. Ki geçirdikleri adamlar da bunlara kefil olsunlar. Böylece sanki peygamber eksikliğimiz varmış gibi başımıza binlerce peygamber olarak gelecek ve yol gösterecekler. Çünkü bilirsiniz her İslâmcı büyüyünce peygamber olmak ister.
Bunların nübüvvet sevdası kıyameti çağırmaktan başka bir şey değil. Farkındalar ama umurlarında değil. Çünkü Türk milletine muazzam bir hınç besliyorlar.
Türk milliyetçilerine bu kadar hırsla saldırmalarının sebebi de burada gizli. Nasıl olur da “bu” milleti seversiniz diye hesap soracaklar da korkaklık üzerlerine yapışıp kaldığından soramıyorlar.
Milliyetçilere ait, içinde milliyetçilerin ekseriyet teşkil ettiği, milliyetçi olarak bilinen ne kadar şey varsa istiyorlar. Züccaciye dükkanındaki fil gibiler. Hortumları var ve nasıl isterlerse öyle sallıyorlar. Devleti de böyle yönettiler. Türk devletinin meşhur mukavemet hatları olmasaydı devleti başımıza yıkacaklardı. Kim? Bunlar!
Yazıda kelime tasarrufu olsun diye değil milleti zamir zanneden (“bu millet”) bir topluluğa zamirlerin nerelerde ve hangi şartlarda kullanılacağını göstermek için İslâmcılardan bazen “bunlar” diye bahsedeceğim.
Ne diyorduk? Devleti yıkacaklardı. Ne zaman? 15 Temmuz’da. Kim? İslamcı… Hayır “bunlar”! Evet şimdi devam edelim.
Bunların bu kadar günahı var da biz sütten çıkmış ak kaşık mıyız? Tabii ki hayır. Hele benim gibi Türk milliyetçiliğinin “müktesebatını da” sahiplenenlerden iseniz kesinlikle hayır.
Mesela; Kadir Mısıroğlu, Adnan Oktar ve Yavuz Bahadıroğlu’nun ilk kitapları milliyetçiler tarafından basılmıştır. Dönemin MHP’si bu kitapları teşkilatlara yollanan “okunacak kitaplar” listesine kaydetmiştir. (Albay Türkeş’in neden böyle bir şey yaptığı onun üzerinde biraz çalışma yapmış herkes tarafından aslında açıktır. Bu yazının konusuna dahil olmadığı için girmeye lüzum görmüyorum. Belki sonraki bir zamanda konuşuruz. Fakat çok basitleştirerek “bunları kullanmak” diyelim şimdilik.)
Milliyetçiler bunları kullanacağı yerde bunlar milliyetçileri kullandı. Bu kullanma bahsine en iyi uyanı “herkesi kandıran” Fethullah’dır. Nurcu yapılar içerisinde ilk sivri çıkışını Zübeyir Gündüzalp çevresinin “Türkeş Müslüman Değildir” broşürlerine karşı çıkarak yapmıştır. Kendi kadrosunu oluşturana kadar da milliyetçilerle dirsek temasını asla kesmemiştir. Sonra olanlar malûm.
Fethullah’tan Adnan’a kadar bunlar milliyetçileri kullandılar. Hem de en aşağılık şekilde kullandılar. Bunlar, milliyetçileri zıplama tahtası olarak kullandılar. İşleri bitince de kırıp attılar. Neyse ki temelleri sağlamdı da her seferinde yeniden dirilmesini bildi.
İşte 15 Temmuz’dan sonra bir daha dirildi. Sosyal medyada klavyeyle, sokakta ağızla yapılan pespayeliğe bakarak söylemiyorum bunu. Devlet, sivil toplum ve fikir nâmına bir iki kırıntı barındıran her yerden aldığım izlenim bu yönde.
Derinleştirilmesi gerekli muhakkak. Çünkü milletin esaslı bir fikir bulduğunda nasıl sahiplendiğini de görmüş olduk. Sadece biz değil İslamcılar da gördüler. Bu sızma harekâtının sebebi zaten o gördükleri şeyler. (İslamcıya sorsan, kâbus.)
Süleyman Soylu nâm zat merkez sağ politikacının ismi boşuna MHP Genel Başkanlığı için geçirilmiyor. İslamcılar boşuna “gerçek ülkücülük bu değil” edebiyatına başlamadılar. MHP’ye ve yan kuruluşlarına sızıyorlar. Sahi, 15 Temmuz’dan sonra milliyetçi sendikaların üye sayısında “patlama” yaşanmadı mı?
Bir kısım İslamcı el altından Türk Ocakları’nı ele geçirmek için plan yapıyor. En ufağından en büyüğüne milliyetçi derneklere bir şekilde üye oluyorlar.
Yavşakça sırıtarak poz veriyorlar. O sırıtmanın anlamı tahammüldür. “Şimdi sana tahammül ediyorum ama zamanı gelince canına okuyacağım” demektir. Bir İslamcı bu yazdığım cümleyi yutkunmadan okumayı bile başaramayacağı için söyleyemez. Ama düşünür. İçinden geçirir. Ve uygulamak için pusuya yatar.
Bunlar böyle sızıyor da -hadi biz bağımsızız, bizi geçtim- bu kurumlardaki milliyetçiler uyuyor mu? Hayır. En azından hepsi değil.
Öncelikle yukarıda yazdığım “harekâtların” amacını ve yöntemini olmasa da teferruatını onlar sayesinde öğreniyoruz.
Ama esas mesele İslamcıların bu sızma işinin başına -milliyetçilerle yol ayrımına giderken bıraktıkları- tohumlarını getirmeleridir. Bunların giderken bıraktıkları tohumlar -maşallah- epey büyüdüler. (Sicilya ve ABD’de iki koldan yürüyen Cosa Nostra gibiler. Onu da yazacağım.)
Nasıl mı büyüdüler? E büyük biraderleri devlet ricali olunca bunlar da üç beş atamada “yeğenlerini” gösterdiler. Yeğenleri atanınca isimleri duyuldu. İsimleri duyulunca takipçileri arttı. Ekmek derdindeki adam “Acaba bu İslamcı mı?” diye bakacak değil ya. Takılır gider.
İsim ve devlet fetişi meselelerine bir girip çıkmazsak hatırım kalır.
Devlet şuuru ayrıdır, devlete tapmak ayrıdır. Devletin güçlü olmasını temenni etmek ayrıdır, devletimiz ne yaparsa doğru yapar demek ayrıdır.
İsimleri konuşmak abestir. Bir insan düşmanım değilse onun adını geçirmeyi lüzumsuz bulurum. Çünkü isim fikrin önüne geçiyor. Ve insan beyni belirli bir noktadan sonra ikisi arasından yalnız birini tercih edebiliyor. Ne zeki arkadaşlarımızı bu isim fetişine kurban verdik, bilen bilir.
Ölenlere Allah’tan rahmet dileyip son düzlüğe çıkalım.
İslâmcılığın öldüğünü anlayan arkadaşlar ufak ufak milliyetçiliğe yanaşıyorlar. En son “yol birliği” yapışımızın üzerinden çok seneler geçti. Onlar büyüyüp serpildiler. Bizim tarafta da yeni milliyetçiler yetişti.
Onlar her şeye sahip olmak isterken yetişen milliyetçiler bu kadar emek boşa gitmesin diye bazı mukavemet hatları kurdular. Henüz buralar aşılmış değildir. Fakat zorluyorlar.
Şimdi önümüzde yalnızca iki yol, sadece iki ihtimal var; ya içimizden çıkmamış olmasına rağmen yeni Fethullahlar, Mısıroğulları, Bahadıroğulları bizi sıçrama tahtası yapacak ve zıplayıp milletin başına tebelleş olacaklar. Ki bu “oğullar” bizim oğullarımız değil, başkalarının oğulları.
Veyahut da bizler yeni Toganlar, Kafalılar, Sançarlar, Atsızlar ve Türkeşler çıkartarak milletin makus talihini yeneceğiz. Bizim bahtiyar ve büyük Türkiyemizi inşa edeceğiz.
İlki teslimiyet, tabasbus ve -Gökalp’in kullandığı anlamıyla- temsil anlamına gelir. İkincisi ise murakabe, muaraza ve mücadele demektir.
(Biz “M” onlar “T” ile özdeş olduk. Anlamadığımız kelimeler için sözlük icat edilmiş. Ayrıca “T” bizim Kıbrıs Harekatı’nın ikincisinin (Ayşe’yi tatile çıkartan) planına benzer. Başka şeylere de benzetenler olmuştur.(bkz: Nurettin Ersin.) Merak eden arar bulur. Şimdi müsaadenizle İslamcılara harb ilan edeceğim. Sancho Panza atımı hazırla!)
Ciddileşelim.
İkinci yolu seçenlerden birisi olarak durum muhakemesi yaparsam bizim elimizde canımız, hürriyetimiz ve şerefimiz var. Onların elinde makamlar, paralar ve ciğeri beş para etmez adamları… Herkes aziz bildikleri uğruna çarpışacak!
Bu çarpışmada arkamızda veya önümüzde değil yanımızda hizalanacak arkadaşlar; Gazamız mübarek olsun!
Semih Ayna
Latest posts by Semih Ayna (see all)
- Veda ve Teşekkür - 15 Aralık 2020
- İptal Kültürü-2 - 21 Eylül 2020
- İptal Kültürü - 20 Eylül 2020
- Gözlerimizi Kısarak Baktığımız Vatan: Kırım - 11 Eylül 2020
- Rusya’nın Kırım’ı Son İşgali - 6 Eylül 2020