Bir gece yarısı…
Ulus’ta ki küçük tiyatro da İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un hayatını anlatan bir tiyatro oyunundan çıkmış, denizciler caddesine doğru yürüyorduk. Havanın soğuk olması yazıhaneye varmak için adımlarımızı hızlandırıyordu.
Öte yandan tiyatro oyununun konusu Akif olunca oyunun üzerine uzun uzun konuşmak isteği ağır basıyordu ve sürekli adımlarımızı yavaşlatıyorduk.
Her nasıl oldu ise konu günümüzde ki devlet adamlarının inandıkları davayı ve manevi değerleri yaşaması ve yaşatmasına gelmişti. ( Aslında böyle meseleleri konuşan herkes konunun en nihayetinde siyaset ve devlet adamlarının yaşayış tarzına geleceğini az çok bilir. Çünkü tarihte yaşamış önemli şahsiyetler ve günümüzde söz sahibi olanlar arasında her zaman bir kıyaslama yapma isteği her insanda birazda olsa vardır.) Konuyu enine boyuna tüm bildiklerimizi sanki çok gizli bir şeyi ilk defa açıklayan bizmişiz gibi konuştuk.(Çoğu zaman bilmediklerimiz hakkında da birkaç ütopyamız vardır.)
Konuşulan isimlerden birisi benim hayatım için çok mühimdi. TÜRK’ün SON BAŞBUĞ’u; Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ… Hemen dikkat kesildim. Öz konusu Başbuğ olunca onu aramızda en iyi bilen ağabeyimiz söze başladı. Çünkü Bağbuğ’u görmüş, derslerinde bulunmuş, gözlerinin içine bakmıştı. Önce ayrıntılarıyla Başbuğ’un ne kadar mütedeyyin bir insan olduğunu anlattı. Yaşanmış birkaç örnek verdi. Başbuğ’un bu kadar muteber bir şahsiyet olmasını Akif’in inançlarını yaşamasında ki kararlılığı ve dik duruşu ile ilişkilendiriyor ve Başbuğ’u bu pencereden bir başka ve ziyadesiyle anlamlı bir şekilde tarif ediyordu.
Son sözü söylerken anlatacaklarını yarım bıraktı. Bunu yapacağını daha cümlesine başlarken fark ettim. O cümlesini bitirir bitirmez aklıma binlerce soru saldırıyordu. Hepsini tek tek sormak ve cevaplarını öğrenmek istiyordum. Ağabeyimizi çok iyi tanıdığım için hiçibirisi sormadım. Çünkü biliyordum ki o kolaycılığı sevmezdi. Onun için daha fazla bilgiyi nereden öğrenebiliriz diye sordum. Bana Başbuğ’un en yakınında ki bir büyüğümüzün ismini ve adresini verdi.
Daha fazlası ondadır…
Birkaç gün sonra Başbuğ’umun dava arkadaşının, bir efsanenin yanına gittim. Kafamın içi bomboş, ne soracağımı bilmiyordum ama her şeyi öğrenmek istiyordum. Tabiki böyle değerli bir ismin yanında susmak icap eder ki, bende gözlerimle anlattım neden yanına geldiğimi…
Başbuğ’un yanında geçen bir ömür.Saatlerce anlatmasını beklerken ben bir anı ile anlattı tüm yaşanmışlığı…
Bunca dünya işi, davanın zorluğu, Anadolu Türk’lüğünün zorlukları ve bir cümle Dünya Türk’lüğünün derdi, tasası Başbuğ’un omuzlarında idi. Her geçen gün bir evladının şehit olduğu haberinin gelmesi ve en nihayetinde seksen darbesinin köhne bedeninin kara gölgesi…
Başbuğ tüm bunlarla tek başına mücadele ediyordu. En zoru da tüm bunları kendi içinde yaşıyordu. Bu zorlukların üstesinden gelmesinde ki en büyük güç inancı ve imanıdır. Bu inancı ve imanı her gün tazeliyor ve büyütüyordu kendi yüreğinde. Bir gün Başbuğ’un emrettiği üzere evine gittim. İçeriye girdiğimde Başbuğ secdede idi. Bir süre Namazını bitirmesini bekledim. Daha doğrusu ben namaz kılıyor zannediyordum. Çok geçmeden secdeden kalkmadığı için namaz kılmadığını anladım. Ve bulunduğumuz odadan dışarı çıktım. Kapıda beklemeye başladım. Peki Başbuğ’um ne yapıyordu? Yaklaşık on beş dakika sonra kapıyı kendisi açtı ve beni çeri çağırdı. İçeriye girip elini öptüm. Hazır bir vaziyette emirlerini bekledim. Yüzüne baktığımda gözlerinde huzuru ve maneviyatı gördüm. Bu olaya birkaç kez daha şahit oldum…
Şahin Altıntaş
Latest posts by Şahin Altıntaş (see all)
- MOLLALARI DA VURURLAR - 20 Kasım 2022
- Güney Azerbaycan Türk’ü Şair Yazar Mehdi Dehkan ile Röportaj - 17 Mayıs 2022
- MiM İçin Dört Mevsim - 16 Şubat 2022
- FÜHRER’İN AKIL HOCASI - 26 Ocak 2022
- GELİŞEN SAĞLIK TEKNOLOJİLERİ VE YAPAY ZEKÂ - 14 Kasım 2021