Bu zamana kadar hiçbir şey yazmamış olmakla meşhur yazarımız, bugün çok iyi bir hikâye yazacağına inanarak parka doğru yürüyordu. Kulağında kulaklık ve elinde defteriyle kimsenin olmadığı bir banka oturdu. Defterindeki boş sayfaya bakarken bankı hafif bir rüzgâr salladı ve bir ses duydu: “Şu kulağındaki kulaklık, hiç kimseyle muhatap olmak istemiyorum, demek değilse ben de bir şey bilmiyorum.” Sağına döndüğünde, konuşanın bir kedi olduğunu gördü. Şaşırma ifadesinin yanına hemen bir: “Yok artık!” cümlesi ekleyecekti ki: “Hadi amaaa” dedi kedi: “Elin oğlu bilim kurguda uzay seviyesinde, sen bir kediye, konuştu diye şaşırıyorsun.”

Yazar: “Elin oğlu mu?” diye düşündü, “Bu kedinin içine annem kaçmış olabilir mi?” en absürt vakaların kolay kabul edilmekle meşhur olduğunu biliyor muydunuz sevgili okur? Yazarımız da öyle yaptı ve: “Ne arıyorsun burada?” diye sordu, az evvel konuştuğuna iman ettiği kediye. “İnsanlığın iletişim sorunları üzerine düşünüyorum” dedi kedi. “İşte bir açık buldum” diye düşünerek zekâsı hususunda hiç şüpheye düşmeyen yazarımız: “Sana mı kaldı insanlığın sorunları?” diye sordu. Kendince onun insan olmadığını söyleyerek, kediyi küçümsüyordu. “Sence bana kalmamış mı?” diye söze girdi kedi, “Burada oturmuş kulağında müziksiz bir kulaklık, elinde yazılmamış bir defter, bankta yapayalnız bir kediyle konuşuyorsun. Sence bana kalmamış mı?”

Bizim yazar, utancından insanlıktan istifa edecek oluyordu. Neyse ki hemen toparladı ve kediye dönerek: “İsmini sormadım dostum?” dedi. “Ben Gülendam” diye karşıladı hemen soruyu beriki “Senin de adın Birol olmalı.” Bu kadarı fazlaydı: “Sen nereden biliyorsun benim ismimi?” diye çıkıştı yazar. Konuşmasına bile eyvallahı vardı ama ismini bilmesine asla!  Gülendam: “Bu senin romanın Birol” dedi, “Bırak da beni yazan adamın adını bileyim”

 

*

 

Rüyadan uyandığında, bir yeri açıkta mı diye kontrol etti. Etti etmesine ama geçen hafta tek yorganını üç kitap parasına sattığını tam o anda hatırladı. Kendisini Dostoyevski’nin yazdığı bir evrende hissediyordu: “Tanrım, neden entelektüeller hep fakir!” neden baş karakter esnaf olmuyordu, tüccar değildi de hep yazmakla ve çizmekle uğraşıyordu? Neden dünya klasikleri bile Sefiller’e odaklanmıştı? İnsanlık olarak yaralarımızın deşilmesine çok meraklıydık. Sabah programları ile dünya klasikleri arasında böyle bir bağ kurmuştu yazarımız Birol. Gülümseyerek yataktan kalkıyordu ki aynanın köşesine sıkıştırılmış notu gördü: “Beni Ara” hemen telefonunu eline aldı ve öbür elinde de şimdi kâğıt duruyordu, tuşlara dokunacaktı ki: “E burada numara yok?” diye bağırdı “Nasıl arayacağım? Döne döne mi?” Bunu söylerken dönen yersiz neşeli yazar Birol, aynaya yeniden yüzünü döndüğünde bu defa şok geçiriyordu. Bu notu senelerdir tek yaşayan bu adamın evine kim bırakmıştı? Ve bu zamana kadar hiçbir kediyle yan yana bile bulunmayan yazarın suratındaki tırmık izi de neydi? Rüyası yavaş yavaş aklına geldi, bir kediyle konuşmuştu ama bu bir rüya değil miydi? “İşte deliriyorum” dedi “Bir dakika, bu geçen hafta olmuştu zaten”

Sonra yavaş yavaş aynaya yaklaştı, arkada komodinde duran defter ve kaleminin aynadaki yansımasına parmak ucuyla dokundu ve Tanrısının ona bir hikâye sunduğunu düşündü. Evet, Birol senelerdir tek satır hikâye yazamıyordu ama Tanrısı imdadına koşmuştu işte. Yine o yazmış sayılmıyordu ama bunu bir başkasına söylemek zorunda değildi. Bir başkası? Birol’un kimsesi yoktu ki. Birol’un bir tek Tanrısı vardı.

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Betül Azra

Latest posts by Betül Azra (see all)