Küresel salgın sebebiyle çok uzun zamandır dışarı çıkıp tanımadığım insanlarla konuşma fırsatım olmuyordu ancak dönem sonuna hazırladığımız belgesel için ilk defa çok sayıda insanla konuşma fırsatı yakaladım. Son on gün içinde görüştüğüm yüzden fazla esnafın tek bir ortak derdi var: bize bir haller oluyor. 

Tabii ki dert bana veya bir başka bireye bir haller olması değil. Herkesin kendi fikir dünyasının şekillendirdiği ahlaki panik öğeleri var ve medya tercihlerimizi kendi siyasi görüşümüze göre yaptığımız için de medya kullanımı sonucu kendi toplumsal sorunlarımızı ortaya çıkarıyoruz. Umberto Eco, medya çeşitlerinin kendi okuyucularını türettiğini söylerken sosyal medyanın gündelik hayatımızda bu denli önemi yoktu çünkü Eco (1932-2016) vefat ettiğinde Çin dünyaya en büyük golünü henüz atmamıştı. Mart 2020’den beri sosyal medyanın öncekinden de güçlü bir etki alanı var. Eve kapanmak zorunda kaldığımız günden bu yana -haklı olarak- günlük medya kullanım süremizi arttırmış bulunuyoruz. Kullanım süremizdeki artış ise biz kullanıcılara sosyal medyanın da aslında kendi içinde katmanları olduğunu, arayanın aradığından fazlasına ulaşacağını göstermiş oldu. İşin aslı, Twitter, Facebook, İnstagram ve YouTube gibi uygulamaların bir algoritma sayesinde kullanıcılara takip etmediği fakat takip ettiği profillere yakın profilleri ve içerikleri sunarak kullanıcıları kendi platformlarında daha uzun vakit harcamaya ve daha çok etkileşimde bulunmaya teşvik ettiğine inanıyorum. Eğer dikkat ettiyseniz Twitter’ın gündemleri aksini ayarlamadığınız sürece “size özel gündemler” olarak sunduğunu görebilirsiniz. Bu konuda resmi beyanlar gerçekliği yansıtmadığı için “inanıyorum” demekle yetineceğim. Ne de olsa Facebook kişisel bilgilerimizi asla başkalarıyla paylaşmaz… 

Stuart Hall, bir medya metnini tüketen her bireyin o mesajı kendi algılarında anladığını iddia eder. Bununla birlikte medyayı kendi algılarımızla yorumlamaya başladığımız için toplumda başlığa isim verecek kadar önemli olan ahlaki paniğin artık birbirinden ayrıştığını görmekteyiz. Kot pantolon markası olmayan Levi Strauss’un medyanın ikili zıtlıklar üzerine oluştuğu tespiti ve Tzvetan Todorov’un her hikâyeyi bir taslağa oturtma gayretiyle şekillendirdiği görüşleri bizlere Türkiye’de ciddi derecede kutuplaşma olduğunu gösterir. Düşün dünyası Türkiye ile pek alakalı olmayan kimi Türkler de buradan duyduğu yarım bilgilerle ahlaki panik oluşturmak ve günün sonunda daha çok kazanmak adına bu çeşit toplumsal rahatsızlıkları arttırmaya çalışır. Anlamadıkları konu ise, Türkiye’nin ne batılı ne doğulu olması sebebiyle doğu veya batının ham fikirleriyle yorumlanamayacağıdır. Türk milleti olarak dünyada yaşayan ve düşünen diğer varlıklarla insan olduğumuz noktasında kesiştiğimizi reddetmek imkansızdır. Fransa’da, Amerika’da veya Rusya’da cereyan eden fikri akımların Türkiye’ye üzerinde düşünülmeden ithal edilmesinin imkansız olduğunu nasıl anlatabileceğimi henüz bilmiyorum. Türkiye ve Türkler aynı diğer milletlerin birbirinden olduğu gibi dünyadaki diğer milletlerden ayrıdır. Türklerin modernleşme süreci ve modern fikirlerin kendini hissettirmeye başladığı 19. asrın başlarında bir imparatorluk sınırları içerisinde yaşaması ve bu imparatorluğun yaklaşık 250 sene gerileme sürecinde bulunmuş olması onların düşün dünyasını diğer çağdaşlarına göre hayli etkilemiştir. Türklerin Cihan Harbinden sonra izlediği mücadele yöntemi ve gerek Mustafa Kemal Atatürk’ün idaresi gerek Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan ve Sadri Maksudi Arsal gibi münevverlerle yoluna devam etmesi doğal olarak küreselleşen dünyaya girişlerini kendine özgü kılmıştır.  Anlaşılacağı gibi sosyal bilimler insan odaklı düşünse dahi yorumlarını millet ve coğrafya etmenlerini göz önünde bulundurarak çalışmak zorundadır. 

 

Sosyal bilimler bir yana, bireysel görüşmelerim neticesinde bir anlam vermeye çalıştığım ayaküstü sohbetler memlekette birbirinden çok ayrı ahlaki kaygılar olduğunu anlamamda bana çok yardımcı oldu. Yan yana iki dükkândan biri toplumumuzun en büyük sorununu parasızlık olarak nitelendirirken, diğerinin dini değerlerin elden gittiği, yoldan geçen seyyar satıcının ise muhabbete katılıp irtica geldiğini iddia etmesi eskiden toplumsal olarak algılanan ahlaki paniğin artık bireysel kaygılarla birbirinden uzaklaştığını göstermektedir. Tabi bu kadar ahlaki panikten bahsolunmuşken açıklamanın yeri geldi; 

 

Ahlaki Panik Nedir? 

 

Ahlaki panik, 1960’lı yıllarda İngiltere’de “Modernistler ve Rock müzik dinleyenler” arasında cereyan eden olayların medya tarafından nasıl cümle İngiltere’yi ilgilendiren bir toplumsal soruna dönüştüğünün Stanley Cohen (1972) tarafından aktarılmasıyla ortaya çıkan bir kavramsallaştırmadır. Cohen, bu iki ufak grubun arasındaki mahalli kavganın medya tarafından fazlaca gündeme getirildiğini ve neticede halk düşmanları oluşturulduğunun altını çizer. Bu konuda 1972 yılında “Halk Düşmanları ve ahlaki panik” adında bir kitap yayımlayan Cohen, halk şeytanlarını da kısaca halihazırdaki toplumsal algıya yabancı gelen ve bu toplumsal normları tehdit eden bireylerin tümü olarak adlandırır. Halk şeytanlarına ve bu şeytanların oluşumuna güzel bir örnek 1944 yılında Nihâl Atsız ve arkadaşlarının 25 kişi ile İsmet İnönü’yü devirecek olması, gizli laboratuvarlarda kafatası ölçüyor olması gibi gündemden düşmeyen haberler verilebilir. Nitekim gazetelerin mütemadi olarak Türkçülerin ne denli gaddar olduğunu duyurması, aslında İsmet Paşa’nın dış siyasette atacağı adımlar yüzünden harcadığı isimlerin adını karalamak, bu sayede halktan kendisine yükselecek olan sesleri kısmaktır. Güncel örnek ve çalışmalara değinmeden, Türkiye’de medya vasıtasıyla halk düşmanı nasıl oluşturulur sorusunu merak edenler için güzel bir tavsiyem var. Serkan Akgöz tarafından derlenen “Basında Atsız” kitabı. Konuyla alakası olanlar için benim yorumlarımdan öte fikir sahibi olmanız ve süreci somutlaştırmanız adına Atsız’ın basında tezahürünü okumak ve üzerine düşünmek pek faydalı olacaktır. 

David Altheide’a (2009) göre ahlaki panik, toplumu yönlendirmek adına yeni bir korkuyu ortaya çıkarmaktır. Cohen ahlaki panik kavramını 1972’de ortaya atmasına rağmen 1990’lardan itibaren ahlaki panik evrim geçirmiş, toplumu yönlendirmekten öte kontrol etmek için bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Erol Mutlu ise 2008’de yayımlanan “İletişim Sözlüğünde” Ahlaki Paniği toplumda zaten var olan sorunların medyanın abartısıyla topluma mâl edilmesi, bu sorunların ise hayatı etkileyen sorunlar olarak anlaşıldığını bizlere aktarır. Sonuç olarak ise Karen Lumsden toplumun bu sonradan ortaya çıkan ahlaki panikler karşısında tavır aldığını, buna mukabil de devletin veya siyasi partilerin bu tedirginliklere karşı yeni kararlar aldığını iddia eder. Yaşadığımız ahlaki tedirginliklerde medyanın rolü bir yana, 2020 yılını nihayet atlatmış ve küresel salgından nasibini almış bir Türk genci olarak, yaşadığımız bu ahlaki panikte kendi payımız olduğunu eklemek istiyorum. Neticede bireylerin hangi medya türüyle hangi mesajları aldığı ve hangi konularda endişe ettiği yine kendi düşün dünyası neticesinde vücut bulmaktadır.  

Esnafın farklı dertleri olması da buna bir kanıt diyebiliriz. Neticede bugün toplum olarak esnafın derdi yalnızca ülkenin ekonomisi olmalı diye düşünüyoruz. Ticaretle uğraşan insanlar ilginçtir ki insan değil yazar kasalar olarak algılanıyor, bu yanlıştır. Toplumda her birey gibi ticaretle uğraşanların da maruz kaldığı ayrı medya türleri ve kanalları var. Tıpkı bu yazıyı okuyanın bu yazıyı yazandan farklı olduğu gibi, ayrı ayrı ilgi alanları var. Esnafla sohbet etme fırsatı bulduğum için kendi çözümlememi esnaflar üzerinden yapabildim. Bilmem, başka bir yorumu olan var mıdır? Varsa yorumlarda benimle paylaşırsa pek sevinirim. 

Kitlesel medya tarafından algılarımız şekillendirilmeye çalışılsa da küresel salgından beri sosyal medya araçları sayesinde kendi algılarımızın şekillenmesinde daha çok söz sahibiyiz. Algıların şekillenmesi her zaman kötü bir durum değildir. İlgi alanımızın veya bireysel haber alma kanallarımızın geniş olmaması kimi zaman üzerine yoğunlaştığımız konularda daha derine gitme fırsatını da bizlere sunabilir. Tek hikâyeden beslenmek çok sağlıklı olmasa da toplumda birbirinden bağımsız ve temassız gelişen fikirler olması ihtimaldir ki günün birinde sağlıklı bir tartışma ortamı sağlandığında seviyeli eleştiri neticesinde gelişimi sağlayacaktır.  

 

Ben bu yazıyı neden yazdım? (Sonuç) 

Ocak sonu gibi yayımlamayı düşündüğüm “Türkiye’de Kamu Spotları ile Sigara Karşısında Oluşturulan Ahlaki Panik” başlıklı makalemi sizlerle paylaşmadan önce ahlaki panik kavramını biraz daha açmak elimden geldiğince somutlaştırmak istedim. Medya ve Toplum, biz genç Türklerin çok da umursamadığı bir konu maalesef. Türkiye’de bir zamanlar sigara içmek efendilik ve centilmenlik göstergesiyken, bugün nasıl ayıp ve utanılacak bir davranış olarak algılandığını açıklayacağım makalemi paylaştıktan sonra anlatmaya çalıştıklarımın daha iyi anlaşılacağı inancındayım. O güne kadar, sağlıcakla kalın. 

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

zaferyemin