ÇANAKKALE’DE DOKTOR VE OĞLUNUN HİKAYESİ

 

    Hepinizin takdiridir ki ülkece zor zamanlar geçiriyoruz. Gerek Elazığ depremi, gerek ekonomik sebeplerden dolayı gelen intihar haberleri, gerekse de Suriye’de verdiğimiz canlar… Son olarak da Çin’in Wuhan kentinden tüm dünyaya yayılan “korona virüsünün” ülkemize de gelmesi ile bu felaketler silsilesine bir yenisi daha eklenmiş oldu. “Daha fazla ne olabilir ki?” diye kendimize teselli aradığımız bugünlerde “meğer bunlar hiçbir şeymiş” dedirten haberlerle yeniden sarsıldık. Meğer asıl sorunumuz “insanlık ve ahlak yoksunluğuymuş”. 3 liralık maskeyi 300 liraya satan, 20 liralık kolonyaya 200 lira değer biçen namuslu(!) vatandaşlarımızın haberlerini, karantinadan kaçan, sadece kendi hayatını düşünen ve öğrencilere laf eden “umrecilerimizin” haberleri takip etti. 

    Bugün 18 Mart 2020. Çanakkale Zaferi’nin 105. yılını kutladığımız bugünde, sizi o zamanlara, savaş yıllarında yaşanan bir olaya şahitlik etmeye davet ediyorum. O günlerden bugünlere alacağımız çok fazla “insanlık ve ahlak” dersi var…       

    Çanakkale Savaşında siperlerin gerisinde yaralı askerlerin en çok ihtiyaç duyduğu şey belki de, “morfin“di. Doktorlar yaralı askerlere ağrı kesici bulmakta zorlanıyorlardı. Bu yüzden bir nöbet tutuluyordu.

    Hastaların ameliyatı için hazırlanan çadırın önüne bir masa kurulmuştu. Sedye ile gelen her yaralı, burada masaya koyuluyordu. Doktorun elinde enjektör, enjektörün içinde ağrı kesici.

    Doktor ilk muayeneyi yapıyordu ve yaşama olasılığı olan, ameliyat edilmesi halinde yaşayacağına inandıkları askerlere ağrı kesiciyi yapıyordu. Oysa gelen her yaralının ağrı kesiciye ihtiyacı vardı. Fakat herkese yetecek kadar ağrı kesici yoktu.

    Yaralı asker getirilip, doktorun önündeki masaya konuluyordu. Doktor gelen yaralı askerleri kısa süre içerisinde muayene ediyordu. Muayenesi biten yaralı asker bağıra çağıra, ağlaya, inleye götürülüyor, hemen sıradaki yaralı masaya yatırılıyordu.

Doktor;

– “Bunu kaldırın…”, “Bunu kaldırın…”,

– “Hah tamam, bu ameliyat edilirse kurtarılabilir” diyordu.

    Ameliyat ile kurtarılabilecek askere, ağrı kesiciyi yapıyordu. Her askerin ağrı kesiciye ihtiyacı vardı ancak ağrı kesici yoktu. Sürekli olarak doktorun önüne yaralı askerler konup, kaldırılıyordu. Sırada bir sürü asker sedye üzerinde beklediğinden dolayı hızlı bir şekilde muayene yapılıyordu. Bu sırada doktorun önüne yaralı bir asker daha getirildi.

Doktor; “Bunu kaldırın” dedi. 

Yaralı askerden ise bir ses, “Baba…!”

Doktor “Şokta“…

    Doktor, sedyede yatan yaralı askerin yüzüne baktı. Eliyle yüzünü sevdi, baktı ki, öz Oğlu…! Öz evladı, Önünde perişan bir durumda yatıyordu. Doktor ise çaresizdi. Herkesin gözü doktorun üzerindeydi. Doktor bir elinde ağrı kesici, diğer eliyle oğlunun yüzünü silerek sevdi ve sedyecilere şöyle seslendi;

“Bunu gölge bir yere kaldırın..!”

    Bu olayın ardından, doktor görevini bir başka arkadaşına devredip, ardından hemen yaralı askerlerin arasına koştu. Yaralı askerlerin arasına dalan doktor, çoğu askerin çoktan öldüğünü görüyordu. O arada az önce, ağrı kesici yapmadığı oğlunu buldu. Oğluna sarıldı, onu öptü ve gözyaşları içinde oğlunu kucaklayarak;

    “Oğlum beni ne olur affet oğlum, babanı bağışla, onu sana yapamazdım. O senin hakkın değildi oğlum. O senin hakkın değildi…” diyerek ayrılıyordu şehit olan oğlunun yanından. 

    Bu vatana nasıl bağlanmışlar, değil mi? Bu cennet vatanı, evlatlarından daha çok sevenler bugüne hazırladı. Belki de o günlerdeki doktorsuzluk acısından kaldı her anne babanın ağzında: “Yavrum doktor olacak” sözü.

    Hastane gemilerimiz vardı. Savaşamayacak durumda olanları İstanbul’a taşıyordu. Düşman hastane gemilerimizi dahi vuruyor, batırıyordu. Hastanelerimizi vuruyor, yaralılarımızı öldürüyordu. Böylesine acımasız, hukuksuz bir vahşi savaş sürüyordu. Üstelik saldırdıkları sıhhiye taburlarında mâlzemesizlikten narkozsuz ameliyatlar yapılıyordu. Böyle bir ameliyatta şehit olan Mehmet’in ağzına bastırılan tahtaya sarılı keçeyi almak istediler. Bir başkasının ağzına koyacaklardı, bağırmasın diye. Zorla çıkarttıklarında tahtaya yapışmış dört adet diş gördüler.   

    Çanakkale’de, Kut’ül Amare’de, Sakarya’da vb. bir çok yerde Türk’ün gücünü tüm dünya gördü ve tüm imkansızlıklara rağmen topla tüfekle gelen düşmana ağır kayıplar verildi. Doktor Nusret, Seyit Onbaşı, Ezineli Yahya Çavuş gibi tarihin yazdığı tüm Türk kahramanlara selam olsun. Tarihin tozlu sayfalarına adını kazımış veya hiç bir yerde ismi geçmeyen tüm şehitlerimizi, gazilerimizi ve o günlerden bugünlere halen daha durdurak bilmeden görev aşkıyla yanan sağlık görevlilerimizi rahmetle anıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin hayat bulmasında emeği geçen bu yüce gönüllü Türk askerlerine sonsuza kadar minnettar kalacağız.

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.