Gökalp ve Milli İktisat

1924 yılında erken bir ölümle yaşama veda eden Gökalp, ardında küllerinden doğan bir ulus ve devlet bırakmıştı. Gökalp’in erken vedasına rağmen Türk Cumhuriyeti, onun siyasal ve toplumsal düşünce sistemi üzerinde öğretileri ışığında yükselmiştir. Öyle ki; Gazi Atatürk, Gökalp’ten fikirlerimin babası diye bahsetmektedir.  Bu niteleme öylesine söylenmiş değildir. Çünkü, bu söylemin ardında gerçekten de Gökalp’in Türk kamu felsefesinin derinlerine etki eden düşünce sistemi vardır.

Türkçülüğün Esasları adlı başyapıtında Türkçülüğün toplumsal yaşamın her alanında nasıl vuku bulacağını ayrıntılarıyla sistemleştiren Gökalp, sosyo-ekonomik bağlamda da önemli tespitlerde bulunmuştur. Bu öğretiler devamında Atatürk’ün ölümüne kadar uygulanan politikalar, sonrasında devlet yönetiminde kesintiye uğramış olsa da, dönem dönem türevleri ile görülmüştür. Ancak genel olarak Atatürk sonrası dönemde bu sistem geleneği devletten tasfiye edilmeye çalışılmıştır. Bununla beraber, düşünsel sahada Türkçü söylemlerle kendini gösteren her kişi ya da grup Gökalp’in sosyo-ekonomik önerilerinden-öğretilerinden etkilenmiştir. Burada bahsedilen korporatizmdir. Fransız menşeili olan bu kavram, Gökalp’e onun en çok etkilendiği isim olan Emile Durkheim’dan geçmiştir. Durkheim’ın sosyal idealizmi, Gökalp’te “içtimai mefkurecilik”(toplumsal ülkücülük) olmuş ve büyük ölçüde aynı şekilde korporatist temelde sistemleşmiştir.

Solidarist ve faşist olmak üzere iki sürümü olan korporatizm; kimilerine göre kapitalizmin bir türevi, kimilerine göre ise marxist sosyalizm ve liberal kapitalizmin arasında olan bir orta yoldur. Faşist türüne II. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’nın faşist rejimlerinde rastlanan, özgürlükler hususu bir kenara bırakıldığında, ekonomik olarak başarılı görünen korporatizmin; Durkheim ve Gökalp tarafından savunulan türü solidarizmdir. Solidarizmde faşizan türeve göre liberal motifler bulunmaktadır. Aynı zamanda devlet kapitalizmi olma durumundan da uzak bir haldedir.

Korporatizm hakkında verdiğimiz bu ön bilgilerden sonra, Türkçülüğün Esasları’nda Gökalp tarafından “İktisadi Türkçülük” başlığıyla aktarılan solidarizmi(tesanüdçülük-dayanışmacılık) dikkatlerinize sunuyoruz.

.

.

.

Türkler eski zamanlarda göçebe hayatı yaşıyorlardı. Bu zamanlarda Türk ekonomisi çobanlık esasına dayanmaktaydı. O zamanlarda Türklerin bütün servetleri koyun, keçi, at, deve, öküz gibi hayvanlardan ve yedikleri süt, yoğurt, peynir, tereyağı ve kımız gibi hayvani mahsullerden ibaretti. Giydikleri de bu hayvanların pöstekileri, derileri, yünleri ve yapağıları idi. Göçebe Türklerin sanayileri de hep hayvani mahsuller üzerine işlerdi: Develerin ayağından ayak adı verilen kımız kadehleri, öküzlerin uyluk kemiğinden kımız sürahileri yapılırdı. Hayvanın ne kemiği, ne boynuzu, ne bağırsağı yani hiçbir şeyi atılmazdı. Her dokusundan Türk’e mahsus bir zanaat ürünü yapılırdı.

Eski Türkler, ticarete de yabancı değildiler. İlhanlık devirlerinde, devletin en büyük gelir kaynağı, Çin’den Avrupa’ya ipek götüren ve Avrupa’dan Çin’e kadife getiren Türk ticaret kervanlarıydı. O zaman Çin, Hind, İran, Rusya ve Bizans arasındaki büyük ticaret yolları tamamıyla Türklerin elinde idi. Mukan Han İran’ın kuzeyinden, Azerbaycan’dan ve Anadolu’dan, İstanbul’a doğru giden bir yeni ticaret yolu açmak istedi. Fakat İranlılar bu teşebbüse engel oldular. Bunun üzerine Mukan Han, İpek Yolu’nu temin için Türk, Çin ve Bizans devletleri arasında üçlü bir ittifak sözleşmesine çalıştı ve İran devletini ya ortadan kaldırmaya ya da milletlerarası ticaretin transit yoluyla memleketinden geçmesine zorla razı etmeye teşebbüs etti.

Görülüyor ki, eski Türk ilhanlarının gayesi, Mançurya’dan Macaristan’a kadar uzanan büyük Turan kıtasında yalnız siyasi bir emniyet meydana getirmekten ibaret değildi. Asya ve Avrupa milletleri arasında milletlerarası bir ticaret teşkilatı yapmayı da üzerine almışlardı.

Eski Türklerin iktisada verdikleri önemi il adlarında bile görürüz: Türkistan’ın doğusunda Tarancılar adı verilen, batısında ise Sartlar ismini alan iki il vardır. Bu adlardan birincisi çiftçiler, ikincisi tüccarlar anlamına gelmektedir. Kanklılar, Ağaçeriler, Tahtacılar, Mandallar, Menteşeler, Sürgücüler vb. birer sanat adını taşımaktadırlar. Göktürklerin dedeleri demirci idi. Türk menkıbelerine göre, ilk çadırı yapan Türk Handır, ilk defa yemeklerde tuz kullanan Tavung Handır. İlk arabayı yapan Kanklı Beydir, Türkler arabalarla seyahate İskitler devrinde başlamışlardır. Eski Türkler gayet güzel elbiseler giymeyi, leziz yemekler yemeyi, hayatlarını ziyafetler ve düğünler arasında geçirmeyi severlerdi. Bunun için de hiç boş durmazlar, iktisadi faaliyetlerle uğraşırlardı. Çok kazanırlar, çok harcarlardı.

Eski Türklerin misafirperverlikleri son dereceyi bulmuştu. Dede Korkut Kitabı’nda Burla Hatun yaptığı umumi bir ziyafetten bahsederken, şu sözleri söylüyor:

“Tepe gibi et yığdırdım. Göl gibi kımız sağdırdım. Aç olanları doyurdum, çıplak olanları giydirdim. Borçluların borcunu verdim.”

Bununla beraber, binlerce liraları tutan bu umumi ziyafetler, Salur Kazan’ın senede bir kere yaptığı yağma ziyafetine nispetle hiç hükmünde kalırdı. Salur Kazan’ın ziyafetinde bütün beylerle halk tamamıyla yiyip içtikten sonra Salur Kazan eşinin elinden tutarak sarayından çıkardı, varı yoğu her ne varsa yağma edilmesini davetlilerden rica ederdi. Bu suretle yağmaya uğrayan Salur Kazan, bir müddet sonra, yine Oğuz ilinin en zengin beyi olurdu.

Türkler, mazide elde ettikleri bu iktisadi refaha istikbalde de ulaşmalıdırlar. Hem de kazanılacak servetler Salur Kazan’ın zenginliği gibi, umuma ait olmalıdır. Türkler, hürriyet ve istiklali sevdikleri için, komünist olamazlar. Fakat eşitliği sevdiklerinden dolayı, bireyci de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan sistem solidarizm, yani dayanışmacılıktır. Özel mülkiyet, toplumsal dayanışmaya hizmet etmek şartıyla meşrudur. Sosyalistlerin ve komünistlerin özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmeleri doğru değildir. Yalnız toplumsal dayanışmaya hizmet etmeyen özel mülkiyetler varsa bunlar meşru sayılamaz. Bundan başka, mülkiyetin sadece özel olması gerekmez. Özel mülkiyet gibi, toplumsal mülkiyet de olmalıdır. Topluluğun bir fedakarlığı veya zahmeti sonucunda meydana gelen ve bireylerin hiçbir emeğinden meydana gelmeyen fazla kazançlar, topluluğa aittir.

Bireylerin, bu kazançları kendilerine ayırması meşru değildir. Fazla kazançların(artı değerlerin) toplum adına toplanmasıyla meydana gelecek büyük meblağlar, toplum hesabına açılacak fabrikaların, tesis olunacak büyük çiftliklerin sermayesi olur. Bu genel teşebbüslerden meydana gelecek kazançlarla fakirler, öksüzler, dullar, hastalar, kötürümler, körler ve sağırlar için, meydana özel sığınaklar ve mektepler açılır, genele açık bahçeler, müzeler, tiyatrolar, kütüphaneler, tesis olunur. İşçiler ve köylüler sıhhi evler inşa edilir. Memleket genel bir elektrik ağı içine alınır. Kısaca her türlü sefalete son vererek toplumun refahını temin için her ne lazımsa yapılır. Hatta bu toplumsal servet yeterli miktara ulaşınca halktan vergi almaya gerek kalmaz. Hiç olmazsa vergilerin türü ve miktarı azaltılabilir. Demek ki, Türklerin toplumsal ülküsü, özel mülkiyeti kaldırmaksızın toplumsal servetleri bireylere gasp ettirmemek, genelin menfaatine harcamak üzere, muhafaza ve adlandırılmasına çalışmaktır.

Türklerin, bundan başka, bir de iktisadi ülküsü vardır ki, memleketi büyük sanayiye ulaştırmaktır. Bazıları “memleketimiz bir ziraat yurdudur, biz daima çiftçi bir millet kalmalıyız. Büyük sanayi ile uğraşmaya kalkışmamalıyız” diyorlar ki, asla doğru değildir. Doğrusu, çiftçiliği hiçbir zaman elden bırakacak değiliz, çağdaş bir millet olmak istiyorsak mutlaka büyük sanayiye sahip olmamız lazımdır. Avrupa inkılaplarının en önemlisi iktisadi inkılaptır. İktisadi inkılap ise, ilçe iktisadı yerine millet iktisadının ve küçük mesleklerin yerine büyük sanayinin yerine konmasından ibarettir. Millet iktisadı ve büyük sanayi ise ancak himaye usulünün tatbiki ile meydana gelebilir. Bu konuda, bize rehber olacak milli iktisat kurumlarıdır. Amerika’da John Ray ve Almanya’da Friedrich List, ingiltere’de Manchesterienlerin tesis ettikleri ekonomi biliminin, genel ve milletlerarası bir ilim olmayıp yalnız İngiltere’ye mahsus bir milli iktisat sisteminden ibaret olduğunu ortaya koydular. İngiltere büyük sanayi memleketi olduğu için, imal ettiği şeyleri başka ülkelere satmaya ve dışarıdan hammadde satın almaya muhtaçtır. Bu sebeple, İngiltere için faydalı olan yegane usul, gümrüklerin serbest olması kaidesi, yani açık kapı siyasetidir. Bu kaidenin İngiltere gibi büyük sanayiye sahip olamamış milletler tarafından kabul edilmesi ilelebet İngiltere gibi sanayileşmiş ülkelere ekonomik açıdan esir kalmasını sona erdirecektir. İşte bu iki yenilikçi, kendi memleketleri için, birer özel milli iktisat sistemi ortaya getirerek, memleketlerinin büyük sanayiye sahip olması için çalıştılar. Ve başarılı da oldular. Bugün, Amerika ile Almanya büyük sanayi alanında İngiltere ile boy ölçüşecek düzeye gelmişlerdir. Ve şimdi, onlar da İngiltere’nin açık kapı siyasetini takip ediyorlar. Fakat bu devre gelebilmeleri, senelerce milli iktisadın himaye usullerini uygulama sayesinde olduğunu çok iyi biliyorlar.

İşte Türk iktisatçılarının da ilk işi, önce Türkiye’nin iktisadi gerçekliğini incelemek ve ikinci olarak, bu nesnel incelemelerden milli iktisadın bilimsel ve esaslı bir program oluşturmaktır. Bu program oluşturulduktan sonra ülkemizde büyük sanayi oluşturmak için her birey bu program dairesinde çalışmalı ve İktisat Vekaleti(Ekonomi-Maliye Bakanlıkları) de bu bireysel faaliyetlerin başında toplumsal bir düzenleyici görevini yerine getirmelidir.

Kaynak: Gökalp, Ziya(2018), Türkçülüğün Esasları,(İstanbul: Ötüken Neşriyat) s.197-201

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Koçeroğlu

okur-yazar

1 thought on “Gökalp ve Milli İktisat

Comments are closed.