Ahlâk

Türkiye bugün bir arayıştadır. Ne aradığını -daha doğrusu- ne kaybettiğini bilmeden bir arayıştadır. Kaybettiği sonra da kaybettiğini unuttuğu mefhumun adı ise ahlâktır.

Ahlâk kelimesinin sözlük tanımında iki farklı değerlendirme söz konusudur. Birinci açıklama toplumdan bireye doğru yapılırken ikinci yorum bireyin kendisiyle ilgilidir.

“İnsanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı birtakım tutum ve davranışların tümü, huy.” şeklinde tanımlanan ahlâk, bireyin kendisini ve yakın çevresini ilgilendirir. Bu tanım, yazının -tamamen olmasa da- dışındadır. En azından ana konuya dahil değildir.

“Toplu olarak yaşayan bireylerin uymak zorunda bulundukları eylem ve davranış kurallarına verilen ad.” olarak tanımlanan ve İngilizce “moral” kelimesinin karşılığı olarak tanımlanan ahlâk ise yazının ilgi alanını teşmil ve teşkil ediyor.

Bugün, “moralim bozuk” şeklinde galat-ı meşhur olmuş ifade ilk kez doğru anlamına yakın kullanılıyor. “Moral bozukluğunu“, moralin olmaması olarak anlarsak hakikaten moralimiz bozuk.

Sohbeti, basit kahvehane üslûbuna çevirip harcamak niyetim yok. “Ahlâk kaybolmuş” sakızığını çiğneyip dedikodu yapmak işsiz ihtiyarlara mahsus bir zevktir. Bu zevkler oturduğu yerde ölümü bekleyen tembellere has eğlencelerdir. (“Türk milleti çok bozuldu“, “kıyamete az kaldı“, “Dünyayı 5000 senedir siyonistler yönetiyor” toplumumuzda görülen diğer folklorik zevklerden birkaçı.)

Şimdi tanımı tek tek ele alarak ciddileşelim. “Toplu olarak yaşayan bireylerin” diyor. Türk milleti bu tanıma -uymamak için elinden gelen gayreti gösterse de- uyuyor.
Uymak zorunda bulundukları eylem ve davranış kurallarına verilen ad” diyerek tamamlıyor. Uymak zorunda bulunulan eylem ve davranışın kurallarını kim belirliyor? Tek cümleyle, kültür. İçine; töreyi, dini, mezhebi, milleti ve tarihi alan kültür.

Türkler kültür sahibi bir millettir. (Kültürsüz millet olur mu?) Asgari tahminle 3 asırdır “Türk” adıyla nefes alıp veren bu topluluğun bir tarihi vardır. Uzun süredir kendisini millet sayar. Töresi çok eskidir. Ciddi bir çoğunluğu din olarak İslâm’ı kabul etmiştir. Müslüman Türkler’in sayıca en fazla olanı da Matûridî mezhebine mensuptur. Bunların dışında kalan Türk değil midir? Kendisini Türk hisseden herkes Türk’tür. Konunun sınırlarını daha iyi çizebilmek için bugün Türkiye sınırlarında kalan Türklerin -bilerek veya bilmeyerek- beslendikleri ana kaynakları saydık.

Aşağıda yapılacak Matûridî temelli İslam ahlâk anlayışı bu toplumda yaşayan diğer mezheplerle ve hatta dinlerle çelişmemektedir. O yüzden rahatça konumuza dahil oldu.

Kaybettiğimizde hemfikir olduğumuz ahlâkımızın temellerini tespit ettikten sonra kısa anektodlarla açıklama işine girelim.

Türk töresinin kültürün en eski öğelerinden birisi olduğunu söyledik. Biz bu törenin en iyi örneğini Oğuz Kağan Destanı’nda buluruz. Mesela Türklerde namus ve şeref hayattan üstündür. Yaşamak için görüşlerinden taviz vermek, eğilip bükülmek, haksızlığa susmak, esas düşüncesini sinsice içine atmak, toplumun zararına olan şeyleri kendi kârı bulunduğu için savunmak şeref ve namusla bağdaşmaz. Türkler – eski Türkler mi demeli?- yukarıda sayılanları yapmak yerine ölmeyi tercih ederler. Çünkü yukarıda sayılan ‘hasletleri” vücudunda barındıranlar toplum ve millet için virüs mesabesindedir. Buradan Türklerin milletlerine değer verdiği sonucu rahatlıkla çıkarılabilir.

Talas Savaşı’yla beraber Müslüman olmaya başlayan Türkler, Emevi devrinde ciddi zorluklar yaşadılar. İslâm’a intibak noktasında Türkleri en fazla zorlayan husus ise Emevi zihniyetinin İslâm’ı yalnızca bir Arap dini olarak görmesiydi. Emevilere göre Türkler “hakiki müslüman” olmak istiyorlarsa; Arapça konuşmalı, kendi kültürlerini terk etmeli, törelerini inkâr etmeli ve Emevi sultanına kayıtsız şartsız biat etmeliydiler. Türkler bunu kabul etmediler.

Emevi zihniyeti haricinde İslâm’la bir problemi olmayan Türkleri esas rahatlatan Ebu Hanife oldu. İmam-ı Âzâm ibadetin ana dilde yapılabileceğini söylüyordu. Bu durum Arapça öğrenme zorunluluğunu ortadan kaldırdı. Yine Ebu Hanife’ye göre İslâm “cihanşumül” bir dindi. Bu yüzden müslüman olan milletler öz kültürlerini terk etmemeli, aksine İslâm’la meczetmeliydiler.

Burada devreye İmam Matûridî girdi. Türk kültürünü İslâm’ın özüyle meczetti ve bugün Türklerin memnuniyetle uydukları “Türk İslâm’ı” ortaya çıktı. (Maturidî’nin, Türk milletini “Mısır” olmaktan kurtarması bahsi belki başka yazının konusu.)

Dini bize açıklayan Matûridî ahlâka nasıl bakıyordu ? Maturidî’ye göre esas etken akıldır. “Aklı olmayanın dini olmaz.” Akıl sahibi insan ise sorumluluk sahibidir. Bu ön bilgi Matûridî’nin ahlâk anlayışının, ahlâk kelimesine sözlükte verilen iki anlamı da kapsadığını düşündürür. (Bireyin kendisini içeren anlam, toplumun birey üzerindeki tahakkümü niteliğindeki anlam.) Yine de birey temelli bir ahlâk anlayışı olduğunu belirtmek gerekir.

Ahlâkta akıl esastır. Vahiy onu destekler. Aklî olan ahlâkî olandır. Doğru düşünmeyi sağlayan şeyler, dürüst davranmamızı sağlayan ilkelerle aynıdır. Vahiy de onlarla paralel hareket eder. Böylece akıl,vahiy ve ahlâk aynı düzlemde cem edilmiş olur.

İnsan iyi ve kötüyü doğuştan bilir. Akıl bu yüzden temeldir. ‘Temyiz” yani iyi ve kötüyü birbirinden ayırt etme çağı da yine akılla alâkalı bir konudur. İnsan doğuştan bildiği şeyleri ayırt etmeye başlar. Yani büyür. Yaşadığı her devirde “ergen” kalmakta ısrar edenler tabii ki iyi ve kötüyü ayırma sorumluluğundan kaçmaktadırlar. Tanrı’yla münasebetleri bizi ilgilendirmez. Fakat toplumla münasebetleri ilgilendirir. Türklerde, Tanrı ve toplum aynı düzlemdedir.

Burada bahsedilen meselenin ibadetlerle uzaktan yakından alakası yoktur. Çünkü Tanrı insana ahlâki sorumluluk yüklemez. İnsan kendisi ahlâki sorumluluğunu alır. Böylece akıl devreye girmiş olur. İnsan ahlakla ilgili sorumluluğu kendisi almış bulunduğundan, bu meselenin Tanrı’nın zorunlu olarak yapılmasını istediği ibadetlerle bağı yoktur. Yani, “fıkıh ahlâka, ahlâk fıkha indirgenemez”.

Ez cümle Matûridî “İnsanın aklıyla iyi ve kötüyü bildiğini ve bunlardan iyiyi seçeceğini” söylüyor. Neden? Kendi faydası için. Toplumla rahatça kaynaşmak için. Tanrı’ya ulaşmak için.

Yine toplum ve ahlâk bahsine geldik. Bu konu Türkleri çok eski çağlardan beri meşgul etmiş, hemen her Türk hükümdarı toplumun ahlâklı olması gerektiğini vaz etmiştir.

Bunları en modern şekilde açıklayan ise Atatürk’tür. “Mükemmel bir millette millî ahlâkiyet icapları, o millet efradı tarafından adeta bişuurana, yani şuursuzca, vicdanî hissi bir saikle yapılır. En büyük millî his, millî büyüklerin evde, mektepte, orduda, fabrikada, her yerde ve her işte millet çocuklarına, milletin her ferdine bıkmaksızın ve mütemadiyen verecekleri millî terbiyenin gayesi işte bu yüksek millî hissi sağlamak olmalıdır.”

Hız kesmeden tarihçi sıfatıyla Nihâl Atsız’a kulak verelim: “Türk ahlâkı en eski çağlardan beri toplumcudur. Yani Türklerde toplumun menfaatı insanlarınkinden üstün tutulur.”

Eski Türk adetlerinden bir kısmını sayan Atsız cümlesini şöyle tamamlar: “Türkler hem ahlâklı hem de iradeli bir millettir. Zaten bu ikisi, çok kere birlikte bulunur. Yaşayıp yükselmek, ahlâklı ve iradesi sağlam milletlerin hakkıdır.”

Ahlâk üç aşamadan hareket eder: birey, toplum ve Tanrı. Felsefenin çabalarıyla(etik: ahlâk felsefesi) bu yolculuk bireyden başlar. Toplumla ilişkiye geçer ve Tanrı’ya ulaşır. Tanrı’yı devredışı bırakmak isteyenler de vardır. Bu durumda esas rota yine şaşmaz. Bireyle başlayıp toplumla taçlanır. Türk olduğumuz için Tanrı’yı da hesaba katacağız. Fakat bu katmak istemeyenlerle de tezat oluşturmayacak. Çünkü ahlâk meselesinden Tanrı’ya ulaşmak bahsi sadece “ilgilileri” ilgilendirir.

Yukarıdaki alıntılar bize Türk milletinde ahlâkın her iki yönünün de sağlam temelleri olduğunu söylüyor. Töre, toplumsal ahlâkın sınırlarını çizerken, din bireysel ahlâkla ilgileniyor. Türklerin ilk ortaya çıkışlarından itibaren sağlam bir Tanrı inancına sahib bulunmaları her iki yönlü ahlâk anlayışını da kolayca Tanrı’ya bağlıyor. Böylece ahlâkın “triosu” tamamlanıyor.

Bu tablonun bugün görünmediği ortadadır. Sebepleri ne kadar eski olsa da ahlâkımızın temelleri kadar eski değildir. Yine ahlâki bozulmamızın sebepleri ne olarak tespit edilirse edilsin, kültürümüzde bunların çözümleri mevcuttur.

Bugünden memnun değiliz. Arayış içindeyiz. Neler buluyoruz?

Bugün söylediğini yarın inkâr eden siyasetçi ahlâkını mı kabul edeceğiz?Krizden beslenen karaborsacı ahlâkını mı?

Sicilya mafyasının da kendisine göre bir ahlâk anlayışı vardır. “Herkes suçluysa kimse suçlu değildir” sözüne dayanan bu ahlâk tabii ki sakıncalıdır. Fakat ortada hiç ahlâk kalmamış olmasından daha iyi değil midir?

Ahlâk deyince kadın-erkek ilişkilerine ket vurmayı kendinde hak bilen yobaz ahlâkı mı bize yol gösterecek? Ahlâksızlığı savunmanın da özgürlüğe dahil olduğunu savunan “Türkiyeli liboş” ahlâkı mı?

Hiçbirisi. Hiçbirisi Türkiye’nin derdine derman olmaz. Olabilseler kendi “cemaatlerinin” derdine “deva” olurlardı. Olamadılar. Olamazlar. Olamayacaklar.

Öyleyse kendi ahlâkımızı kurmalıyız. Buna sıfırdan başlamanın lüzumu yoktur. Türk ahlâkı vardır. Müslüman ahlâkı vardır. Cumhuriyetin ahlâkı vardır. Ahlâksız devirler tarihte iz bırakamazlar. İbret vesikası olmak haricinde…

Kendimizi toparlayacaksak ahlâk birinci meselemiz olmalıdır. Türk milletinin hak ettiği yere gelmesinin en birinci şartı budur. İşe buradan başlanmalıdır.

Ahlâk anlayışımız, en büyüğümüz Mete’den gelerek Atatürk’e bağlanır. İslâm peygamberiyle -Matûridî ve Ebu Hanife marifetiyle- meczolur ve milletin ruhuna kazınır. Türk olmanın en birinci şartı Türk olmayı hak etmektir. Tarihî şahsiyetlerini bilmeyen, edebi eserlerini okumayan birisi Türk olmanın diyetini ödememiş demektir. Bu diyeti ödemenin ilk şartı tarihi önem arz eden şahsiyetleri ve mühim eserleri okumaksa, ikinci şartı da bunu tatbik etmektir. Hayatında uygulamaktır. Uygulama safhası Türklerin en kolay yapacağı iştir. Çünkü beslendiği kaynaklarda yazan hiçbir şey bugünkü vatandaşa ters değildir. Bunlar çağa uygun bir hüviyette uygulandığı anda, toplumumuzun ahlâk diye bir problemi kalmayacaktır. Çünkü Türk ahlâkı kendiliğinden teşekkül edecektir.

Silkelenerek “öze dönüş” zamanıdır.

TANRI TÜRK’Ü AHLÂKSIZLARDAN KORUSUN!

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Semih Ayna

1996'da doğdu.

Latest posts by Semih Ayna (see all)