EYŞAN KIRMIZI ÇİZGİMİZDİR

” Erkek kadına dedi ki:

-Seni seviyorum,

ama nasıl?

avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp

parmaklarımı kanatarak

kırasıya,

çıldırasıya…

Erkek kadına dedi ki:

– Seni seviyorum,

ama nasıl?

kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,

yüzde yüz, yüzde bin beş yüz

yüzde hudutsuz kere yüz…”

Okuduğunuz dizeler, birisine söylemek için ezberlediğim ilk şiirin bir kısmıdır.

Daha önce şiir ezberlememiş miydim? Olur mu öyle şey? İlkokulda 1. sınıftan 5. sınıfa kadar her milli bayram töreninde en az bir şiir ezberlemiş, okumuştum. Fakat bu farklı bir şey. Küçük yaşta omuzlarıma yüklenen sorumluluklardan birisi, kendilerini beğenmiş edebiyat öğretmenlerinin zoruyla veya nemrut suratlı müdür yardımcılarının sırf ezberim kuvvetli olduğu için beni seçmelerinden dolayı değil, kendi isteğimle ezberlediğim bir şiir.

Herkesin olduğu gibi benim de bir hikayem var. Bu hikayenin başında “Ömer” sonunda ise “Ezel” oldum. Ezel dizisini ilk defa bu yaz tam olarak izledim. Şunu da söyleyebilirim sanırım, ben Kenan Birkan’ın kırık kalbiyim. Normalde hikayelerini, yaşadıkları olayları böyle dizi/film karakterlerini kendilerine benzeten tiplerden hiç hoşlanmam, hiç hoşlanmadım. Çünkü bahsedilen dizi/film’deki karakterler tamamen kurgusal fakat yaşadığın şey tamamen gerçek.

Ben size gerçek hikayemi anlatacağım ama adını kullanmak istemediğim için hikayemdeki asıl karakterin adı “Eyşan” olacak. Anlayışınıza sığınarak bu ismi kullanmak istiyorum, bitmiş gitmiş bir olayı tekrar canlandırmak gibi bir niyetim olmadığından ve kimseyi zan altında bırakmak istemediğimden bu ismi kullanacağım..

Saat gecenin bir yarısı oldu, kahvem bardakta soğudu ve yarım kaldı, kül tablamda yanan sigara da usul usul dumanını odamın her tarafına ulaştırıyor. Uyuyamadığım kaçıncı gece bu? bilemiyorum. Uykusuzluktan başım çatlarken, kulaklığımdan gelen Azer Bülbül’ün Haberin Yok şarkısı zihnimi berraklaştırıyor. Zihnimdeki bu berraklık her şeyi tekrar tekrar hatırlamama neden oluyor o yüzden bu pek istediğim bir durum değil..

Neyse, yeni kahve yaptım ve sigarayı söndürdüm.

Aşkın gözü kör olurmuş derler. Bende zaten miyop astigmat var, üzerine bir de aşık olunca gözüm hiçbir şey görmüyormuş.

Tarih: 4 Nisan 2019,

Benim gibi bu davaya yürekten bağlı milyonlarca kişi için oldukça üzücü, yıkıcı, duygusallığın belki de en hat safhasında yaşandığı günlerden birisi. Benim için ise daha fazlasıydı o gün. Kaç kat fazla olduğu ne farkederdi ki? Neyse konuyu bölmeyelim.

O sabah büyük bir heyecanla uyandım, fakültemin Şenliği vardı ve benim sınıfım stant açarak birkaç kuruş para kazanarak tatile gidecekti. Neden heyecanlı olmayayım ki? Eyşan ile neredeyse 1 aydır hiç konuşmamıştım, sadece uzaktan bakıyor ve iç çekiyordum. O sabah kendi kendime bu akşam Eyşan ile konuşacağım ve ne olursa olsun onu tekrar kazanacağım demiştim. Söze nasıl başlardım? Ne söylerdim? Hiç düşünmemiştim ama bodoslama olarak gidip konuşacaktım. Ne de olsa Eyşan’ı hala seviyordum ve o da beni seviyordu. Yani ben öyle biliyor, hissediyor ve ümit ediyordum.. Yani, beni sevmediğini hiç söylememişti. Tekrar konuşmama ne engel olabilirdi ki?

Eyşan’ın sevdiği gömleğimi giydim, saçlarımı onun sevdiği gibi taradım, içimde küçük bir huzursuzluk ve nabzımı bilmem kaça yükseltecek bir heyecanla fakülteme gittim. Sınıf arkadaşlarımın telaşla çalıştığı bölüm standımızın hazırlanmasına yardım etmeye başladım. Fakat bir gözüm yine, uzun zamandır bıkmadan yaptığı şey ile meşguldü. Eyşan’ın yolunu gözlüyordu..

3 derece miyop astigmat olan gözlerim en iyi dürbünden, en iyi fotoğraf makinesinden, en iyi radardan daha iyi çalışıyor ve Eyşan’ı arıyordu. İş bu ya, normalde hiç görmeyen gözlerim o penguen yürüyüşünü nerede olsa tanırdı, sözlerini okumadan hiçbir şarkıyı tam olarak anlayamayan kulaklarım o kahkahayı nerede olsa tanırdı ve bilirdi. Eyşan, İmparator Pengueni’nden hallice boyu, Moğol Ceylanı’ndan güzel gözleri ve beni yaşama bağlayan neşesiyle köşede göründü..

Ben o sırada mangalda yapacağımız köfte, tavuk, sucuk için ekmek hazırlıyor ve domates, yeşillik falan doğruyordum. Ne de olsa yıllarca amcamın lokantasında çalışmıştım. Benden başka kim yapabilirdi ki?

Fakat içimdeki huzursuzluk Konstantinapolis surlarını döven toplar gibiydi. Her geçen an şiddeti artıyor ve ne yapsam durduramıyordum. Herhalde akşam yapmayı planladığım konuşmadan dolayı bu huzursuzluk artıyor diye kendimi avutuyordum. Çevremde gelişen gerginlik, öz kardeşim olarak gördüğüm kişilerin de üzerime titremesi ve özellikle beni eğlendirme, mutlu etme çabaları da bu huzursuzluğumu arttırıyordu.

Öz kardeşlerimin hareketlerinde sezdiğim değişikliğin nedenini bilmiyordum ama kafamda bir ses “Ne olduğunu biliyorsun, aptallık etme!” diyordu. O sesin de şiddeti zamanla arttı ve durdurulamaz hale geldi fakat içimden inanmak, kabul etmek gelmiyordu. Ne yapacağımı bilemez bir halde etrafta geziniyor, Eyşan ile göz göze gelmeye çalışıyordum. Bir kez gülümsese bana gidip konuşacaktım. Gidip “Hatıran yetmiyor, yetmeyecek.” diyecektim.

Eyşan da farklı bakıyordu artık bana, her zamanki bakışı değildi. Normalde ışık saçan gözleri, bana bakarken yüzünde oluşan yarım tebessüm yoktu. Sanki yaşayacağım yıkımı görmüş gibi acıyarak bakıyordu bana. O zaman bu bakışın ne anlama geldiğini bilememiştim fakat şimdi anlıyorum.

Bütün bunlar olurken, öz kardeşlerim olarak gördüğüm kişiler de bana bir şey söyleyeceklerdi sanki, bana bir haber vereceklerdi ama nasıl söyleyeceklerini bilemiyorlardı, gözümün içine bile bakamıyorlardı. Benim haberim olmayan bir şeyden dolayı utanıyorlardı sanki. Bir şey konuşacakmış gibi beni fakültenin en kuytu, ıssız yerlerine götürüp tek kelime etmiyorlardı bu da içimdeki huzursuzluğu ve kafamdaki sesin şiddetini arttırıyordu. Aklımdaki şeyin olmasına ihtimal veremiyor, konduramıyordum.

Ve an geldi çattı, etrafımda neredeyse 20 kişi, önümde barikat kurmuş ve benim dikkatimi dağıtmaya, olmasına ihtimal veremediğim şeyi görmememi sağlamaya çalışıyorlardı. Fakat gördüm. Çünkü gözlerim alışmış Eyşan’ı takip etmeye, onu seyretmeye…

En yakın arkadaşım, öz kardeşim, bir gün görüşmesem ertesi gün kesin görüştüğüm kişi gelmişti ama benim yanıma değil. Yıllardır kardeşlik yaptığı, yeri geldiğinde aynı ekmeği bölüştüğü kişilerin yanına gelmemişti. Eyşan’ın ve arkadaşlarının yanındaydı.

Kafamdaki ses bangır bangır bağırıyordu “Aptal olma! Ne yapman gerektiğini biliyorsun. Git ve yap!”. Olmasına ihtimal veremediğim şeyin gözlerimin önünde gerçekleşmesini seyrettikçe kafamdan aşağı kaynar sular dökülüyor, vücudum fizyolojik olarak beni hayatta tutmak için kanımı iç organlarıma pompalıyordu. Bu nedenle ellerim ve ayaklarım buz kesmişti, öfkeden kulaklarım kızarmıştı ve kafamdaki ses daha da yüksek çıkmaya başlamıştı. Ne yapmalıydım? Karar veremiyordum. Eğer o ana geri dönebilsem kendime “Ömer” derdim. “Ömer, belindeki sustalıyı çıkart ve hepsine sapla! Orada kim varsa, hiçbirine acımadan makatlarına sok bıçağını! Makatlarına sok ki neden olduğunu herkes bilsin!”.

Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Aynı kaptan yemek yediğim, canımı emanet ettiğim, kendimden daha çok güvendiğim kişi bana ihanet etmişti. Sonraları bir de üste çıkmaya çalışmıştı “Senin yüzünden böyle oldu.” diyerek. Ben ona “Kardeşim, Eyşan benimle konuşmuyor. Ne yapsam, ne söylesem aramızı düzeltemiyorum. Senin ağzın iyi laf yapar, bir konuş, aramızı ancak sen düzeltebilirsin.” demişim. O da bu yüzden bana ihanet etmiş. Yaptığı şeyin savunması normalde olmaz zaten ama bir de suçu bana yıkması iyice deli etmişti beni.

Sevdiğim kız ile en yakın arkadaşımın arasını yapmışım meğer(!).

Ne olduğunu anlamıştım nihayet. Öz kardeşlerim olarak bildiğim kişilerin bana söylemeye çalıştıkları şeyi anlamıştım ama hiç belli etmedim. Çünkü onlar söylemeliydi bana, çünkü ben söylemeden benim için bir şeyler yapmalıydılar. Hiçbir şey yapmadılar, ben de hiçbir şey söylemedim zaten. Ne söyleyecektim ki? Onlar da yıkılmış vaziyetteydiler. Onlar da ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Sonradan söylediklerine göre o gün bana bunu söylemek istemişlerdi, benden kaçıp kaçıp ağlaşmışlardı…

Vücudum, fay hattı üzerine deniz kumuyla yapılmış bina gibi titriyordu, yıkıldı yıkılacaktı. Bu şey göz göre göre olmuştu ve ben görememiştim. Hiç kimseye bir şey belli etmeden etrafta dolaşmaya başladım, gözlerim yine Eyşan’daydı… Ona bakmayı durduramıyordum, sanki yine koşarak gelip boynuma sarılacaktı, sanki yine avuç içimi öpüp yüzüne sürecekti. Yapmadı. O andan itibaren bir kere bile bakmadı bana. Neden bakacaktı ki?

Çekip gittiler. Ben, ne yapacağımı bilemez bir şekilde kalakalmıştım. Sanki ayaklarıma beton dökmüşlerdi, kıpırdayamadım. Ruhum gibi hava da kararmaya başlamıştı. Geçtim bir köşeye, bir sigara yaktım ve düşünmeye başladım. Vücudum yavaş yavaş yaşadığı şoktan kurtulmaya başlamış, zihnim çalışmaya başlamıştı. Her şey zihnimde canlanmaya başladı, ne söylediysem ne yaptıysam her şeyi bir bir hatırlıyor ve bunun nasıl olabildiğini anlamaya çalışıyordum. Fakat anlayamadım. Nasıl olmuştu bu? Bana bunu neden yapmışlardı? Anlayamadım. Anlamak istemedim.

Yanıma gelip gidenler vardı, bir şeyler anlatıyorlardı fakat duymuyordum. Kafamın içi Ulus-Keçiören dolmuşları gibi doluydu. Sonraları her şeyi farketmemi sağlayan ama o an söylediği şeylere pek anlam veremediğim bir arkadaşım geldi yanıma. Anlamıştı canımın bir şeye sıkkın olduğunu, hiçbir şey söylemeden bir süre oturdu yanımda. Birden lafa girdi “Kardeşim, etrafını iyi seyret. Kim gerçekten yanında, kim rol yapıyor göreceksin. İleride bunu tekrar söyleyeceğim sana ama şu an sana söyleyebilecek başka bir şeyim yok.” dedi.

Etrafımdaki herkes olanı biteni biliyor ama bana tek kelime söylemiyorlardı. Çünkü kahpe, kahpeliğini kendi anlatmak isterdi. Delikanlı ya (!) karşıma çıkıp kendi anlatmak istemiş. Herkesi de uyarmış “Ben söyleyeceğim” diye. Her zaman böyle olurdu zaten neden şaşırmıştım ki?

Şimdi ben dinlediğim ve başıma gelmesine ihtimal vermediğim ihanet hikayelerinin baş kahramanı olmuştum. Daha önce bunu yaşayanlar bununla nasıl başa çıkmışlardı? Ben bununla nasıl başa çıkacaktım? İntikam mı almalıydım? Evet evet intikam almalıydım, benim canım ne kadar yanıyorsa onların daha fazla yanmalıydı. Benim dünyam zindana dönmüştü, onların da dünyası zindana dönmeliydi ama nasıl?

O akşam eve döndüğümde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, ben eskisi gibi olmayacaktım. Aklımdan geçenler bu gece olduğu gibi yine uyumama müsaade etmemişti. Nasıl uyuyacaktım ki? O gece odamın içerisinde ertesi gün idamla yargılanacak olan bir tutuklu gibi volta attım sabaha kadar ve düşündüm, karar verdim. Ne olursa olsun dayak atmayacaktım. Çünkü yiyeceği dayağın acısı iki bilemedin üç gün içerisinde geçecekti ama geçmemesi gerekliydi, canları sürekli acımalı ve sürekli onlar için geleceğim günü beklemelilerdi. Fiziksel acı için yalvarmaları lazımdı bana.

O gece benim için doğmayan güneşin ilk ışıklarıyla uyuyakaldım..

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Ahmet Akbaş

Latest posts by Ahmet Akbaş (see all)