Bir Sarı İlkyaz Rüyasıdır

Tabiatı koyu sarıya boyayan bir akşamüstü… Küçük avuçlarında tuttuğu mor bir menekşe saksısı vardı. Sarı lambaları ile uzakta köy evleri beliriyor. Yeni bir rüyaya uyanılmıştı, Anadolu’da ilkyaz ılık eserken. Çerçeve kenarları ince işlemeli, ufak tefek çizikleri yaşına kabil eski aynaya gözü ilişti. Sokak lambaları yanmıştı. Akşam güneşinin cadde üzerini aydınlatan kızıllığı birazdan kaybolurdu. Elindeki tarak yere düştü. Lambalar ve kızıllık onu yıllar öncesine götürüyordu. İç dünyasında umudun ve heyecanın titreyişlerini hissettiği yıllara… Kahve rengindeki gözleri dolu dolu oldu. Uzun kirpikleri neyse ki bu durumu kapatıyordu. Sandalyede oturan kunduracı Nuri bunu fark etti. Mamafih, delikanlıdır utanır diyerek onun bu halini kendince görmezden geldi. Çalkantılar ve kalp sıkışmaları hep bu günlerde ziyaret eder olmuştu genci. Kimseyle paylaşmıyordu derdini, konuşmayı çok seven de bir yapısı yoktu. Ufaklığından değin yüzünün bir tarafında hep duran hafif tebessüm, ruhunun kırıklarını süpürmeye çalışırdı. Dudağının kenarında beliren gülüşü, tek gamzesi ile birleşince; onu önceleri sevimli bir çocuk şimdilerde ise yağız, güzel bir delikanlı yapmıştı. Evde bazen kimseyle konuşmadığı olur, gözlerini tavana diker, düşünürdü. Uzak dağların tepelerinde görüp de varmak istediği sarı lambaları hayalinden geçirirdi. Yedi yaşının son günlerini yaşıyordu, sarıya kapıldığında. Kanın, gözyaşının, barut kokusunun ortasından; cehennemi çukur misali, o savaştan kaçalı tamı tamına on yıl olmuştu. Fırtınalı yılları atlatmak, zulmün ve kederin çocuğu olarak büyümek kolay olmamıştı. En nihayetinde naif ruhlu, sessiz, içine kapanık bir genç oluşu da sanırsa hayatın imtihanının bir sonucuydu. Usunu meşgul eden bunca müşterek düşüncelere kendini iyiden iyiye kaptırmıştı ki bir bağırış ile irkildi: “Abdullah sana diyorum evladım uzatsana şu makası.’’Esmer delikanlı ince uzun parmaklarının arasına aldığı makası ustasına uzattı. “Özür dilerim usta, dalmışım da.’’ “Daldın tabi ya, bugünlerde bir haller oldu sana. İstemiyorsan gitme be oğlum, burada oku.’’ Abdullah içindeki kararsızlık ve telaş uçurumlarının daha da derinleştiğini hissetti. Babasından gayrı öz be öz baba bilmişti ustasını. Onun elinde yetişip, bu mesleğin erbabı olmuştu. Hep aklından geçerdi; bir gün olur da erkek adam olursam ustama borcumu nasıl öderim, diye. Ortalığı bir hüzün sessizliği sardı. İçerideki ağır hüzün havası, keyifsizlik vermişti herkese. Keder, bu mülteci insanların kanına, ruhuna işlemiş bir dokuydu. Yurtlarından ayrılıp Anadolu’yu ana bildikleri ilk hatıralara gitti. Haziran ayının ilk günleriydi, tren sıra dağların ardından yeni sabahlara uyanılacağını söyler gibi dumanını üflüyordu. Orada nasıldı çocuklar? Oyuncakları ve okulları var mıydı? Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş sabilerin bin parçaya ayrılan yüreklerini bütün etmeye niyetlenmişti, mukaddes Anadolu toprakları. Yaşayacaklardı bu rüyayı, henüz bilmiyorlardı. Kızıla çalan toprak parçalarının köy yollarına varan ufuk çizgisine bakıldığında kümelenmiş birbiri ardına uzanan çadırlar göründü. İhtiyar, genç, kadın, çocuk hepsi bir koşturmacanın heyecanlı parçaları gibiydiler. Çocuk yüreği bir güvercinin çırpınması gibi atıyordu. Az ileride yolların yukarıya doğru dağlar ile kucaklaştığı yerde, kenar uçları sarı ortasına ona göre koyu; adını sonraları öğreneceği “ayçiçek tarlalarını’’ gördü. Memleketinde hiç yoktu bu çiçekleri ilk defa görüyordu. Ak topraklar üzerinde gökyüzüne nazire yaparcasına açan bu “sarı mucize’’ ne kadar da sevecen duruyordu. Tüm ihtişamı ve ahengi ile insanı fakir, öksüz, yersiz yurtsuz demeden yüz yıllardır olduğu gibi, yine bağrına basıyordu kadim coğrafya Ana dolu! Onda daha ne bereketli sırlar doluydu, ne dili dualı analar, babalar dolu… Yol ilerledikçe sayıca artan uzunca minareleri, kubbeleri ile camiler huzuru, ruhuna nakış nakış işliyordu. Neredeyse her birinin üzerinde kırmızı, içinde ak renkli ‘’yıldız ve hilal’’ olan bayrak asılıydı. Yıldız… Evlerinin damında anne ve kardeşleriyle geceleri uyumadan önce ‘’yıldız benim’’ oyunu oynarlardı. En parlak ve en güzel yıldızı bulmak ve onu sahiplenmek üzerine çok keyifli bir oyundu. Sayı saymayı çabucak öğrenmişti bu şekilde. Her biri o yıldız benim bu yıldız senin dakikalarca gülüşmeler, konuşmalar içinde gökyüzünde yıldız avına çıkarlardı. Gözleri nemlendi, kuru yelin de vurmasıyla birkaç damla yaş döküldü yukarıdan avuçlarına. Yıldızları ve damlarında geçen o yaz akşamlarını özledi. Al bayrağa baktı. Rüzgâr vurdukça, gökyüzüyle dansa tutuşur gibi oluyordu. Avuttu bayrak onu, bir aralık unutturuverdi özlemini. Heybetli dağların yamaçları kendini yeşile bırakmaya başlayınca uykusu iyiden iyiye kaçtı. Belki de bir dağın sırtında bu rengi ilk defa görüyordu. Onun ve ailesinin geldiği topraklara kahve hâkimdi. Oysa bu bir iki günlük yolculukta ne kadar da çok renk süslemişti gözlerini. Anadolu; ruhları, umutları ve dahi kaderleri kararmış bu Müslüman kardeşlerine renk cümbüşünün en şahane örneklerini sunuyordu. Bir haftaya yakın konar-göçer yaşadılar. Kamp çadırları geçtikleri yüksekçe tepeden bakıldığında karınca sürüsünü andırıyordu. Ev denilen şeyin kokusu, sıcaklığı; yatağın örtüsü, kilimin kapı önünde rengi, nine yadigârı bakır tencerenin ocak üstünde tıkırtısı… Küçük Abdullah ve ailesi için hasretin iç çekilen taraflarıydı. Uzayan mülteci manzaraları, çocukluk hatıraları boyunca hep canlı kaldı. Lambaları sönen, sokakları bombalanan, şehirleri tükenen bir ülkenin insanları Anadolu’yu son yurt bilmişlerdi. Gönül coğrafyalarının sınırlarını sonuna kadar açan, vefalı bir dost bekleyen ihtiyar, kadın, çocuk, genç… Kuşlarcasına hür bir hayat arzusu… Günler, ilk aylar peşi sıra gelen mevsimler ile yıllar tamamlanıyordu. Yeni bir hayata düzen sağlamak, bu komşu fakat hiç tanımadıkları insanların ruh iklimlerine alışmak kolay bir iş olmadı. Örf ve adetler, gelenekler, bayram ritüelleri… Nice daha öğrenilecek durumlar oldu. Öğrenilmesi elzem olanların başında “dil’’ gerçeği geliyordu. Türkçe sözcükler fazlasıyla anlamsal zenginliğe sahipti. Abdullah ve üç kardeşi yaşları ufak oldukları için analarına göre biraz daha kolay öğreniyorlardı. Kendilerinden kısa bir süre önce Türkiye’ye gelen, memleketlerinde öğretmenlik yapan amcası Sadık onlara her ziyaretinde hikâye, masal kitapları getirirdi. Uzunca boyu, iri elleri, çukur göz hatları olan bu teni kavruk adam idealist bir vatanseverdi aslında. Ülkesinde kalıp mücadele etmeyi çok istemişti. Nitekim büyükanaları, Abdullah’ın babaannesi, Aişe ana bir oğlunu daha toprağa vermemek için bir gece sınırda onca kalabalığın içinde feryat figan edip yerlere atılmıştı da zor durdurmuşlardı onu. “Kolumun birini kaybettim, Hassanım gitti. Sadık sen bana kal, yavrum. Oralarda uçamayan, kolsuz kanatsız göğercin gibi kalırım.’’ demişti. Sadık’ın bir yarısı şimdi bıraktığı ata topraklarındaydı. O yüzden ki çoğu kez düşünceli, dalgın gezer; yıllar geçse de kendini bu toprakların yabancısı hissederdi. Bu genç adam Türkçeyi kaidelerine uygun öğrenmiş, açılan kurslar ile yardımcı hocalık yapıyordu. Evin maddi anlamda yükünü çeken ise Abdullah’ın büyüğü Übeyd ve en büyükleri Emrullah idi. Übeyd bir manav tezgâhında çalışıyordu. Evlerine biraz uzakça olduğundan sabah ezanıyla işten çıkar, çıngıraklı yokuşun yolunu tutardı. Yokuştan aşağı yol boyu sallanırken sağlı sollu dükkânların arasından geçer, ustaları, esnafı hayretle ve hayranlıkla, ama fark ettirmeden göz ucuyla izlerdi. Her iki arastada da ufak dükkânlar sıralanırdı. Saatçi, berber, terzi, su tesisatçısı, bakkalı, demircisi, kunduracısı… Ustalar işlerinin başına sabah erkenden gün doğarken geçerlerdi. Sokaklar, caddeler henüz bomboş iken bu acele niyeydi, diye sorardı hep kendine. Oysa bu saatte kim tıraş olurdu? Hangi doktor, öğretmen, avukat veya memur sökülen, yırtılan pantolonunu, gömleğini diktirmeye terziye getirir? İşe gidip gelirken sorgu dünyasından geçen bu sorulara cevabı zamanın kendisi verecekti. Ustaların mahareti bu topraklardaki sırda gizliydi. Sır, Anadolu’nun ruhunda… Ruh çalışkanlık ve emek üzerine kuruluydu. Yaşamak; işini her gün yeniden sevmek, ama aşk ile sevmek demekti, buralarda. “Alın teri’’ diye bir söz vardı ki öğrendiğinde manasını yanında Abdullah ve en büyükleri(Emrullah) vardı. Kahkahalar atılmıştı. Abdullah kahkahaların ardından bir an durup düşünmüştü.’’ Ne güzel bir şey ‘alın teri’… Demek ki bu insanların çalışıp didinmeleri hep bu sebepten.’’ Übeyd’in manavda başladığı günlerde nihayet büyükleri Emrullah da bir terzi ustasının yanında iş tutmuştu. Güçlü kuvvetli kolları ve kalın bilekleriyle Übeyd günlerini tahta sebze, meyve kasalarını dükkâna taşımakla, onları depoda istif etmekle geçiriyordu. Az çok Türkçesiyle müşterilere satış da yapmaya çalışıyordu. Yetmediği yerde dili, bir kocaman gülüş koyuyordu dudaklarına. Mahalleli bu güler yüzün hatırına dükkâna daha sık uğrar olmuştu. “İki kilo soğan tartar mısın?” Kocaman bir gülücük… “Bana oradan bir kilo domates verir misin?” En masumundan bir gülüş… “Evladım ben de iki kilo şeftali istiyorum.” Şeftalinin yanında bu Suriyeli gençten sımsıcak bir tebessüm… Übeyd’in bir büyüğü Emrullah iki sokak ötede bir terzi çırağı olarak başlamıştı. Arnavut kaldırımlı eski sokak, iki yanı Osmanlı konakları… Bu eski konakların kırmızı kiremitli çatıları bakımsız, yorgun duruyordu. Sokakta az mesafe alındığında şahane çiçek kokuları insanı mest eder. Lavanta, gül, Peygamber çiçekleri, en çok da amber… Tarihi sokağın denize komşu oluşundan ki nem, bu mevsimde vücuda sıcak ve ıslak bir dokunuş yapardı. Çok hareketli bir muhit değildi. Müptelaları vardı yalnız. Buradan kopamayanlar, günün birkaç saatini, hatta yılın ilkbahar ve yaz mevsimlerini burada geçirenler olurdu. Deniz kıyısında ve yakınlarında pansiyonlar, günü birlik evler vardı da eski Türk sokağının ruhuna dokunulmamıştı. Zamanın eli çiçekli sokağa sanki narin ve usul dokunuşlar yapmıştı. Ata baba yadigârı konaklara kulak verildiğinde nefes aldıkları, hatta bir şeyler fısıldadıkları hissi verirdi. Boyası atmış, nemden kabarmış dış cephesi, tahtaları erimiş pencere ve pervazlarıyla; asırlar öncesinin hikâyesini bugüne inatla taşımak istiyordu evler. Bu yüzden ayaktaydılar. Fildişi renginden duvarları, koyu kahveye çalan duvar işlemeleriyle etrafındakilere göre ufakça kalmış ihtiyar yapı… Çift tokmaklı kapının yüzü solgun duruyordu. Yıllar boyu açılmadığını üst köşelerindeki geniş örümcek ağlarından belliydi. Ön avlu, içeri girenleri kendine hayran bırakacak türden bakımlı ve rengârenk çiçeklerle dolu. Asmalı dar yolu takip edince arka bahçeye çıkılıyordu. Kokuların armonisi insana musiki eşliğinde bir betim dünyası sunuyordu. Sakin, olabildiğince günlük hayatın keşmekeşinden uzak bu avlu ve arka bahçede başka bir dünya yaşanıyordu. Kokular içinde arka bahçe, yeşilin her tonuna hâkimdi. Konağın bu bölümüne çıkan sürgülü kapı hep açık olurdu. İç odalar ve sofa ise kapalıydı. Tek göz bir oda terzilik işleri için kullanılıyordu. Selçuklu çift başlı kartalı, Osmanlı devlet arması ve kenarları altın sırma işlemeli ütüsü muntazam al sancak duvarda yan yana asılıydılar. Emrullah ve kardeşi Abdullah şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Henüz bunların ne ifade ettiklerini bilmiyorlardı. Yerden yüksekçe iki somya ki Anadolu evlerinin o vakitteki vazgeçilmez eşyasıdır, tertemiz örtüleri ile göze çarpıyordu. Somyanın yaslandığı duvarın üzerinde dikkatlice bakıldığında “Hu’’ yazılı bir cam çerçeve ortasında ise bir karanfil goncası vardı. Öylece kalmıştı iki kardeş. Başka türden bir âlemin veya bir masalın içindeydiler. Çıraklığa başlamak üzere ustanın yanına gelmişti Emrullah, ilk tanıştığı insanlara karşı biraz utangaç olabildiğinden de kardeşinden yol arkadaşlığı yapmasını istemişti. Pazar yerinden kapı komşuları berber ustası Osman amca göndermişti onu buraya. Berber ustası bir baba şefkatiyle ilgileniyordu onlarla. Eşini genç yaşta çare bulunamayan bir hastalıktan kaybetmiş, torunları ve çocukları uzak şehirlerde olduğundan yalnız yaşayan tam bir Anadolu insanıydı. Ailenin geçim sıkıntısı yaşadığını biliyordu. Abdullah’ı yanına almıştı. Emrullah için Yürekbaba’ya Cuma namazı çıkışı söz açmıştı. Gönül eri terzi ustası kabul edip etmediğini sezdirmeden sadece başucunu oynatmış “Gönder bakalım pazartesi ikindi vakti gelsin.’’ demişti. Emrullah kardeşine göre daha heyecanlı, telaşlı bir yapıya sahipti. Kapı eşiğinde öylece kalmışlardı. Abdullah odadaki kokunun büyüsüne çoktan kapılmıştı. Bu koku insanı kendine çekiyordu. Neden sonra asımlarını müşterek atma kararı almışlarcasına ilerlediler. Dikiş makinesinin olduğu yerin tam karşısında çoğu eski görünen kitaplar göze çarpıyordu. Kitaplar eski dursa da yakından gidip baktığında sayfaların kapaklarının ne kadar da yıpranmaktan uzak olduğunu fark etti Abdullah. Tok, derin bir ses işittiler sonra : “Besmele çektiniz mi bakalım toy erenler?’’ Göğsü vücuduna göre gayet dik, çakmak çakmak gözleri parlak, üzerinde bir deri usta önlüğü diz kapaklarına kadar inen, heybetli duruşuyla usta sanırım karşılarındaydı. Çekingen tavırlar ve ince sesiyle durumu anlatmaya çalışan Emrullah’a somyayı göstererek oturmalarını istedi. Terzi masasının önündeki tabureye kendi oturdu. Elleri ve parmakları işinde çok mahir bir torna ustasının tezgâhından çıkmışçasına kusursuzdu. Tanışma faslı uzun sürmedi. Uzun uzadıya mülteci gence neler yapacağını anlatmamıştı bile Yürekbaba. “Sadece izle, öğrenmek sevmek işidir; sevdikçe öğrenir, öğrendikçe seversin.’’ Abdullah gözlerini bu terzi ustasından ayıramıyordu. Yürekbaba bunu fark etmiş olacaktı ki “Gözlerin dikkati seviyor, anlam vermeye çalışırsın toy eren, yüreğini fazla yorma, zaman kalbinin suyudur, aktıkça rahatlarsın.’’ Abdullah berber çırağı olarak başladığını anlattı. Nereden geldiklerini, ne zaman buraya yerleştiklerini, sormadan anlattılar Yürekbaba’ya. İlk buluşma, bu ilk heyecan günler, haftalar sürdü neredeyse. Emrullah sokağa, konağa, dükkâna ve en değerlisi yeni vatanına sıkı sıkıya bağlanmıştı. Bir düzen ve nizam içinde yapılıyordu işler. Her sabah namaza sokağın bitimindeki camiye gelir, çıkışta ustasından evvel tekkeye varırdı. Bir bakardı ki demlik ocağın üzerine çoktan konmuş, tıkır tıkır kaynıyor. İç çekip, yine yetişemedim, ustama zahmet ettirdim, der ve içlenirdi. Yürekbaba evvel toy erene “besmeleyi’’ öğretti. Attığımız adımda, aldığımız nefeste var olan “besmeleyi’’… Hızla akıp giden bu hayatı yavaşlatmak mücadelesi verir gibiydi sanki baba. Demliği açtığında odayı tarifi mümkün olmayan eşsiz bir koku sarardı. Çayı ince cam bardaklara özenle, yavaşça doldurur bazen de Emrullah’a bırakırdı bu ritüeli. Demlik demlik muhabbetler olurdu bu ufak tekkede. Gönül dostları hiç yalnız bırakmazdı ustayı. Gün içinde babanın misafirleri gelir gider, kıssalar anlatılır, destanlardan bahsedilir, bazen Yürekbaba kitaplığından Divan kitabını alır, bir sayfa açtırır ve beyitler okunurdu. Abdullah hemen hemen her gün uğrar olmuştu. Berber dükkânında işlerin yoğun vakitlerde dahi aklı, gönlü hep Yürekbaba’nın dizinin dibindeydi. En son sohbetlerinde çiçekleri çok sevdiğini söylemişti Yürekbaba’ya. Arka bahçeden birkaç çiçek göstermiş de bakımını Abdullah’a vermişti baba. Ama amber çiçeğini bir başka sever, üzerine titrerdi büyük usta. Gizli gizli yanlarına sokulur konuşur, onlara şiirler okurken bile duymuştu bir keresinde, Abdullah. Çok uzaklarda kalmış bir sevdanın emaneti gibi bakıyordu onlara… Esmer çocuk, akşamüzerleri gelip çiçeklerine su vermeyi ihmal etmiyordu. Onlara dokundukça gönlü sımsıcak olur, o mülteci günlerini, ilk çocuklukta tattığı göç kederlerini unuturdu. Nar ağacını burada tanımıştı mesela ilk. Yürekbaba’nın ağaç çiçek verdiği vakit ona anlattığı nar ağacının hikâyesini unutamıyordu. Ağabeyi Emrullah ne kadar da nasipliydi. Her anı burada geçiyordu. Bazen geceleri de tekkede kalmak istediği oluyordu da Yürekbaba “Evine git evladım. Baba ocağının en büyüğü sensin, er gibi başlarında ol. Hem de diğer yandan daha ananın kuzususun, seni özler, yolunu gözler.’’ deyip genç çırağı gönderirdi. Terzi çırağı olmadığından burada istediği kadar vakit geçiremediğini bu sebepten de ağabeyini kıskanır olduğunu bir gün açtı Yürekbaba’ya Abdullah. “Ben kesiyorum, kısaltıyorum. Siz ise dikiyorsunuz, tamamlıyorsunuz, bütün ediyorsunuz. Keşke ben de senin toy erenin olsaydım Yürekbaba.’’ dedi. Küçük erene şefkatli gözlerle baktı büyük usta. Dili döndüğünce ‘nasip’ ve ‘kısmet’ dairesinden bahsetti. Hadis ve ayetlerden örnekler sunuyordu, çoğu muhabbetinde olduğu gibi. Bu toy erenlerin üzerinde çok tesirli oluyordu. Kâinata temizlik getirdiğini, tıraş etmenin saç ve sakala düzen vermenin aynı zamanda Peygamber Efendimizin de bir sünneti olduğunu ne kadar da İslam adına hayırlı bir iş yaptığını anlattı Yürekbaba. Dünyalık işlerini yoluna koyup da akşam namazını da eda ettikten sonra bu küçük terzi tekkesinde hikâye ve masalların faslı başlardı. Usta eren gönül sandığını açar, Anadolu hikâyeleri, Türk masalları, nice kahramanlıklarla dolu destanlar, efsaneler anlatırdı. Köy ve şehir hikâyelerini çok severdi iki kardeş de. Bir keresinde Orta Asya’dan Anadolu’ya göç hikâyelerini dinlerken kendini; ala atın üzerinde yelelerinden tutmuş bir kahraman Alp olarak bile hayal etmişti. Türk İslam kültürünü ve tarihini ne kadar da derinden hissederek ve adeta yaşayarak öğrendiğini fark ettiği günlerde kitaplar da okumaya başlamıştı babanın kitaplığından. Türk terbiyesi ve müslüman ahlakı ile yetişiyordu adeta çocuklar. Etraftan da övgüler alıyorlardı. Yürekbaba, büyük büyük babaları, dedeleri ahilik geleneğinden gelen, şimdi de bu ufak tekkede erenlik çorbasını kaynatan, belki de devrin son ereniydi. Evet, erendi; çünkü Müslümanlığı riyadan uzak yaşardı. Sözleri de kalbi gibi yumuşaktı. Davranışları gösterişten uzak, mütevazi ve ölçülüydü. Kimseleri kırmaz, ağaçları ve çiçekleri bilhassa çok severdi. İbadetinde ise gayet huşu içindeydi. Bir kez onu sabaha karşı elinde yeşil el işi oyma tesbihi ile gözyaşları içinde zikirde bulmuşluğu vardı Abdullah’ın. Uyku tutmayıp düşünceler girdabına savrulduğu geceler evden çıkar, ıssız sokakları koşar adım yürüdükten sonra soluğu bu baba tekkesinde alırdı, berber çırağı. O gelişlerden birinde bir mübarek muharrem ayının gecesinde… Kapıda karşıladı Yürekbaba toy ereni. “Gel Abdullahım nerede kaldın, seni bekliyordum?’’ Koşarak geldiğinden kan ter içinde kalmıştı. İlkin idrak edemedi soruyu. Bu söze akıl sır erdiremedi. Kendi bile uykuya dalamadığı bir boşlukta aniden karar vermişken gelmeye, Yürekbaba onu nasıl ve niye bekliyordu? Emrullah’ı neden getirmediğini sordu usta. “Onun uykusu çok derindir, kaldıramam ki usta.’’ Yürekbaba çocuğun gözlerine elleriyle dokundu. “Bu gözler de önceleri çok derin uyurdu Abdullah, şimdi bu derin uykundan neden kalkar oldun? Seni bu uykudan kaldıran Allah’a ‘Huu’ diyerek bir nefes çekti içine. Ezan vaktine yarım saat kadar vardı. Tahta masanın üzerindeki gaz lambasını yaktı usta, sedire çöktü. Yüzünün çizgileri ışıkta buruk buruk belli olmaya başlamıştı. Abdullah büyük erenin karşısına bir tabureye oturdu. “Yanıma gel toy eren.” dedi Yürekbaba. “Madem uykundan uyandın, beri gel.’’ Hayber’in kapısını bir vuruşta yıkan devrin küfrüne ve batılına diz çöktüren Allah’ın arslanı, Peygamber Efendimiz(SAV)’ın damadı Ali(r.a)’ın hikâyesini anlattı. Yürekbaba’nın gözyaşlarının, odanın alaca karanlığında, yanaklarından dizine koyduğu parmaklarına düştüğünü gördü. Zulmün çatına vuran Ali efendimiz sanki o bedendeydi şimdi, Abdullah öyle hissediyordu. Hikâye bitmişti. Hoca minareden “uyanın müminler, namaz uykudan daha hayırlıdır’’ diyerek namaza çağırıyordu uyuyan mahalleliyi. Uykudan eser yoktu gözlerinde, sanki günlerce uyumuş da yeni uyanmıştı. İçinden bunlar geçerken Abdullah’ın Yürekbaba oturduğu sedirden doğruldu, kalktı: “Rüyanı görmek için uykundan uyandın toy eren, kutlu mübarek olsun.’’ Toy eren Abdullah, yıllar geçip de toyluğunun bittiğini; Yürekbaba’nın “Toyluktan gücenme, boynun yere eğme erenim. Toyluk bitti. Haydi, artık benim genç erenim oldun.” sözleri ile anlamıştı. Lise bitmek üzereydi. Hatasız konuşup, yazdığı bir Türkçesi vardı. Ağabeyi Emrullah evlenmişti. Yengesinin memleketinde bir memuriyet nasip olmuştu da buraları bırakıp gitmişlerdi. Übeyd, kasabaya bir buçuk saatlik mesafedeki şehir merkezine bir mana dükkânı açmıştı, o da yeni bir düzen kurmuştu. Anaları Havva hatunun bu durumlara canı çok sıkılıyordu. Ama Allah’a da yine şükrediyordu hep namazlarında. Evlatlarının hepsi iş güç tutmuş, geçimleri yerindeydi. En önemlisi de bu Anadolu toprakları onları bağrına basmış, öz evlatları kadar sevmişti. Tam da bugünlerde geldi Abdullah’ın kabul belgesi. Feride ile beraber aldılar haberi. Aylardır bunu beklediği halde sevinemediğini fark etti. Yüreğinin tam ortasında büyük bir boşluk peydah olmuştu. Oysa çok istiyordu iyi yerlerde olmayı, okumayı. Tıp alanında dünyanın sayılı üniversitelerinden birini kazanmıştı. Üstelik devlet desteğiyle gidecek, burslu öğrenci olacaktı. İri gözleri gülmüyordu bu sefer Feride’nin, neşeden uzaktı. Çaylar önlerinde duruyordu da içmiyorlardı. Büyük bir sessizlik gelmiş genç yüreklerine oturmuştu. Ufacık beyaz yüzü, iri gözleri, güllerin açışı gibi gülüşüyle Feride onun en yakını olmuştu son yıllarda. İlk başlarda okul ve sıra arkadaşlığı yaptılar. Abdullah Yürekbaba’dan bahsetmişti sonra ona. Feride okumayı çok seviyordu. Arayıp da bulamadığı bir kitap vardı o sıralar. Bir gün Abdullah, ustasıyla tanıştırmak için Feride’yi tekkeye getirdi. Yürekbaba bu nazik ve hanım hanımcık duran kızı çok beğenmişti. Feride’nin raflardaki kitaplara bir şeyler arar gibi baktığını gören usta, yerinden kalktı ve kitapların içinden birini seçerek kıza uzattı. O an Feride’nin iri gözleri daha da irileşti, gözbebekleri büyüdü. Aylardır arayıp da bulamadığı eser babanın elleri arasındaydı. Yürekbaba kitabı ilk tanışma hediyesi olarak verdi kıza. Feride de tekkenin yolunu aşındıranlardan oldu o günden sonra. Yolu düştükçe uğrardı ilk zamanlar, sonraları ise uğramak için yollarını düşürdü… İlkyaz günlerinin sarı sıcağı vardı kasabada. Sokaklar, dükkânlar kalabalıklaşmıştı. Turistler yeni bir yer görmenin heyecanı ile anı ölümsüzleştirmek adına telefonlarının kameralarını hiç rahat bırakmıyorlardı. Kasaba en hareketli, bolluk, bereket içindeki günlerini yaşıyordu. Tüm bunlara rağmen bir evde ve dükkânda bugünlerde birini uğurlayacak olmanın verdiği can sıkıntısı vardı. Her şeyden evvel bu genç erene yeni, tertemiz bir hayat katmıştı başta Yürekbaba ve kasaba. Anasını öyle ağabeyleri de gitmişken koyuverip gitmek içini acıtıyordu Abdullah’ın. Kız kardeşleri vardı yanında her işini görürler, ona zahmet çektirmezlerdi. Ama evde er kişinin olması bir başkaydı elbet. Anadolu bunu öğretmişti ona; evin direği baba yoksa erkek evlattı. Güç bela kabul ettiği, kısaca Yürekbaba’ya da anlattığı, dili döndüğünce bir gerçek daha vardı. Feride… “Ay kız” derdi terzi ustası Feride’ye. Gerçekten de ay kadar parlak bir yüzü, koyu kahve gözleri vardı. Abdullah kokuları çok sever, kitapların arasına bu güzel kokulu çiçekleri koyup kuruturdu. Sonra da onları Feride’ye verirdi. Neden verdiğini bilmez, sadece mutlu olsun isterdi ‘Ay Kız’. Feride ise bu çiçekleri küçük tahtadan üstü işlemeli hediye kutusunun içinde biriktirirdi. Bu kutuya çok değer verirdi güzel kız, çünkü çok sevdiği ninesinden kalmıştı. Kimsenin bulamayacağı yerde saklar, gözü gibi bakardı kurumuş çiçeklere. Ustası Osman amca erken çıkması için izin verdi Abdullah’a. Zaten dalgındı da. Yaptığı işten ne zevk alıyor ne de müşteriler memnun kalıyordu. Az önce tıraşa oturttuğu kunduracı Nuri bile aslında içten içe homurdanmıştı da olduğu tıraşa delikanlıyı üzgün görünce ses etmemişti. Sarı sokak lambaları arasında yokuşu indi, her zamanki adımlardan farklıydı adımları dahi. Gitmeliydi evet, ama nasıl? Bu aşık olduğu sarı ilkyaz rengini, sonra anası ve Yürekbaba’yı, Feride’yi geride bırakıp da mı? Önüne demli bir çay koydu Yürekbaba. Genç erenin hiç tadı tuzu yoktu. Fakat ustasına saygısızlık olmasın diye ufak ufak yudumladı çayı. Yolculuk gelip çatmıştı. Yarın öğleyin çıkacaktı. Önce şehir, sonra havaalanı… Bir kuş gibi uçup gidecekti Anadolu’dan. Masanın üzerinde bir küçük kutu gördü sandık şeklinde. Feride’nin sandığıydı bu. İçi bir hoş oldu, bir keresinde tesadüfen görmüştü. Ay kız, Abdullah’ın kendisine verdiği kurumuş çiçekleri burada saklıyordu. Çantası hazırdı bile. Anası, yepyeni çamaşırlar almıştı çarşıdan. Göğsüne yaslayıp hepsine kokusunu vermiş, olur da anasını özler diye. Sonra düzenlice dürüp hepsini çantaya yerleştirmişti. En sevdiği seccadeyi ve tesbihini de unutmamıştı genç erenin. Havlular, çarşaflar… Veda vakti gelmişti ama söylemeye cesareti yoktu bu sözcüğü. Veda ki yalnızca tek bir şeye değil; bu tekkeye, kasabaya, sarı lambalara ve Anadolu’ya vedaydı… Küçücük bir sabi iken gözlerini açtığı ilkyaz mevsiminde geldiği topraklara, yine bir sarı yaz günü veda edecekti. Yürekbaba sözü aldı. Yaşlı ama dinç yüreği, bu genç erenin vedasına burkulmuştu, fakat vakur duruyordu. “Biz yüreğinde sevgisi, umudu sökülmüş insanların gönüllerini, ruhlarına tekrar iliştiririz, dikeriz. Tatlı dil, bereketli topraklar ile onarırız onu. Sökük, yırtık olan gönüllerin ilacı biziz oğul, Ana dolu… Kanayan yaralarınız ile geldiniz bu coğrafyaya. Senin gibi, sizin gibi binlerce aile girdi benim şu eren kapımdan içeri, ben böyle görürüm. Özlerinize dönesiniz diye size nice elbiseler diktim, görünmez. İnsanoğluna geçmişten bu yana asırlardır yeni elbiseler dikeriz. Bazen ipek gömlekler olur, kimisine düz, desenli pantolonlar. Her yeni kıyafet insanın ruh iklimine doğan bir yeni mevsim olur. Bahar getiririz gönüllere, ardından yaz. İlkyazdır, avuçlara bırakılan bu mevsim. Söküklerin vardı dikildi. Kalbinin yırtıkları kapatıldı. ” Git şimdi gittiğin yerlere Anadolu toprağının umudunu götür. Nerede bir yetim, öksüz veya muhtaç görsen koru, kolla. Dik söküklerini, üzerlerini giydir. Var git oralara buralardan aldığın ilkyaz sıcağını götür. Sevdalandığın kokuları ve sarı lambaları da unutma… İşlemeli, tahtadan Feride’nin kutusu elinde, ön bahçeye çıktı genç eren. Lambalar ilkyazın hikâyesine sarı ışıklarını tutuyordu. Baktı; uzaktan dağların üzerinde belli belirsiz sarı lambalar ışıyordu…

Please follow and like us: