Devletimizin Kuruluşu (Hüseyin Nihâl Atsız)

Türk Milliyetçiler Derneği, 1952 yılının 3 Mayıs kutlamaları için Ankara’da bir piknik düzenler. Atsız da davetliler arasındadır.

Nihâl Atsız’ı her zaman göremeyen gençler, ondan konferans vermesini isterler. 4 Mayıs 1952 Pazar günü verilen konferans için önce Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nden salon istenir. Verilmez. Bunun üzerine Halkevi’ne müracaat edilir. Önce olumlu cevap verilmesine rağmen, konferans günü Halkevi de salonu vermekten vazgeçer.

Son anda ve son çare olarak Atatürk Lisesi’nin konferans salonu ayarlanır. Son dakikada ayarlanmasına rağmen salon hıncahınç dolar. Atsız salona girdiğinde uzun süre alkışlanır.

Alkışların dinmesinin ardından Atsız “Devletimizin Kuruluşu” isimli konferansına başlar.

Konferansın gazetelere haber olması fazla uzun sürmez. Tabiî taraflı olarak.

Dönemin gazeteleri, aşağıda metnini verdiğimiz konferansı, “ırkçı ve Cumhuriyet düşmanı” bulurlar. Bir lise öğretmeninin, (Atsız o sırada Haydarpaşa Lisesi’nde öğretmendir) bir lisede “siyasi propaganda” yaptığından dem vurulur. Atsız’ın öğretmenlikten çıkarılması ve Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılması istenir.

Basının bu derece taarruzu iktidardaki Demokrat Parti’yi harekete geçirir. Derhal Atsız ve Türk Milliyetçiler Derneği hakkında takibat başlatılır.

Nejdet Sançar’dan öğrendiğimize göre; Atsız’ın konferansı müfettişlerce incelenmiş ve siyasî değil ilmî bulunmuştur. Bununla alakalı Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a malûmatı Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri verir ve beklemediği bir cevap alır. Bayar: “Ben bilmem. Çoluk çocuğu aç kalsın ki, aklı başına gelsin!” demiştir. (Ötüken sayı 109, sayfa 9)

Bu söz üzerine müfettişin raporunun ciddiye alınmadığını söylesem şaşırmazsınız. Atsız, konferanstan sadece 9 gün sonra 13 Mayıs 1952’de öğretmenlik mesleğinden -bir daha dönmemek üzere- atılır. Türk Milliyetçiler Derneği ise 23 Ocak 1953’te tüm şubeleriyle birlikte tedbirli olarak kapatılır.

Atsız başta olmak üzere Türkçülerin üzerine yeni bir Haçlı Seferi’ne sebep olan konferans metnini dikkatlerinize sunuyorum.

 

“Mensup olmakla övündüğümüz Türk Irkı, şimdiye kadar birçok devlet kuran bir topluluk gibi gösterilmiş ve bu netice bir hakikat diye herkes tarafından kabul edilmiştir. “Çok devlet kurmak”, ilk bakışta bir meziyet gibi gözükmekle beraber dikkatle mütalâa olununca böyle olmadığı anlaşılır. Çünkü “Çok devlet kurmak” iddiası kabul edilince bunun tabiî neticesi olarak bu devletlerin gayet kısa ömürlü birer müessese olduğu da benimsenmiş olur ki, bundan da Türklerin devamlı devlet kurmak kabiliyetinden mahrum, istikrarsız bir millet oldukları neticesi çıkar.

Acaba hakikat bu mudur? Türkler hakikaten çok, fakat ömürsüz devletler kuran bir millet midir? Bu fikir, Türk milliyetçilerinin de fikri olabilir mi?

Türkçülük bir dünya görüşüne mâlik olmalı ve onun kıyafetten takvime, soyadından aile telâkkisine kadar her şeyi kendi zaviyesinden mütalâa eden fikirleri bulunmalıdır.

Bu mütalâalar millî şahsiyeti yaratacak ve millî şahsiyetin değeri nispetinde bize kıymet kazandıracaktır. Ben, şimdi devletimiz hakkındaki fikirlerimi açıklayacak ve mesele üzerinde Türkçüleri düşünmeye çağıracağım:

Otuz asırlık tarihimizde biz iki devlet kurduk. Birincisi, tarihin karanlıklarından itibaren başlayarak son çağa kadar gelen ve kaybedilen devlet yani Türkistan’daki, asıl Anayurttaki devlet; ikincisi de On birinci asırda kurulup günümüze kadar gelen Önasya’daki devlet, yani bizim devletimiz. Anayurt dışında kurulan devletler bu hesaptan hariçtir.

“Çok devlet” iddiası hükümdar hanedanlarını devlet sayan Şark tarihçilerinin bize aşılayıp kabul ettirdikleri yanlış telâkkiden doğuyor. Türkler, tarih yapan, fakat yazmayan bir millet olarak tanınmışlardır. Kendilerinden bahsettikleri Orkun yazıtlarında bile: “Yukarda mavi gök, aşağıda kara toprak yaratıldıktan sonra ikisi arasında insanoğulları yaratılmış, insanoğulları üzerinde ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan hâkim olmuş” şeklinde gayet kayıtsız ve kısa bir ifade kullanmışlar ve dikkate şayandır ki insan oğulları olarak da yalnız Türkleri saymışlardır.

Müslüman olduktan sonra ise, Arap, Acem tarihçilerinin telâkkilerini tamamıyla benimsemişler, her hanedanı ayrı bir devlet ve hanedanlar arasındaki çarpışmaları millî savaşlar saymak gibi yanlışlıklara düşmüşlerdir.

Türkçü görüş, bu telâkkiyi reddeder. Bizim telakkimiz tarihin hakikatlerini kendi zaviyemizden gören bir telâkkidir. Tarihi, olduğundan büyük veya değişik göstermeye lüzum kalmadan kendi görüşümüzü ortaya sürmek ve başkalarının bizim hakkımızdaki görüşlerini kabul etmek gibi bir aşağılık duygusundan uzak bulunmaya mecburuz. Kendimizi başkalarının gözü ile tanıyacak değiliz.

Size bir örnek vereceğim: Bazı coğrafya kitaplarında “falan asırda dünyanın bilinen kısımları” diye haritalar vardır ve bu haritalarda Anayurdumuz meçhul bölümler arasında gösterilmiştir. Ecdadımızın oturduğu yerleri herhangi bir asırda, herhangi bir millet bilmeyip de kendisince meçhul yerlerden sayar ve biz de bunu aynen kabul edersek bu objektif bir görüş mü, yoksa gaflet mi olur?

Eskiden mektep kitaplarında millî tarihimiz Hicrî 699’daki “İstiklâl-i Osmânî” ile başlardı. Şimdi öyle başlanmıyor amma çok çok 1071 Malazgirt Savaşı’na kadar gidiyor ve Anadolu’yu dolduran Karamanoğulları, Aydınoğulları gibi beğlikler ayrı birer devlet olarak sayılıyor. Bu telâkki hâlâ hanedanları milletten üstün tutmak zihniyetinin mevlûdudur.

Devletimiz şu şekilde kurulmuştur: On birinci asırda Anayurtta, yani Türkistan’da Karahanlılar sülâlesi vardı. Anayurt dışında ve Karahanlılarla sınırdaş olarak da yine Türkler tarafından kurulmuş Gazneliler devleti bulunuyordu. Ecdadımız olan Türkmenler yani Oğuzlarla Karlukların Müslüman çoğunluğu bu iki Türk devleti arasında onların hâkimiyet ihtiraslarına âlet olduktan sonra Gazneliler tarafından kendilerine verilen topraklara girdiler. Fakat askerliklerindeki kuvvet ve şiddet dolayısıyla metbuları olan devleti ürkütmekte gecikmediler. Gazneliler Türkmenlerin kudretini kırmak için başkanları Arslan Yabgu’yu hile ile yakalayarak hapsettilerse de başlarını kaybetmek onların gücünü kırmak şöyle dursun bilâkis hınçlarını arttırdı ve Gaznelilerle yapılan bir sıra çarpışmalardan sonra nihayet 1040’da kazanılan Dandanakan Meydan Savaşı ile Horasan’da müstakil bir devlet kuruldu. İşte Horasan’da kurulan bu devlet, İslam müverrihlerinin hükümdar sülâlesine izafetle Selçuk Devleti dediği bu yeni teşekkül bizim devletimiz, yani Türkiye’dir.

Horasan’da kurulan bu devlet Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu’yu sonradan fethetmiş ve en son aldığı Anadolu’nun kapıları 1071 Malazgirt Savaşı ile açılmıştır. Selçukların Türkiye’si İslâmiyet’ten önceki ve sonraki bütün zamanlarda olduğu gibi, bir kaç hükümdarla birden idare olunurdu. Devletin genişliği ve Türk hâkimiyet telâkkisi bunu gerektiriyordu. Selçuk Türkiyesi’nde dört sultan bulunuyor, fakat bunlardan üçü, Horasan’daki büyük sultanı baş tanıyordu. “Rum” yani Anadolu’daki sultan bu tabî hükümdarlardan birisiydi. Bütün eski tarihimizde olduğu gibi tâbî hükümdarlar, büyük sultana danışmadan yabancı komşularıyla ve hatta bazen birbirleriyle de çarpışıyorlar, fakat bu hâl, Avrupa milletlerinde de gördüğümüz gibi devletin birliğini bozmuyordu.

Türkiye’nin tarihindeki garip bir tecelli ile devletimiz, bütün diğer devletlerden farklı olarak kurulduğu toprakları kaybedip sonradan aldığı topraklar üzerinde tutunan tek devlet örneği olarak kalmıştır. Almanya, İngiltere, Fransa hâlâ kuruldukları topraklar üzerindedir ve normal olanı da budur. Bilfarz Fransa Galya’yı kaybedip de nüfusunun yarısı ile Kuzey Afrika’ya yerleşse veya İngiltere Britanya adasının güney bölgesinden çıkarılıp İskoçya’ya sığınsa bu durum tabiî sayılabilir mi? Sayılamaz. Onun gibi bizim de kurulduğumuz toprakları, hâlâ Türklerle meskûn ve bu devleti kuranların mezarlarıyla süslü toprakları unutamayıp hissen oraya bağlı kalmamız kadar tabiî bir netice olamaz.

Aile, cemiyet veya devlet, herhangisi olursa olsun bir topluluk faziletle kurulursa sağlam olur. Temelinde rezilet bulunursa çabuk çöker. Devletimiz faziletle kurulan bir topluluktur. Tarihe yiğitlik ve feragatle girmiştir. Devlet kurulduğu zaman başkanlığa üç namzet vardı. Fakat bu mevkiye en büyükleri olan Musa Yabgu veya en kahramanları olan Çağrı Beğ değil, en küçükleri Tuğrul Beğ geçirildi. Bunda savaş meydanlarındaki çelik kılıçlı demir bileklilerin, barıştaki insanî kalplerinden taşan bir şefkat duygusunun izlerini de görüyoruz. Çünkü Tuğrul Beğ‘in çocuğu olmuyordu. Amcası ve kardeşi onun bu büyük ıstırabını devlet başkanlığı ile gidermek yolunu tuttular. İşte, devletimizin ilk başkanı, büyük Sultan Gazi Tuğrul Beğ‘dir.

Selçuk hanedanından sonra bu devletin başında Çingiz hanedanı bulunmuş, büyük Çingiz İmparatorluğu’nun batı kolu olan İlhanlılar, sıklet merkezleri Azerbaycan olduğu hâlde Türkiye’yi yürütmüşlerdir.

Şimdiye kadar Çingiz çocukları, bizim tarihlerimizde Moğol veya Tatar diye anılarak yabancı bir devlet ve hanedan gibi gösterilmiştir. Hakikate uymayan bu fikri kabul edince Türklerin uzun bir zaman yabancı hâkimiyeti altında yaşadığını da kabul etmek gerektir ki, bu da şimdiye kadar hiçbir zaman istiklâlini kaybetmemiş bir millet olduğumuz hakkındaki övüncümüzü ortadan kaldırır. Eski Gök Türklerden indiği, çağdaş Çin müverrihleri tarafından kabul edilen Çingiz Han kültür ve mefkûre bakımından da Türk’tü. Onu yabancı gösteren şey, On üçüncü asırda artık Müslüman bir millet olan Türkler arasında eski dine bağlı kalan bir azınlığa mensup oluşu, bir de Moğollar üzerinde hâkim bir ailenin ferdi olarak Arap ve Acemler tarafından Moğol diye ilân edilişidir.

İkinci hanedanımız olan İlhanlıların en büyük hizmeti Anadolu ve Azerbaycan’ı kat’i ve nihaî surette Türkleştirmeleridir. Çünkü On birinci asır başlarında en iyimser hesapla bir buçuk milyon tahmin edilen Türkmenlerin Anadolu’ya yerleşenleri yarım milyondan fazla değildi ve bu nüfus bir asır kadar Rum,Ermeni ve Gürcülere karşı taarruz, bir asır kadar da Lâtin ve Cermen Avrupası’na karşı amansız müdafaa savaşları yapmak mecburiyetinde kalmıştı. Birinci Kılıç Arslan’ın Haçlı sürülerine karşı toplayabildiği Türk kuvveti elli bin kişiyi ancak buluyordu. İşte bu kadar az olan Anadolu Türklerinin tarihte Hindistan, Çin ve Mısır’daki hâkim Türklerin başına gelen “Temsil” felâketine uğramamaları İlhanlıların Anadolu’ya getirdikleri yeni Türk unsurları ve Anadolu’yla Azerbaycan’daki yabancıları büyük ölçüde sürmeleriyle kabil olmuştur. Bunu vahşet sayan Avrupalıların Türkistan’da büyük kırgınlar yapan ve teslim olan bazı şehirlerin ahalisini topyekûn öldürten Makedonyalı İskender’e “büyük” sıfatını vermeleri mantıksızlığın ve biraz da bize karşı kinin mahsulüdür. Avrupalılar bütün Asya milletlerini yenebildikleri hâlde Türklerin tek başlarına bütün batı dünyasına karşı asırlarca süren şerefli mücadele ve müdaafasını unutamıyorlar. Onun için kendilerinde ve başkalarında normal gördüklerini bizde kusur olarak ileri sürüyorlar. İlhanlıların Azerbaycan’ı kesin olarak Türkleştirmeleri Acemleri de garip iddialara sevk ediyor: Onların fikrince “Moğollar” Azerbaycan’ı alıp Acem olan ahalisinin diline iğneler sokmak suretiyle halkı “Türkçe” konuşmaya icbar etmişlerdir. Bir milletin, diline iğne sokulduğu için yabancı bir dili topyekûn öğrenerek konuşmaya başlamasının hakikatle bağdaştırılmasındaki gülünçlük meydandadır.

İlhanlılar çağında bu devlet Tebriz ve Meraga civarından idare olunmuştur. Nasıl İznik, Konya, Kayseri, Bursa, Edirne, İstanbul, Ankara şehirleri başkentlik yapmışsa Azerbaycan’ın şehirleri de bir zamanlar aynı vazifeyi görmüştür. Bu; cevvaliyetin, hareketin, enerjinin ve gençliğin alâmetidir. Nitekim milletimiz yirminci asrın medenî milletleri içinde göçebe halka mâlik tek milletse bu onun geriliğinden ziyade hayatiyetini ve gençliğini gösterir. Anadolu’da bizden önceki Hitit ve sair milletleri mahveden sıtma gibi hastalıklar Türkleri yok edemedi, edemeyecek. Köy ve kasabada sıtmadan kırılanların yerini derhal yayla ve dağdaki göçebeler işgal ederek siperde ölen askerlerin yerini tutan yeni kuvvetler gibi tarih ve zaman içindeki vazifelerini almaktadır.

Yüz yıl süren İlhanlı hanedanı sırasında yanlış tarih telâkkisinin müstakil hükümdarlar saydığı Osman Gazi ve onun oğlu Orhan Gazi birer şanlı uç beğinden başka bir şey değildi.

Yine aynı yanlış tarih telâkkisi Temir‘in yabancı, Tatar ve düşman sayılmasını intaç etmiştir. Temir veya Türkistanlıların söyleyiş şekline göre “Aksak Temir Bek” Kunlar, Gök Türkler ve Çingiz gibi mefkûrevî Türk devletini gerçekleştirmek isteyen bir hükümdardır. Onu bizim, yani Türkiye Türklerinin millî düşmanımız saymak yanlıştır, günahtır. Milliyetçi bir tarih görüşü Ankara Savaşı’nı bir kardeş kavgası saymak mecburiyetindedir. Ankara Savaşı’nda Aksak Temir ordusundaki Türkmenlerin sayısı belki de Yıldırım ordusundakilerden daha çoktu. Bu kadar insan vatan haini miydi? Bu kadar çok vatan haininin bir araya gelmesine imkân var mı? Onlar bu kavgayı bir hanedan ve otorite kavgası sayıyorlardı. Aksak Temir Bek Umumî Türklük bakımından suç işlemiş midir? Bunun münakaşasını bir tarafa bırakıyorum. Çünkü her insanda kusur bulunabileceğini kabul ediyoruz. Tarihimizin en büyük fertleri olarak düşünebileceğimiz Fatih, Yavuz, Kanûnî hatta Alp Arslan‘da kusur yok muydu? Gene en büyük fertler sayacağımız Mete‘de, Kür Şad‘da, Tonyukuk‘ta, Kül Tegin‘de bir takım kusurlar bulunmaz mı? Elbette Aksak Temir de büyük Türklük bakımından bir takım hatalı hareketler yapmıştır. Fakat o ilerisini görebilen bir insandı. İslâv tehlikesini görmüş ve Yıldırım‘a Rus-Leh-Litvan sürüsünü müştereken imha etmek teklifini yapmıştır. Avrupa şövalye ordularını tepeleyen en büyük şövalye Yıldırım, maalesef bunu reddetmiştir. Acaba reddetmeseydi de o iki muhteşem ordu birleşseydi ne olurdu? Şimdi aramızda bulunan bir Türkçü şairin dediği gibi:

Bütün Türkler bir olsa başkalaşır gidişler…

Aksak Temir Bek yalnız büyük Türk şairi Abdülhak Hâmid tarafından başka bir görüşle mütalâa edilmiş ve kendisine hak verilmiştir. Hamid‘in “Kambur” adı altında birleştirdiği beş piyesi vardır: İlhan, Tarhan, Tayfalar Geçidi, Ruhlar, Arzîler. İlk ikisi dünyada, üçüncü ve dördüncüsü uhreviyet âleminde, sonuncusu yine dünyada geçen ve birbirinin zeyli olan bu piyeslerin üçüncüsünde Aksak Temir‘in ruhu da konuşmaktadır. Eserlerin baş kahramanı olan Kambur, Hamid‘in kendisidir. Şair bütün fikirlerini, felsefesini, her şeyini ona söyletmektedir. Kambur‘un kendisi olduğunu bizzat Hâmid tasrih ediyor. Gariptir ki bu eserlerde Kambur Aksak Temir‘in babası olarak gösterilmektedir. Hiç şüphesiz Hâmid Aksak Temir‘in babasının Turagay olduğunu biliyordu. O hâlde niçin kendi felsefî ve fikrî şahsiyetinin oğlu olarak kaleme almıştı? Herhâlde büyük adamlardaki altıncı duygunun, sezginin tesiri ile Hâmid onun ülküsünü kavramış ve takdir etmişti. Hâmid, Tayfalar Geçidinde Temir‘in ruhuna şöyle dedirtiyor:

Ben a’recim (topal) yolumda fakat sanma aksadım;
Tatar ü Türk’ü müttehid etmekti maksadım.
İnsan yaratmak üzre yok ettim ceninleri:
Elbet duyulmaz onların ah ü eninleri…
Dâr-î fenâyı ben boyadım keyfe mettafâk,
Sizler o renge kan deyiniz, ben derim şafak!
Tathir için zamâneyi kanlar döken, yıkan
Ma’fü olur melâikeden almış olsa kan…

İnsan yaratmak üzere ceninleri yok etmek, büyük eser çıkarmak için yapılan acı bir ameliyattır ve başkalarına kan rengi gibi gözüken şeyin şafak olması da beşerî her hâdisenin zıt olan zümrelere başka başka gözükmesinden ibarettir. Devrin çirkefini yıkamak için kan kullanmak ve bunu meleklerden almak Hamid‘e yakışan heybetli bir fikirdir.

Aksak Temir “zamaneyi tathîr” için kan kullandı. Fakat bu temizlik için onun Hint, Acem, Ermeni ve Frenk kanı dökmesini vahşet saymak gafletine düşemeyiz. Hiçbir millet tarih huzurunda kendi kendisini itham hatasına düşmüyor.

Temir‘i, Anadolu’yu yenip dağıttıktan sonra bırakıp gitmekle suçlandırmak da yanlıştır. Çelebi Sultan Mehmed ve oğlu büyük Murad yani İkinci Murad, Türkistan’daki Temir ile oğlu Şahruh‘a tâbî birer hükümdardılar. Bu suretle de bir Türk birliği bilfiil tahakkuk etmişti. Bütün Türkiye’deki Osmanlı hanedanının hâkimiyeti ancak Fatih devrinde başlamış ve Cumhuriyete kadar devam etmiştir. Şimdi Türkçü olarak düşünelim: Selçuk, İlhanlı, Temir, Osmanlı hanedanları ile Cumhuriyet devri hep birden bir tek devletin hayatını teşkil etmiyor mu? Bunları ayrı devletler gibi görmek kendi kendimizi parçalamak olmaz mı? Temir ile Yıldırım iki düşman ordusunun kumandanları olunca birbirlerine karşı çok sert davranan Karaman oğulları ile Osman oğullarını veya Osmanlılarla Akkoyunluları da ayrı devletler ve millî düşmanlar saymak mecburiyeti doğmaz mı? Tarihimize bakarken şu veya bu hanedanın tarafını tutarak kendimizi onun milletinden saymakta hakkımız yoktur. Buna hakkımız olmadığı gibi devletimizin kurulduğu toprakları da bugün yabancı ülke saymaya mezun değiliz. Türkiye, Rumeli’yi fethedip de -Allah göstermesin- Anadolu’yu kaybetse, Anadolu toprakları da bizim için yabancı mı olur? Millî durum yalnız bir ânın, bir zamanın durumu değildir. Çünkü millet de yalnız bir zamanda yaşayan insanlar değildir. Dün yaşamış olanlarla yarın yaşayacaklar da Türk milletini teşkil ediyor. Dünkülerin hakkını feda edemeyiz. Bu devleti kuranların ve bize bugün burada yaşamak imkânını verenlerin mezarları ile dolu yerleri düşünüp sevmek hakkımız ve vazifemizdir.

Kardeş kavgası her yerde olur. Napoleon, Almanya’yı istilâ ederken Cermanya İmparatorluğunu teşkil eden devletlerden bazıları Napoleon‘la birlikte asıl Almanya’ya karşı harp etmişlerdir. Fakat Almanlar Prusya ve Baviyera’yı ayrı devlet ve millet saymadıkları gibi, Baviyeralıları da hain telâkki etmemişler, çocuklarına tarih okuturken yine tek Almanya’dan bahsetmişler, ancak bu kardeş kavgalarından bazı ibretler çıkarmaya savaşmışlardır.

Nazi Almanyası, Çekoslovakya’yı istilâ edip dünya basınının hücumlarına uğrayınca Hitler cihana karşı şu mucip sebepleri ileri sürmüştü:“İlk Alman imparatorlarının Prag’da yaşamış olduğunu unutuyorlar”. Görülüyor ki, başka milletler istilâ emelleri için bile eski birlik hakkına dayanıyorlar.

Bizim ilk padişahlarımız Horasan’da yaşayıp ölmüş, fazla olarak da o bölgeye ebedî Türklük damgası vurmuştur. Velhasıl yine bir mayıs ayında, 1040 yılının 25 Mayıs’ında kazanılan Dandanakan Meydan Savaşı’nın akabinde kurulan devletimiz bugüne kadar aralıksız gelen bir devlettir.

– – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – –
3 Mayısın manasına gelince: Tarihimiz içinde bir uyanışın başlangıcı olmak bakımından mühimdir. Batı medeniyetine giriş hareketi olan fakat yanlış anlayış ve tatbik ediş yüzünden bir aşağılık duygusunun teşekkülüne sebebiyet veren Tanzimat’tan beri kendimizi inkârda çok ileri gittik. Hatta medeniyetlerin ülkelere hiçbir gümrüğe uğramadan gireceğini, garp medeniyetini alırken onun tekniği, sanatı ve ilmi ile birlikte fuhşunu da almamızın zârûri olduğunu söyleyen hatiplere rastladık. 1944’te bu ileri gidişin ne derecelere geldiğini biliyorsunuz. Temiz Anadolu çocukları köy enstitülerinde birer komünist olarak yetişsin diye neler yapıldı. Bunu yapanların çoğu bugün teşhir olunmuştur. Haklarında daha da nice vesikalar ortaya dökülecektir. Bir sabah komünist olarak uyanmamız gibi korkunç ihtimali, 3 Mayıs 1944’te birkaç bin meçhul milliyetçi gencin yaptığı asil ve şuurlu hareket önledi. Millet kendisine yapılmakta olan suikastı anladı. Gerçi 3 Mayıs birçok ıstıraplar kaynağıdır. Fakat o ıstıraplardan şuur ve saadet doğmaktadır. İlk zamanlarda küçük guruplar hâlinde sessizce kutlanan 3 Mayıs bugün kuvvetlenen ve büyüyen şuurlu bir kütlenin bayramı olmaktadır. İlerde bir gün siz gençlerin, Gök Türk kıyafetinde olarak büyük padişahlarımızın türbeleri önünde yapacağınız geçit resimlerinin heybetini ve ihtişamını tasavvur ediyor musunuz?

Fazilet temelleri üzerine kurulan devletimizin birkaç kara gün geçirmesi onu asla sarsıp deviremez. En güzel şiirlerdeki birkaç vezin veya kafiye aksaması nasıl o şiirin güzelliğine engel değilse, bir iki çelmede bu devleti mazideki ve ilerdeki ululuğundan alıkoyamaz. Bu devlet ve vatan büyüyecektir. Çünkü uğrunda ölmeye hazır olanlar var.”

Please follow and like us:
The following two tabs change content below.

Fırat Kazganoğlu

Meçhul bir zamanda doğdu. Muammaya müptela. Türkçü. Yazar.