Asya kadar Ana dolu: Tanrı Dağı’nın son efendileri; Ulupamir balaları

 

 

 

Erzurum il sınırları içinde önce Pasinler sonra Horasan Türk beldelerini geçerken; Selçuklu’nun vurduğu Türk-İslam mührünü bastığımız her karış toprakta hissetmek ruhumuzu coşkuyla besliyordu. Vatan yapmak üzere Ana doluyu Orta Asya bozkırlarından çıkılan sefer için ak başlı tuğlar, ala renkli yılkılar, oku sırtında zaferin yalnızca Kerim olan Allaha ait olduğunu bilen ve yaşayan yüce komutanlar, emir altında binlerce bozkurt ve alperen gözümde canlanıyordu bu dümdüz ovayı geçerken.

Atalardan yadigar kadim Türk şehirlerinin kutlu tarihini tarih kitaplarından okumak ile, dağlarına ayak basmak arasındaki farkı iliklerime kadar hissettim. Acaba kaç Türk genci kanını akıtmıştı bu topraklar uğruna, kaç derviş, eren, komutan Anadolu insanının gönlünü fethetmişti ? Van-Erciş ilçesine geldiğimde ”Ulupamir” düştü aklıma. Esasında yolculuğun en başından bu yana vardı hafızamda.Fakat daha heyecanlıydım şimdi. Derinden bir sevinç sarmıştı yüreğimi. Temmuz ayının sıcağını hissetmez olmuştu bedenim, öyle ya kardeşlerimizi görecektik hem de asırlar sonra öz kardeşlerimizi…

Demirden dağı eriten ateşin bir közü de bu topraklardaydı, hemen yakınımızda, 20 km. kadar…Yol alırken karşımıza çıkan dağlara, tepelere farklı anlamlar yüklemeye başladığımı fark ettim. ”Tanrı Dağı’nın son efendisi” olan bu kadim kardeşlerin hoyratlıklarına, cesurluklarına  karşımızdaki dağlar yeteri kadar cevap verebiliyor muydu?  Issık Gölü’nde uzun balık avlarını özlemiyorlar mıydı?  Ozanlar ve alpler ”Manası” çocuklarına ”bir devrin destanı” diye kopuzlara vurarak şevkle anlatırlar mıydı? Türk’ün sağlam ve sarsılmaz ruhunun timsali bu Kırgız kardeşlerimizin gök kadar yüksek ulu otağlarına dar gelmez miydi Van-Erciş toprakları?

Sonunu getiremeyeceğimi düşündüğüm bir yığın sorunun içinden çıkarak yokuşu indik, köye vardık.Büyükçe bir köy görünümü vardı. Çevresine göre daha yüksekte kalan bir yerleşim alanı, önünde küçük bir çay usul akmaktaydı. 5-10 yaşlarında değişen birkaç Kırgız balası ellerinde misina, tahta sopa, kiminde tel benzeri bir alet ile balık tutmaya çalışıyorlardı. Arabadan inip köyde yürümeye başladığımızda karşımıza bir atlı grubu çıktı. Atalarından emanet kalan en eski ve en iyi dostları atları ile bize doğru geliyorlardı. Bir ”Aytmatov” romanında duygusal, içsel çabalar içinde yurdunu arayan bir karakter olarak hissettim kendimi. Aslında ailesini kaybedip, uzak düşen toprağına; yıllar sonra gerçek ailesine(yuvasına) kavuşan bir Asyalı…Evet, ruhumun kendini bulduğu yer tarihsel gerçeklikte bu olmalıydı: Asyalı… Onlar kadar çekik gözlü, siyah saçlı, marifetli ata binmede, gölden balık tutup, ok atabilen, mazisi sürgünlerde çelikleşmiş bir Asyalı…

 

 

 

 

 

 

Yılkılardan inen Kırgız grubun gözlerindeki ışığı kelimeler ile tarif etmek benim için dünyanın en çetrefilli edebiyat uğraşı oldu. Zira Anadolu’da yaşayan bir Asyalının hangi sözcüklerle anlatıldığını kimselerden duymamış, okumamıştım. Kendimi ”ulu” bir masalın içerisinde Orta Asya steplerinde hissetmeye devam ediyordum. Asırların ince sızısı sona ermiş, kucaklaşmıştık. Şimdi hiç görmediğimiz kardeşlerimizle hasret gidermesini öğreniyorduk. Bizden konuşuyorlardı, bizim gibi. Anadolu olmuşlardı tepeden tırnağa. Lakin küçük çocuklar daha çok olmak üzere bir çoğunun üzerinde Kırgız motifleri olduğu anlaşılan kıyafetler vardı. Coşkulu bir tanışmanın ardından derin bir sohbete sıra gelmişti. Sevimli, Kırgız çocuklar şimdi dört bir yanımızı sarmış, bize türlü şirinlikler yapıyorlardı.

Adlara sıra gelmişti sanırım. Birbirimize isimle hitap etmek daha samimi olmalıydı. Mensubu oldukları ulusları kadar yüce,erdemli adları olmalıydı bu Kırgız balalarının. Biraz da tereddüdün ördüğü merakla içlerinden birinin elinden tutup eğildim boyu kadar, şimdi göz gözeydik.

Kapital dünyanın gündelik yapay/yapma mutluluğundan nadir kurtulduğum vakitlerdi. Kan bağının, tarih bağının verdiği o öz mutluluğu yaşıyordum.

– Adını bana söyler misin

– Kutlu Talha

İçimin sıcacık olduğunu, avuç içlerimin heyecandan terlemeye başladığını, titremeye yakın bir durumum olduğunu o an hissettim. Ne kutlu bir adı vardı. Gururla dökülmüştü dilinden. Adınla çok yaşa ”Kutlu Talha ” deyip başını okşadım. Boynuma sarıldı. Benim de adım Hakan, dedim. .ok beğendiğini gülümsemesinden anladım,memnun oldu. Sen de mi yoksa Kırgızsın, diye sordu. Türk’üm senin gibi Kutlu Talha…Evet,dedi ben de Türk’üm…

Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalinden sonra yurtlarını bırakmak zorunda kalan Kırgız Türkleri önce Tacikistan’a oradan Çin’e sonra Afganistan’a gitmişler.Yaşam koşulları/iklim şartlarının uygun olmamasından dolayı 4500 mt. rakımlı Pamir yaylasına (Rusya,Çin,Pakistan arasında) yerleşmişler. 1978 yılından itibaren ise Türkiye kapılarını kardeşlerine geç de olsa açmış.1987 yılında Van’ın Erciş ilçesine bağlı bu küçük,sevimli ”Ulupamir” köyü kurulmuş. Köyde üç yüz civarında öğrencinin öğrenim gördüğü ilkokul ve ortaokulun hizmet verdiği ve 24 öğretmenin görev yaptığı, bilgilerini aldık. Küçük dostlarım ile yürürken kendimizi ”Bakkal” yazılı bir eski köy evinin önünde bulduk. Selam verip içeri girdiğimde beni delikanlı bir Kırgız genci karşıladı. Salih, bir Fen Lisesi öğrencisiydi. Beş kardeşlerdi, hepsi okuyordu. Okumaya, devlete hizmet vermeye çok önem verdiklerini anlatıyordu. ”Sizler bize vatanınızı açmışsınız.ev,iş,ekmek vermişsiniz. Babam der ki ‘bu hakkı herkes ödemeli, hepimizin sorumlulukları var Türkiye’ye ve öz kardeşlerimize hizmet edeceğiz.’ Bizim vatanımız olduğu kadar Anadolu onların da vatanıydı. Belki bizlerden daha çok onların…Küçük Kırgız dostlarımla doldu kısa sohbet zamanında bakkalın içi. Bir elinde poşete koyduğu balık; diğer elinde misina ile 5-6  yaşlarında bir Kırgız balası girdi içeri. Yanakları al al olmuştu sıcaktan. Küçük kahverengi gözleri sevinçle parlıyordu. Neşesi görülmeye değerdi. ”Bak Hakan ağabey balık tuttum da geldim şimdi çaydan, sana tuttum tabi, dedi. Gururla göğsünü öne çıkararak, vücudunu yaşından çok daha üstün bir vakurla dikleştirdi. Balığı bana uzattı. Şamil idi adı. Kanında, canında ve gözünde Türklüğün verdiği çeviklik ve atılganlık vardı. Ataları gibi bağlıydı soydaşlarına, akrabalarına. Kahraman Şamil… Asırlar önce Kafkaslarda doğan, şimdi Anadolu’da Van’da yaşayan bir Türk kahramanı…

 

 

 

Bakkalın önünde son bir fotoğraf alıp Ulupamir’den ayrılma vakti gelmişti. Köyün balaları toplanmıştı zaten. Kimisinin elinde sapan, kiminde olta, misina birkaçında oyuncak silahlar,tüfekler vardı. Bu Turan bakışlı küçük Kırgız ordusunu aldım karşıma, kadraja. Gülümseyin bakalım demem ile ellerin ”bozkurt” yapması bir oldu. Yüzümüzde şaşkınlık ile beliren bahtiyarlığın verdiği hafif tebessümler oluştu. Gözler, şimdi bu balaları nasıl bırakıp da gidelimin derdiyle dertlenip nemleniyordu. Bozkurt, yalnızca siyasi bir sembol/işaret olamazdı. Bu küçük Kırgız balalarının Anadolu topraklarında, Ulupamir köyünde, doğup büyüdükleri, onların çağın zulmüne ve adaletsizliğine inat Türk gülüşlerinin adıydı ”bozkurt” . Küçük dostum Şamil ve daha nice Şamillerin, Cankınayların, Kutlu Talhaların umutlarıdır ”bozkurt”.

Türk’ün büyük hikayesini, Tanrı Dağlarının son efendileri olan Kırgız Türklerinden dinledim. Kucaklaşıp bir dahakine sözleştik. Kim bilir belki ileride onların dedelerinin geldiği topraklarda, bu sefer de Issık Gölü’nde beraber balık tutar, Tanrı dağlarına yılkılarımızla çıkarız..

Please follow and like us: